ŞEHİD CENAZELERİMİZE SİYASETİ KARIŞTIRMAYIN!

sehit

Allah’ınızı, Peygamberinizi seviyorsanız, Şehid cenazelerimizi siyasete karıştırmayın! Zaten içimiz yanıp duruyor; utanın biraz!

Cenazelerimiz kutsaldır. Hele ki vatan uğruna Şehid olanların cenazesi, kutsaldan biraz daha öteyedir!
Hangi partiden olursa olsun; Şehid cenazelerimizi kullanarak siyaset yapanlar, kin kusanlar ülkemizin huzurunu bozan, terörü teşvik eden geri zekalılara yüz vermeyin, şımartmayın ve onların verdikleri parti desteğini ret edin!
Hiç bir kişi olamaz ki; „ben Müslümanım diyecek ve katıldığı Şehid cenazesinde siyasi eylem yapacak. Yok böyle bir şey! Olamaz, kabul edilemez!
Umalım ki aklı selim düşünenler bu gibi konulara taviz vermezler! Umalım ki bu gibi eylemlerde bulunanlar kanunların eliyle gereken cezalarını alırlar!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
08.06.2016

AĞIR MİRAS 1915 ( 3 // 1 ) ERMENİ SOYKIRIM YALANI

ERMENI-3AĞIR MİRAS 1915 ( 3 // 1 )
ERMENİ SOYKIRIM YALANI // Prof. Dr. Justin Mc CARTHY

Prof Justin McCarthy, Austuralya / Melbourne Sempozyumu. 7 Aralık 2013: “1915 -1919 Döneminde Ne Oldu?”

GİRİŞ
Ermenilerin basın saldırılarına boyun eğmeyen, yazdığı eserler ve verdiği mücadele ile Türk milletine bir çok Türklerden daha çok destek olan Justin A. McCarthy kimdir?
19 Ekim 1945 yılında dünyaya gelen Justin A. McCarthy, Louisville Üniversitesinde ABD’li tarih profesörüdür. Uzmanlık alanları arasında Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar ve Orta Doğu tarihi bulunmaktadır.

McCarthy, felsefe okuyarak başladığı meslek hayatında zamanla tarihe yönelmiş 1967-1969 yılları arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Ankara Üniversitesinde de görev yapmıştır. Doktorasını 1978 yılında Kaliforniya Üniversitesi’nde (The University of California, Los Angeles) tamamlamış ve daha sonra Boğaziçi Üniversitesi tarafından da fahri doktora ünvanına layık görülmüştür. Ayrıca McCarthy Türkiye Çalışmaları Enstitüsü’nün (Institute of Turkish Studies) yönetim kurulundadır.

Yazdığı kitaplarda, yüz binlerce Ermeni’nin ve en az bir o kadar Müslüman Türk’ün öldüğünü kabul etmekle beraber Ermeni soykırımı iddialarını reddeder. ABD’deki en büyük Ermeni kuruluşu olan Amerika Ermeni Komitesi ANCA ise McCarthy’nin Türk Hükumeti tarafından desteklendiği konusunda iddiaları vardır. Bu iddialar, McCarthy’i üzmüş ve “Bana göre bunların en kötüsü ise en nefret ettiğim şey olan politize olmuş milliyetçi bir bilim adamı olmakla suçlanmak olmuştur. Neden bunları söylediğime dair doğru olmayan sebepler uyduruldu. Annemin Türk olduğu, karımın Türk olduğu, Türk Devleti tarafından büyük paralar aldığım gibi. Bunların hiçbirisi doğru değildir, ancak doğru olsalardı bile yazılarımı bir parça etkilemeyecekleri; bir bilim adamının çalışmasına meydan okumanın yolu onun yazdıklarını okumak ve bilimsel bir çalışmayla karşılık vermektir, o bilim adamının kişiliğine saldırmak değildir.” diyerek yanıt vermiştir.

Meseleleri kimin başlattığı sorusu önemlidir. Hem ahlaki, hem tarihi yönden önemlidir… diyor Justin A. McCarthy.
Yüzyılı aşan bir savaş hali süresince Türkler ve Ermeniler birbirlerini öldürmüşlerdir. Öldürme eyleminin kimin başlattığı sorusu iyi anlaşılmalıdır, çünkü saldırganlık nadir olarak, fakat savunma hakkı her zaman haklı gösterilebilir. Kendilerini savunanların eylemleri zaman zaman savunma sınırlarını aşabilir ve tam bir intikama dönüşebilir. Bu, savaşta çok sık karşılaşılan bir durumdur ve eleştirilmemelidir. Fakat suçlanması gerekenler, savaşı başlatanlar, ilk vahşeti yapanlar ve kan dökülmesine sebep olanlardır. Meseleleri başlatan her zaman Ermeni milliyetçileri olmuştur. Ermeni isyancıları olmuştur. Suç daima onların üzerinde kalacaktır.
Prof. Dr. Justin Mc CARTHY

