YERLİ APTALLAR VARKEN BİZİM ÇOCUKLAR NEDEN ÖLSÜN Kİ

bushResim: Orta Doğu kaosunun eli kanlı baş mimarı Georg Bush.

Orta Doğu dediğimiz bölge dünyanın en sorunlu bölgesi olduğunu söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Bu sorunlu ama, zengin olan bölgemiz tarihi boyunca Emperyal güçlerin paylaşmak için yarış etiği bölge olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Kendi iç düzeninde barışı sağlamaktan uzak bir insan yapısının yanında, oluşan mezhep kavgaları da bu sorunlu bölgeyi çok daha karmaşık hale getirirken, bırakın birleşmeyi, her gün daha da parçalanarak kan gölüne dönmüş olması, Orta Doğuyu tarihin utanç duvarı haline getirmiştir.

Haçlı seferlerinin devamı olan dışarıdan müdahalenin gerek maddi zararını, gerekse insan harcamasını kendi halklarına anlatmakta zorluk yaşayan günümüzün Haçlıları; 2. Irak savaşından sonra dışarıdan kendi askerleriyle değil, içeriden olan vatan hainlerini kullanmayı tercih ederek, yerli halktan oluşan ordular kurmaya yönlenmiş olup ve bunda da başarılı oldukları kesindir.

İçerideki satılıkların yardımıyla başlattıkları Arap baharı(!) ile Orta Doğuyu ateşe veren bu sözde demokrasi ihracatçıları, sadece iç ayaklanmalarla yetinmeyip, sınır ötesi faaliyet yapabilecek orduların oluşması için gereken ve yeterli kadar aptalı bulması da sorun olmamıştır.

Amerikalıların Irak’tan çekilirken zamanın El-Kaidesine bıraktıkları silahlar, günümüzün İŞİD terörünün alt yapısını oluşturmaktadır.

Orta Doğuda taşların oynaması ile oluşacak olan BOP projesinin ön gördüğü gibi, ülkemizde de başlamış olan kan akımı, ne yazık ki yine yerli aptalların eliyle akıtılmaktadır. İçeriden ve sınır ötesi saldırılarıyla başı çeken PKK terörüne eklenen İŞİD terörü yanında, devletimizin önemli makamlarına kadar gelen FETÖ terörü de üzerine düşen görevi yerine getirmekte geç kalmadığını 15 Temmuz darbe girişiminde göstermiştir. Atlatılan bu tehlike geçmiş midir? Hayır, geçmemiştir!

Sonuç olarak görüyoruz ki; “Batılılar 2. Irak savaşından sonra kendi askerlerinin ölmesini kendi halklarına anlatmakta zorluk yaşadıkları için, yerli halkı kullanmayı tercih etmişler; ve bunda da ne yazık ki başarılı oldular”!

Başta siyasiler olmak üzere bize düşen görev ise; “kayıtsız şartsız birliğimizi koruyarak, bu alçakça planlara karşı ülkemizi korumak ve savunarak dünyaya bir daha göstermektir ki; her ne kadar bu ülkede aptallar olsa da; Türküyle, Kürt’üyle, Laz’ıyla Kerkez’iyle; hulasa Türk milletinden Arap baharı olmaz!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

26.08.2016

ORTA DOĞUYA NE ZAMAN BAHAR GELECEK?

 arabien[Yazık oldu Orta Doğuya, yazıklar olsun Avrupalıya! …ki; uymayan kaftanı, uymayan bedene giydirmeyi zorlayarak kol kanat kesmeyi medeniyet getirmek sandılar!]

Bilinen bir gerçek varsa oda şudur ki; Arap Baharına destek veren Avrupalılar kendi tarihlerini unutmuş olmalıdır.

Bir başka acı gerçek ise; Orta Doğu halkları despot rejimlerin idaresinden kurtulmak istediği için, ayaklanmış olsa da, henüz hayal ettikleri demokratik gelişmişlik yeterli olmadığı için istedikleri devrimleri gerçekleştirmekten çok uzaktadırlar. Yıktıkları yönetimleri paylaşmak sevdasına düşen bu adı geçen Arap ülkeleri, iç çatışmalara düşerek bölgeyi kana bulamış olmaları bunun en bariz delilidir.

Avrupanın gelişiminde yapılan devrimlerden biliyoruz ki; yapılan her devrimin arkasından ülkelerde yaşanılan kaosun bedeli hiçte az olmamıştır. Bu durum gerek Fransa devrimi olsun gerekse Almanya, Rusya devrimi olsun, arkasından mutlaka bir kaos yaşanmıştır ve binlerce, belki de milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Bunu çok iyi bilen Avrupalılar, kendi tecrübelerini sil baştan yaparak Orta Doğunun „doğal yapısını“ değiştirmek yolunu seçmesi, tarihin affetmeyeceği bir hatadır.

Orta Doğuya baktığımızda görüyoruz ki; dış kaynaklı olsa da yapılan yıkımların arkasından bitmeyen iç kavgalar ile tahribat devam etmektedir. Bu durumu Afganistan, Irak ve arkasından Tunus’da başlayan „Arap Baharı“ ile tüm Orta Doğuyu ateşe veren, son durağı Suriye olan ayaklanmanın bıraktığı yıkımlar içler acısı olmuştur. Baştan beri aklı selim olan insanların sürekli olarak söylediğini burada tekrar edecek olursak: „Suriye düşerse, sıra Türkiye’ye gelir“ sözünün ne kadar doğru olduğuna bir daha şahit oluyoruz.

Ülkemize yapılan terör saldırılarının sebepleri çok iyi analiz edilirse, bunda bizim de payımız olduğu ortaya çıkar. İnanç üzerinden bağ kurduğumuz insanları ülkemize aldık. Mülteci politikamızda eksiklik olduğunu kabul etmedik. Hudutlarımızı yeteri kadar sıkı kontrol altına almadık.

Bundan daha kötüsü ise; en azından Avrupalılar kadar, bizde dış politikada yanlış adımlar atarak başka devletlerin iç işlerine karışmayı bir „büyük ağabeylik“ gibi algılayarak, o devrin çoktan tarihe karıştığının farkında olamadık. Sanırım ki; en büyük hatayı da burada yaptık.

Başlıkta sorduğumuz sorunun cevabına gelince.

Bölgemiz olan Orta Doğu, tarihinin en zor çağını yaşıyor. Eski çağlarda yapılan savaşlarda kılıç vardı, günümüzde ise gelişmiş savaş teknolojisi ile yapılan tahribat, öldürülen insan, göçe zorlanan insanların dramı hiç bir zaman bu kadar büyük ve acımasız olmamıştı.

Günümüzdeki Orta Doğu, Romalıların Yahudileri dağıtmasına ölçek olacaktan da daha çok ileri gitmiş olan bir tahribatın ölçüsü olmuştur. Orta Doğuda en azından günümüzde yaşayan kuşak değişmeden Baharı beklemek hayalden başka bir şey değildir. Bu ise en azından 50-100 yıl demektir.

Yazık oldu Orta Doğuya, yazıklar olsun Avrupalıya! …ki; uymayan kaftanı, uymayan bedene giydirmeyi zorlayarak kol kanat kesmeyi medeniyet getirmek sandılar!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

14.01.2016

 

YILIMIZ TAZELENDİ; YA İNSANLIK, ONUN DURUMU NASIL?

>>Bir şey daha ekleyeyim de yazıyı bağlayalım.