Tarihçiler gerçeği sevmelidir, gerçekleri saptırmadan vermelidirler diyor Justin A. McCarthy ve ekliyor.
Bir tarihçi sadece gerçeği yazmakla yükümlüdür. Tarihçiler yazmadan önce tüm ilgili kaynaklara bakmak zorundadırlar. Kendi ön yargılarını gözden geçirmeli ve bunların gerçeği etkilememesi için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Ancak bundan sonra tarih yazmalıdırlar. Tarihçilerin temel ilkesi şudur: “Bir konuyu bütün yönleriyle ele al; ön yargılarını bir kenara bırak. İşte o zaman gerçeği bulmayı ümit edebilirsin.”
Tarihçiler her zaman bu ilkeyi izlerler mi? Hayır, fakat iyi tarihçiler gayret gösterirler.
Bir tarihçinin görevinin gereğini yerine getirip getirmediğini anlamanın yolları vardır. Tüm önemli ilgili kaynakları incelemelidir. Amerikan tarihi ile ilgili bir kitap sadece Fransızca kaynaklara dayanıyor, Amerikan kaynaklarından faydalanmıyor sa gerçek tarih olamaz. Önemli olayların hepsi dikkate alınmalıdır. Alman ve Yahudi tarihi ile ilgili bir kitap Holocaustta öldürülen Yahudilerden bahsetmiyorsa gerçek kabul edilemez. İnsana rahatsızlık veren olaylar, yanlış düşünce ve ön yargılarla uyuşmayan olaylar bir tarafa bırakılmak ve göz ardı edilmek yerine ele alınmalıdır.
Türk ve Ermeni tarihi ile ilgili yazılmış bir kitap Ermeniler tarafından öldürülen Türklerin tarihini ihtiva etmezse gerçek sayılamaz.
Bu gayet açık. O kadar açık ki zikretmek bile gereksiz. Fakat biz bunun zikredilmesinin gerekli olduğuna inanıyoruz, çünkü bir çok tarihçi doğru tarih yazmanın ilkelerini unutmuş.

Derleyen: Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.03.2015
Yazı devam ediyor, takip eyleyin !

TECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR

SIDDETTECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR; İDAM CEZASINI TARTIŞARAK SORUNUN ÖZÜNDEN UZAKLAŞIYORUZ
>>İdam cezasını uygulayan ülkeler, idam ettiklerini ithal etmediklerine göre, idam cezasının caydırıcı olduğuna nasıl umut bağlayabiliriz ki? Sorunun özünü tartışalım, son sahnesini değil!<<

İdam cezasını tartışmak, bizleri asıl kanayan yaraya merhem bulmaktan uzaklaştırır. Öncelikle bilmeliyiz ki; idam cezasını yeniden uygulamaya koymamız mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti 2004 yılında Anayasamızda yaptığı değişiklikle idam cezasını kaldırmıştır. Artık hiçbir şekilde ölüm cezası verilemeyeceği Anayasanın 38. Maddesinde hüküm altına alınmıştır. Demektir ki; idam yasağı öncelikle Anayasal bir norm olarak karşımıza çıkıyor. Tabi olduğumuz uluslararası kuruluşlar ve taraf olduğumuz sözleşmeler uyarınca da, idam cezasını yeniden yürürlüğe koyamayacağımızı bağlayıcı nitelikte taahhüt etmişiz.

Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde idam cezası yoktur. Avrupa Birliğine tam üyelik müzakereleri yaptığımızdan dolayı hukuken de idam cezasını getirmemiz mümkün değildir. Demek ki; idam cezasının yeniden uygulamaya konulması tartışmak bizi bir adım öteye getirmez. Ne zaman ki biz; Avrupa Birliğine üye olmaktan vazgeçeriz, ancak o zaman kendi iç hukukumuzda dilediğimiz düzenlemeyi yapabiliriz. Bunun dışında iç hukukumuzda idam cezasını yeniden düzenleme imkanımız yoktur. O halde tartışmanın da bir anlamı kalmıyor demektir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6 Nolu ek protokolü ile idam cezası tamamen kaldırılmıştır. Sözleşme, ölüm cezasının geri getirilmeyeceğini asıl olarak görür ve Türkiye Cumhuriyeti de sözleşmeye taraf olduğundan dolayı idam cezasını tartışmak duygusal tepkiden ileri bir anlam taşımıyor. Bunu tartışmaktansa; ülkemizde genel olarak sorunun özü olan şiddete karşı ne yapılır olduğunu tartışalım!

Hepimiz biliyoruz ki; hiç bir çocuk dünyaya suçlu olarak gelmez. Gelmez ama; gelmeden önce ana rahminde ruhuna yerleştirdiği ne ise onunla doğar. Çocuk daha doğmadan önce, ana rahminde evdeki atmosferi hisseder ve onu bilinç altına yerleştirir. Çocukluk çağında yaşadığı aile ortamı ve çevre ile büyüyen çocuk, henüz yaşamının başında aldığı izlenimlerin etkisinden ancak güçlü bir eğitim ve sosyoekonomik şartlar ile kurtulabilir.
Yani; şiddet evde başlıyor ve sokakta devam ederek son sahnesini tecavüz olarak, yada bir başka tür suç ile bitiriyor.
Ülkemizde 20 bin kadın şiddetten korunmak için devletin koruması altında olduğunu düşünürsek; bu kanayan yaraya idam cezası ile merhem bulamayız! Sorunu başka türlü tartışalım ve idam cezasını tartışırken ağaçların çokluğundan, ormanı gözden kaçırmayalım!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.02.2015

ÖZGÜRLÜK VE TERÖR ÇİFTE STANDARTLI OLAMAZ !

[Avrupa; kendi koyduğu değerleri yeniden gözden geçirmelidir.]

>>Yıl 1998. Madam Danielle Mitterrand şu sözlerle dikkat çekmeye devam ediyor.

‘“Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde çok özel bir yeri var. Yıllardır Apo için mücadele ediyorum. Öcalan iade edilemez; çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Roma’ya giderek Apo ile görüşeceğim.<<

PARISParis olayları için herkes ayağa kalktı ve kucağındaki taşları döktü. Bende bu arada, yerli ve dünya basını takip etmeye çalıştım. Bir avuçta olsa, benimde kucağımda birikmiş taşlar var.

Bu taşları kimsenin bahçesine değil; tüm insanlığın ortak bahçesine dökmeyi bir dünya vatandaşı olarak kendim için görev görüyorum!

Paris’te 12 kişinin hayatını kaybettiği Charlie Hebdo dergisine yapılan terör saldırısından bir daha gördük ki; terörün dini imanı milliyeti ve ülkesi olmaz. Terörü savunanlar bilmelidirler ki; bir gün kendi kapısını da mutlaka çalacaktır.

Türkiye Cumhuriyetinin 1970 yıllarından beri başına bela olan terör saldırılarına destek veren siz batılılar; 11 Eylül New York çifte kulelere yapılan saldırıya kadar, terörün ne kadar aşağılık bir bela olduğunu bilmek istemiyordunuz. Koymuş olduğunuz değerler ölçüsünde; dünya terörünü „özgürlükçüler“ olarak algılamaya çalışan ve destek verenler de sizler idiniz.

Aynı çatı ve bayrak altında yaşayan milletlerde kendi devletine karşı silaha sarılanları „özgürlük istiyorlar“ diye destek çıkarak cesaretlendiren de siz Batılılardır.

Tüm bunları yaparken, dünyanın bir çok yerlerindeki devlet eliyle yapılan terörü de görmezden gelerek göz yuman da siz Batılılardır. Terörün dini imanı olmadığını; Camiye, Kiliseye, Sinagog gibi hiç bir ibadethaneye sığmayacağını anlamanız için; New York, Madrid; London ve İstanbul gibi metropol şehirlerde onlarca insan yaşamını vermeliydi.

Özellikle son terör olaylarının muhatabı olan Fransızlar; terörü desteklemekte ilk sıralarda olması kaderin cilvesi-midir bilinmez ama; umalım ki bu acı ve lanet olası terör saldırısından sonra kendi değerlerini yeniden gözden geçirirler.

Türkiye Cumhuriyetine karşı takındıkları hasmane tutumlarını yeniden masaya yatırarak, içinde bulunduğumuz Ermeni tehcir olaylarının 100. yıl dönümünde „ifade özgürlüğünün“ izahını tarafsız olarak yeniden dizayn ederler.

Henüz tarihin karanlıklarına gömülmemiş olan; PKK terörüne destek veren eski Fransa Cumhurbaşkanının eşi madam Danielle Mitterrand’ın PKK ve onun terörist başı için nasılda sempatiden öteye sevgi duyduğunu, onunla mektuplaştığını, kalbinde özel yeri olduğunu ve ona nasıl da taptığını kendi ifadelerinden yeniden okuyarak, dünya terörüne asla destek verilmez olduğunu anlarlar.Madam Danielle Mitterrand’ın onlarca basın açıklamalarından sadece bir tanesini buraya alıyorum. Umarım ki; okurlar benim yukarıdan beri neyi anlatmaya çalıştığımı anlarlar.

Yıl 1998. Madam Danielle Mitterrand şu sözlerle dikkat çekmeye devam ediyor.

‘“Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde çok özel bir yeri var. Yıllardır Apo için mücadele ediyorum. Öcalan iade edilemez; çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Roma’ya giderek Apo ile görüşeceğim.

Fransa Özgürlükler Vakfının başkanı da olan Madam Danielle Mitterrand, tüm Fransız parlamenterlere gönderdiği bir broşürün ön sözünde şu cümlelerin yer aldığının nasıl yorumlanacağını bilmeyen var mı dır.

‘‘Kürtler, bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde özel bir yeri var. Yıllardır onlar için mücadele ediyorum. Kürtler François’nın (Fransa umhurbaşkanı François Mitterrand) Cumhurbaşkanı olduğu dönemden bu yana, yaşamımda önemli bir yer tutuyor. Bunun için de artık korkmuyorum ve ulus olarak var olma haklarını savunmaktan çekinmiyorum.

Evet değerli okurlar, devletine karşı isyan edenleri koruyan milletler, bir gün acı da olsa aynı duyguyu kendileri de yaşamaktan gerye kalmazlar. Özgürlük ve terör çifte standartlı olamaz. Avrupa kendi koyduğu değerleri yeniden gözden geçirmelidir.

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

12.01.2015

 

YILIMIZ TAZELENDİ; YA İNSANLIK, ONUN DURUMU NASIL?

>>Bir şey daha ekleyeyim de yazıyı bağlayalım.

2015 yılında Osmanlının arkada bıraktığı ağır bir miras olan Ermeni sorunu; 2015 yılının en sıkıntılı günleri olacağını şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.<<
Yeni yıla girerken geleceğimiz için umutlarımızı tazeledik. Dilekler tuttuk, dostlarımıza başarılar diledik, daha neler istemedik ki…
Bazıları sokaklarda havai fişekler atarak yeni yılı kutlarken, bir başkaları komşu akraba ziyaretlerine gitti, bir ötekiler evde kalmayı tercih ettiler.
Farklı ortamlarda olsalar bile hepsinin ortak bir dileği olmuştur. Bu hangi dilektir bilmesi kolay olmasa bile, tahmin edilebilinir diye düşünüyorum. Ben kendimce her gün biraz daha kaybettiğimiz değerlerimizin bunların arasında olduğunu tahminlerim arasında görüyorum.
Gelişen iletişim teknolojisi dünyayı küçültmeye devam ederken, insanlar reel dünyadan uzaklaşmayı tercih eder hale gelmişler. Sosyal paylaşım sitelerinde sanal bir dünya oluşturarak bu dünyadan her gün biraz daha kopmaya devam ediyorlar.
Bir çokları kişiliklerini de saklayarak  sanal bir isimle dolaşmayı; anonim kalmayı tercih edenler arasında. Bir ötekiler, psikopat beynini ve ruhunu kontrol edemez halde; doktora gidecek yerde, sosyal paylaşım sitelerinde sorunlarına çözüm arıyorlar. Özellikle erkeklerin kadınları rahatsız etmesi bunların başında geliyor.
Havaya ve suya ihtiyacımızın olduğu kadar informatik haberlere de ihtiyacımız olduğu bilinen bir gerçektir. Ne var ki… insan bazen haber dinlemekten de korkuyor. Korkuyor, çünkü haberlerin iyisini sanki bizden “saklıyorlarmış” gibi geliyor insana. Bir başlıyor haberler; tabii bizde haberler bağırarak okunur(!) … insanın üzülmemesi imkansız.
Nerede ve kimler… kaç kişi ölmüştür?  Trafikte kaç kişinin ölümüne sebep olunmuştur? Gizli kameralar yine kimleri gözetlemiş, kimlerin telefonları hukuk dışı dinlenmiş, teröristler  Orta Doğu’da ne kadar İnsan öldürmüş;  ve daha bir çok haber „zenginliği“ evlerimize kadar her gün taşınmakta. Hele bir de magazin haberleri var ki; sanki olmazsa olmaz gibi bizlere sunulmaktadır…(!)
Dış haberlere gelince; onlar daha da düşündürücü.
Sowyetler birliğinin dağılmasıyla bozulan askeri denge dünya politikasına nasıl da damgasını vurduğuna 1990 lı Yıllardan beri hepimiz şahidiz. Sayısını bilemediğimiz insanların hayatını kayıp ettiği Afganistan ve Irak savaşları günümüzde yaşadığımız aktif savaşlar arasında belleğimizde kalacaktır.
Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de ki dışarıdan destekli iç ayaklanmaların aldığı ölü sayısı tahminlerin ötesine gidemeyecektir. Bu tespiti ne yazık ki boşalan silah depolarındaki listelerden elde etmek mümkün olmadığı gibi, onların yerine daha „modern“ daha öldürücü üretilen; kapital sermayenin cebini doldurucu olarak satışa arz edilen silahların sayısından da anlayabilmek mümkün olmayacaktır !
Birde İŞİD olayı var ki, hiç sorma gitsin. Müslüman olduklarını iddia ederek ne kadar Müslüman varsa hepsinin başlarını kesseler kana doymayacak kadar canavar bir ruh haliyle, Orta Doğu’da kan akıtıyorlar.  İslam dünyası da buna karşı tek ve en güçlü savunmayı; yıl başı kutlamalarının „gavur bayramı“ olduğunu iddia ederek halkı „gavur olmaktan“ korumaya uğraşıyorlar.
Ya Afrika…? Somali gibi kaç tane daha aç ülke var Afrika’da? Her gün binlerce çocuk açlıktan ölüyor . Silah fabrikaları bir gün üretimi durdursa dünyada açlıktan ölen çocuk kalmazdı.
Ya ülkemiz?
Yıllardan beri yaşadığımız terör olayları? Dışarıdan ve içeriden destekli PKK….ve süreç?
Ya ekonomi ? Başta kredi kartları olmak üzere vatandaşı yeteri kadar aydınlatmadan sunulan servisler görünürde kalkınma gibi olsa da; aslında bir makyajdan öteye değildir. Çünkü; üretim bizim değil, biz sadece tüketici olarak seçilmiş bir toplum olmuşuz.
Sorular bitmiyor ki; Pandoranın kutusu gibi açılınca arkası gelmiyor; insan bir an „insanlığın tedavülden“ çıktığını düşünüyor.
Medyamız ise kendi başına bir çelişki içerisinde. Eğitici programları mercek ile arar hale geldik. Bizleri…özellikle genç dimağları nasıl da etkilediklerini görmek insanın gelecekteki umutlarını karamsarlığa döndürüyor.
Ya seyircimiz; onlar ne yapıyor? Hiiiç…sofrada ne varsa yenilir misali sunulanı seyrediyor. Biraz kaba olacak ama… bazıları “tekrar” olarak verilenin üzerine yazılan “Özet” kelimesinin yanlış yerde kullanıldığının farkında bile değiller; üzücü ama…maalesef gerçek. Dünyanın hiç bir ülkesinde kendi diline bu kadar acımasız davranan başka bir millet düşünemezsiniz.
Ya geleneklerimiz…bizleri bağlayan, sosyal düzenimizi oluşturan „yazılmamış“ kanunlara ne oldu?
Hepsi birer birer, yine yazılmayan kanunlarla tedavülden kaldırılıyor. Yerlerine konulan yazılmış kanunlar ise hangi ölçüye dayanılarak biçilmiş olduklarını da anlamakta zorluk çekiyoruz. Bir çoklarını AB hevesimizden ötürü yürürlüğe koyarken sormayı unutuyoruz; „bu kanun bizim aile yapımıza uygun mudur“ diye ?
Eskilerde Otobüste trende, bir büyüğümüze yerimizi vermeyi bir onur olarak addeder dik; ya şimdi? …bırakın yer vermeyi, ayaklarını dahi toparlamak ihtiyacını hissetmeyen bir gençlik yetiştiriyoruz. Bir an düşündüğümüzde; insanlığın kendi kendini nasıl da bitirdiğini düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Bu bozulan sosyal düzenin çeşitli sebeplerinin başında şükür etmesini unuttuğumuz, batının unuttuğuna biz yeni olarak özendiğimiz, hatta bazı konularda kraldan daha kralcı olmamız geliyor.
Bütün bunları ve daha bir çok şeyleri anlamakta zorluk çekiyoruz.
Çekiyoruz… çünkü biliyoruz ki; tazelenmiş yeni Yıl da eskisinin devamı olacaktır. Yine cellatlar olduğu kadar kurbanlar da olacak ve insanlığın bunu engellemesi şöyle dursun; aksine, yangına ateşle koşar gibi davranacaktır ve masalarda ki haritalar üzerinde hesaplar yapılacaktır; nerede ve ne kadar petrol, ham madde vardır diye.
Bazen şükrediyorum ki…bizim ülkemizde göze çarpacak petrol kuyularımız yok diye.
Ve bunların yanında doğa felaketleri, mevsimlerin alışılagelmişin dışında oluşmaları; bunda da insanlığın payı az değil. Çevreye püskürttüğümüz kirletici maddeleri sadece gözümüzden uzaklaştırıyoruz, atmosferi bozarak geriye dönmelerinin hesabını yapmaktan aciziz.
Sanayimizde sanki kontrolsüzmüş gibi bir durum var; derelerimizde kirlilikten balık görmeye hasret kaldık. Oturum alanlarında arıtma tesislerinin sayısı yeterli olmadığı için ülkemizde haklı olarak bir “Fosseptik” çukuru kanunu vardır; gel gör ki uygulanmasında zorluk görülür. Kontrolsüz lağımlar derelerimize akar, akar gider…! Neyse ki… doğa felaketlerine katlanmanın en azından bir tesellisi var. Yukarıdan geldi ne yapalım diyoruz. Ya insanların insanlara yaptıklarına nasıl bir sebep bulabileceğiz. Ne koyalım bu insanlık dışı yapılanların adını?
Ya sevmek, sevebilmek, sevilebilmek?
Nezaket kurallarımızı, karşımızdakine davranmamızı unutanlar hiçte az değil.
Sevinebilmeyi unutmuşuz; sanki doymuşuz her şeye. Midemizin doyumu, giydiğimiz kıyafet, aldığımız oyuncakların doyumu esas açlığımızı gideremediğini bilmiyoruz.
Esas ihtiyacımız olan eğitimi dilden bırakmayız; teknik öğrenimlerimizi eğitim olarak kabulleniriz. Öğrenimin bir teknik bilgi edinmek olduğu gözümüzden kaçtığı için, onu “eğitim ve aile” terbiyesi ile karıştırırız…maalesef !
Eskilerimiz hatırlarlar; yolda giderken tanımadıklarımıza da selam verirdik. Şimdi selam verirken yanımızda şahit arıyoruz; olur ya adam „küfretme“ diye çıkışa-bilir korkusu var içimizde. Çünkü yazılı kanunlarda selam vermek mecburiyeti yoktur!
Sokakta yolun ortasından yürüyeni korna çalarak ikaz etmekten korkar hale geldik; adamın nasıl reaksiyon göstereceğinden korkuyoruz…ya „küfrederse“… o zaman ne olacak sorusu beynimizi kurcalamaktadır.
Her gün açık verdiğimiz harcamalara nasıl cevap bulabiliriz? 5 kuruş kazanıp 10 kuruş harcamakla nereye gittiğimizin hesabını nasıl vereceğiz?
Binlerce şükür olsun yüce Tanrı’ya, ülkemizde iyi şeylerde oluyor.  Oluyor da, kötü yapılanların ağırlığı fazla geldiği için iyileri düşünmeye zamanımız kalmıyor.
Allah’tan neyi ne zaman ve nasıl isteyeceğimizi bir öğrenebilsek belki yardımcımız olurdu.
Sorumsuz medyanın sayesinde; Noel babadan neyin nasıl isteneceğini çocuklarımız nasıl olsa “bedava“ öğreniyorlar
Başka ne kaldı ?
Bir şey daha ekleyeyim de yazıyı bağlayalım.
2015 yılında Osmanlının arkada bıraktığı ağır bir miras olan Ermeni sorunu; 2015 yılının en sıkıntılı günleri olacağını şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.
Umutlar bizlere en son veda edenlerdir !…diyerek yazıyı kapatalım.
Yeni yılınız kutlu olsun, sevgiyle kalın!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
02 Ocak 2015

 

ÇOK ŞEY Mİ İSTİYORUM?

yargi

İnsanlık olarak son günlerde kendi yarattığımız kaoslu bir dünyanın içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Her yerde akıl almaz bir hiddet ve şiddet..
Nasıl bu hale geldi bu dünya?
Neyi paylaşamıyoruz?
İnsanoğlunun en temel ihtiyaçları beslenme ve barınma değil mi?
Her ne kadar bunların dağılımı eşit olmasa da yeryüzünde herkese yetecek kadar yiyecek, içecek ve üzerinde yaşanacak toprak parçası var, sadece biz bunları paylaşmayı bilmiyoruz.
Ne istiyoruz, daha çok para mı, daha fazla güç mü ve daha da önemlisi niye bunlara bu kadar ihtiyaç duyuyoruz.?

Hepimiz beğenilmek, takdir görmek, şefkatle kucaklanmak kısacası aslında bütün bunların başlığı altında ‘’sevilmek’’ istiyoruz.
Yolda yürürken bacağınıza sürtünen kedinin, sevmeniz için başını uzatan, kuyruğunu sallayan köpeğin beklentisi de daha farklı değil.

Daha güzel daha zengin daha çekici olunca daha çok sevileceğini zannediyor insanoğlu.
Veya bazıları gibi kitlelerin alkışlarını duymadan yaşayamayacağına inanıyor .

Farkında mısınız?
Dünyada şu aralar her şey var,
ortada bir tek sevgi yok. Hayatın bir yerlerinde kayboldu gitti o.
Nefret nefreti, şiddet şiddeti besliyor.
Kötülük sonunda yaşamımızın ayrılmaz bir parçası oldu ve hepimizi kocaman bir çığ parçası gibi altına alıp yok edecek hale geldi.
Böyle bir ülkede halkın kendi kendini idare etmesi demek olan demokrasinin nimetlerini göremiyoruz ve bu sistemi oturtamıyoruz.
Ama bunu oturtmanın yolu da birbirimizi ezmek ve üzmekten geçmiyor.
Dünya tarihine bakın;
Nefret, ayırımcılık, adaletsizlik, kışkırtıcılıkla bir yere gelmiş ve varlığını sürdürebilen bir ülke de yok, gidilecek daha iyi bir yer de yok.
Halkın birbirine karşı bu kadar kışkırtıldığı ülkelerde eninde sonunda o insanlar birbirine girer ve sonuçta kimse kazanamaz.
Er ve ya geç bu kadar gerginlik bir yerde muhakkak patlayacaktır. Bu patlamadan sonra bazı gerçekleri anlasak bile düzeltmek için çok geç olabilir.
Şiddetin ve ayrımcılığın orta doğu ülkelerini getirdiği yer ortada.
Sizce de yanı başımızda olup bitenlere bakarak kendimize bazı dersler çıkarmamız gerekmiyor mu ?
Yangına körükle gitmek yerine bizi bu derece birbirimizden ayıranların bunu ne için ve kimin menfaatine yaptığına bakmamız lazım.

Milletin menfaatine olmadığı kesin çünkü..

Ve bence bu kadar nefret ve şiddetin arttığı bir ortamda bizlerin birleştirici, içimizdeki sevgiyi bize hatırlatacak söylemlere, kibarlığı elden bırakmayan, sükunetini bozmadan konuşmasını bilen, fikrini zikrini ağzını bozmadan anlatabilen, yalanı dolanı olmayan, adı yolsuzluklara karışmamış, ‘’milletimin yanındayım’’ deyip milletin canına okumayan, ‘’hukukta benim, adalette benim’’ demeyen yöneticilere ihtiyacımız var…
Biraz ara verelim, bizi birbirimize düşüren ve bundan kendi iktidarlarını sürdürmek için menfaat sağlayanlara değil, bizi birleştireceğine inandıklarımıza bakalım lütfen…
Her gün televizyonlarda izlediğimiz gibi,
çirkin söylemlerle, hepimizin içinde bir nebze de olsa var olduğuna inandığım kabadayıyı besleyenler çıkabilir.
’’Malum öfke baldan tatlıdır’’ diye bir atasözü var.
Ama unutmayalım ki bir tarafta dünyaca insanlık olarak artık neredeyse varlığını unuttuğumuz bir sevgi var, toplumca hasret kaldığımız bir saygı var.

Ben; huzurlu bir ülke de yaşamak ve adalete güvenmek istiyorum. Küfür bağırış çağırış,savaş,olmasın. Dini, dili, etnik kökeni, mezhebi yüzünden kimse birbirine düşman olmasın, kimse sokaklarda kefenlerle, palalarla dolaşmasın istiyorum.

Siyaset konuşmaya gerek kalmayacak kadar huzurlu bir ülke gündemi olsun ve ben işime gücüme bakayım istiyorum.
Söyleyin bana çok şey mi istiyorum?

Mehmet Nuri Sunguroğlu

15.10.2014

BRAVO!

abgehaktÜlkemizdeki seçim propagandalarını izlerken tarihin gerilerine gittiğimizi hüzünle algılıyorum.
Yine mezhep ayırımcılığı, yine etnik tartışmalar ki; bizleri sadece bölünmeye çalışan zihniyetler, seçimlerin ana maddeleri olmuş.

Efendim… Sen Alevisin, sen Sünni sin. Sen ümmet-sin, sen değilsin. Sen hırsızsın, sen daha hırsızsın. Senin kıçın açık, senin ki kapalı. Camiye gittin mi, Kiliseden çıktın mı?

Yahu Allah aşkına!
Bu nasıl bir seçimdir ki: Kimse bir program üzerinden tartışma yapmıyor?
Eğitim, sosyal, dış siyaset, toplumun hangi sorunları vardır? Kimsenin dingilinde değil.

DEMEK Kİ, SORUNLARINI TAM ÇÖZMÜŞ BİR MİLLETİZ, BRAVO!

O zaman sormak lazım ki; bu siyasetçilere ihtiyacımız var-mıdır ? Dedikodu yapmayı bu siyasilerden mi öğreneceğiz?

Ayıptır be dostlar, dünya bize gülüyor!

 

DOKUNMA…ACIYOR İŞTE

DOKUNMABu akşam bir sızı var yüreğimde;
Dokunma…
Ellerim bağlı;
Dilim dönmüyor…
Saramam seni gecenin karanlığında…
Sokulma.

Açma maden çukuru yüreğimin kapısını!
Görme içimdeki kara sızıyı!
Dokular titreşim yapıyor;
…yüreğimde.
Acılar feryat ediyor…susarcasına…
…ciğerimde.
Dokunma…!

Karanlık gecenin sessizliğinde.
Kulaklar çınlatan suskunluğuma.
Avuçlarımda kalan son özlemimle.
Rahat bırak beni;
Dokunma…!
Ben feryat ederken duymayan sendin!
Susunca anladın kimsizliğimi!
Şimdi sen feryat eyle!
Bağır çağır istersen!…ama;
Bana dokunma!

Dokunma bana sen…ordaki…evet, sen!
Sende…dokunma!
Heyy sen, alttaki!
Sana diyorum…orda üstteki!
Sağımdaki…
Solumdaki…
Heyy sen…! Kalemi bozuk serseri!
….mürekkebi tükenmiş mecnun…
Sizde duyun…duyun artık!
Dokunmayın yüreğime!
Bozmayın sessizliğimi!
Ben karanlığa alışmışım!
Rahat bırakın da uyuyayım artık!
Sonsuzluğuma…

Dokunmayın yarama diyorum!
Acıyor işte…
Dokunmaaaaa!…dokunma.
Dokunma……acıyor işte…(?)

Mehmet Nuri Sunguroğlu
19.05.2014

NE OLDU BİZE ?

Y-YERKEL>>“Bu tekme bir insan için küçük olsa da…İnsanlık için büyük bir ayıptır !“<<

Ne oldu bize?
Rahatlık mı battı diyeceğim ama…dilim dönmüyor; çünkü herkesin rahat olmadığı belli.
Kibir hat boyuna çıkmış ama…neyimize kibirleniriz pek de bilen yok.
Mucit olmadığımızı bakan ağzından duymuştuk. Yazdığımız klavyeyi başkaları icat etmiş. 18 milyon trafiğe açılmış motorize araçların arasında bir tane kendi emeğimizle ürettiğimiz araç yok. Eğitimde, iş güvenliğinde, İnsan gelişiminde hep arka sıralardayız. Sinirlerimiz çok zayıf, sigorta çabuk atıyor. Yani…kibirlik bir halimiz yok!
Peki ne oldu bize…neden dünyanın diline düştük?

Ağalık paşalık tutkusu, ruhumuzun saklı köşelerinden sıçrayışa geçince hakimiyetimizi kaybediyoruz. Öfkemizi yenmek şöyle dursun, öfke arayan bir millet olmuşuz.
Günaydın diyeni, selam vereni şüpheliler arasında görmek istiyoruz.
Yaşadığımız coğrafya, heyecanlı İnsanların coğrafyası olduğunu bilmek bazen duygularımıza eşlik ederken, yüreğimizdeki acıların ifadesinde yardımcımız olsa da; aynı heyecan bizleri bazen sonu belli olmayan maceralara da getirebiliyor.

Başımıza bir facia, bir afet geldiğinde, ülkenin her kesimini de içerisine alacak bir kriz masası oluşturup olayların koordinasyonunu, akımını, idare ve sevkini yönlendirecek kişilerin düşünce ve tecrübelerini kullanmak yerine…tv lerde tartışmalar başlatarak, her kafadan bir ses anlatımlarıyla vatandaşın kafasını daha da fazla karıştıran sözde bilim adamlarına işi bırakıyoruz.
Particiliğin hat safhaya ulaştığı ülkemizde, ölülerimizin mezarları başında da siyaset yapmayı bir beceri olarak algılıyoruz. Birileri kalkıp da; elmanın elma, biberin biber olduğunun tespitini de yapsa, hemen arkasında siyasi düşünce vardır fikrine kapılıp, elmanın da biberin de gerçek olduğundan şüphe ediyoruz; onu diyenleri de doğduğuna pişman edebiliyoruz.

Hislerimizi kamçılayan sloganlar atan arsızlar da var aramızda. Lafı tersine çevirenler olduğu gibi, lafın özünü değiştirenler hiçte az değil. Hükumet sözcüleri bazı resimleri izah ederken; insanımızın düşünce gücünü zorluyor.
İş kazaları tarihini bize yansıtan sn. Başbakanımızın sözleri hiçte sıcak değildi. Soma’da ki maden faciasını geçmişteki 150 – 200 Yılın iş kazalarıyla izah etmesi ise; soğuktu…çok soğuktu; duygularımıza rehber olamadı.

Yüreği yaralı İnsanlar vurgun yemiş balinaya benzer. Onların duyguları bazen edep sınırını da zorlayarak öfkeye dönüşebilir; kriz durumlarında bunu anlamak çok önemlidir.
Her bağıranı düşman olarak görmek bir idarecinin işi değildir.
Devlet erkanı gittiği yere, yeteri kadar korumalarıyla gidiyorsa, devlet erkanının kişilerle doku irtibatı olmaz, olamaz. Olsa olsa taziye için olur, kavga için değil. Bu olmayış her şeyden önce güvenlik sorunu ile bağımlıdır. Eğer güvenlik ile sorumlular bunun önünü alamıyor-salar, ifa ettikleri görevde yanlış bir yerdedirler, acilen evlerine gönderilerek yerlerine uzman kadro alınmalıdır.

2014 Yılına gelmişiz ama, hala ilkel şartlar altında emek vererek, modern yaşam standardını yaşamak istiyoruz. Sömürüye dur diyecek gerçek bir sendikamız yok; onlarda kendilerini sömürü düzenine kaptırmışlar. Sivil toplum örgütlerimizin adı kalmış sadece…kendilerini duymak, önerilerini beklemek sabır işi.
Dünyanın bilim adamları Ay’ı çoktan bırakmışlar; uzayın sonsuzluğunda yaşam emareleri ararken, biz hala birbirimizle siyasi kavgalarla uğraşıyoruz. Uzlaşıdan uzak tutumumuzla…aklın yolunun bir olduğunu unutmuşuz!

Ne demişti Ay’a ilk ayağını basan Neil Armstrong?
“That’s one small step for man… one… giant leap for mankind.” = „Bu adım, bir insan için küçük olsa da…İnsanlık için bir sıçrayıştır“
Buradan yola çıkarsak; bizde İnsanlık adına, barış adına, şunu diyebilmeliyiz ki…yarınlar için bir şeyler yapabilmenin yolunu açalım ve öz eleştiri kültürümüze katkıda bulunalım; çünkü öz eleştiriye bu günlerde her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

>> “Bu tekme bir insan için küçük olsa da…İnsanlık için büyük bir ayıptır !”<<

Mehmet Nuri Sunguroğlu
5/17/2014

KENDİNE GEL TÜRKİYE !

cat-Armut-DW-Wirtschaft-DresdenEY TÜRKİYE’NİN YÜREĞİ YANIK İNSANI !

>>Bize…bu millete başka şeyler anlatın !<<

Üzerinde Allah’ın kalem tutmadığı çocuklarımızı günahkar ilan etmeyin!
Çocuklarımızı siyaset malzemesi olarak kullanmayın!
Evladını kaybetmiş anneleri topluma yuhalatmayın/yuhalamayın!
Polisimizi, askerimizi, hakim ve savcımızı yanlış yönlendirmeyin!
Göreviniz öldürülen çocuklarımızın katillerini bularak adalete teslim etmektir! Onların üzerinden siyaset yapmak değildir!
Çocuklarımızın birini şehit, birini terörist ilan etmek bu ülkeye huzur getirmez!
Bu toplum sadece öldürülen çocuklarımızın katillerinin kimler olduğunu bilmek istiyor. Bu görev devletin/hükumetin/hepimizin görevidir!
Hala anlamadınız mı? Anlayamadınız mı? Türkiye insanının yüzünün bir tarafı Kürt, öteki tarafının Türk olduğunu?
Hala anlamadınız mı? Anlayamadınız mı? Türkiye insanının yüzünün bir tarafı Alevi, öteki tarafı Sünni olduğunu?
Hala anlamadınız mı? Anlayamadınız mı? Türkiye insanının yüzünün bir tarafı ile öteki tarafının bu Anadolu’nun yüreği yanık aynı insanlar olduğunu?
Bırakın seçim meydanlarında karşılıklı „düello“ yapmayı!
Bize; bu millete başka şeyler anlatın!
İş, aş, sağlık, eğitim, yol, demir yolu, eşitlik, barış, beraberlik nasıl olur onu anlatın!
Bu ülkede eşit dağılım nasıl olur onu anlatın!
„Biri yer öteki bakar“ nasıl düzelir….bize bunları anlatın!
[…….]
Kendine gel Türkiye!…dünya fırsat bekliyor! Düşman siperde bekliyor!