2015 yılında Osmanlının arkada bıraktığı ağır bir miras olan Ermeni sorunu; 2015 yılının en sıkıntılı günleri olacağını şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.<<
Yeni yıla girerken geleceğimiz için umutlarımızı tazeledik. Dilekler tuttuk, dostlarımıza başarılar diledik, daha neler istemedik ki…
Bazıları sokaklarda havai fişekler atarak yeni yılı kutlarken, bir başkaları komşu akraba ziyaretlerine gitti, bir ötekiler evde kalmayı tercih ettiler.
Farklı ortamlarda olsalar bile hepsinin ortak bir dileği olmuştur. Bu hangi dilektir bilmesi kolay olmasa bile, tahmin edilebilinir diye düşünüyorum. Ben kendimce her gün biraz daha kaybettiğimiz değerlerimizin bunların arasında olduğunu tahminlerim arasında görüyorum.
Gelişen iletişim teknolojisi dünyayı küçültmeye devam ederken, insanlar reel dünyadan uzaklaşmayı tercih eder hale gelmişler. Sosyal paylaşım sitelerinde sanal bir dünya oluşturarak bu dünyadan her gün biraz daha kopmaya devam ediyorlar.
Bir çokları kişiliklerini de saklayarak  sanal bir isimle dolaşmayı; anonim kalmayı tercih edenler arasında. Bir ötekiler, psikopat beynini ve ruhunu kontrol edemez halde; doktora gidecek yerde, sosyal paylaşım sitelerinde sorunlarına çözüm arıyorlar. Özellikle erkeklerin kadınları rahatsız etmesi bunların başında geliyor.
Havaya ve suya ihtiyacımızın olduğu kadar informatik haberlere de ihtiyacımız olduğu bilinen bir gerçektir. Ne var ki… insan bazen haber dinlemekten de korkuyor. Korkuyor, çünkü haberlerin iyisini sanki bizden “saklıyorlarmış” gibi geliyor insana. Bir başlıyor haberler; tabii bizde haberler bağırarak okunur(!) … insanın üzülmemesi imkansız.
Nerede ve kimler… kaç kişi ölmüştür?  Trafikte kaç kişinin ölümüne sebep olunmuştur? Gizli kameralar yine kimleri gözetlemiş, kimlerin telefonları hukuk dışı dinlenmiş, teröristler  Orta Doğu’da ne kadar İnsan öldürmüş;  ve daha bir çok haber „zenginliği“ evlerimize kadar her gün taşınmakta. Hele bir de magazin haberleri var ki; sanki olmazsa olmaz gibi bizlere sunulmaktadır…(!)
Dış haberlere gelince; onlar daha da düşündürücü.
Sowyetler birliğinin dağılmasıyla bozulan askeri denge dünya politikasına nasıl da damgasını vurduğuna 1990 lı Yıllardan beri hepimiz şahidiz. Sayısını bilemediğimiz insanların hayatını kayıp ettiği Afganistan ve Irak savaşları günümüzde yaşadığımız aktif savaşlar arasında belleğimizde kalacaktır.
Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de ki dışarıdan destekli iç ayaklanmaların aldığı ölü sayısı tahminlerin ötesine gidemeyecektir. Bu tespiti ne yazık ki boşalan silah depolarındaki listelerden elde etmek mümkün olmadığı gibi, onların yerine daha „modern“ daha öldürücü üretilen; kapital sermayenin cebini doldurucu olarak satışa arz edilen silahların sayısından da anlayabilmek mümkün olmayacaktır !
Birde İŞİD olayı var ki, hiç sorma gitsin. Müslüman olduklarını iddia ederek ne kadar Müslüman varsa hepsinin başlarını kesseler kana doymayacak kadar canavar bir ruh haliyle, Orta Doğu’da kan akıtıyorlar.  İslam dünyası da buna karşı tek ve en güçlü savunmayı; yıl başı kutlamalarının „gavur bayramı“ olduğunu iddia ederek halkı „gavur olmaktan“ korumaya uğraşıyorlar.
Ya Afrika…? Somali gibi kaç tane daha aç ülke var Afrika’da? Her gün binlerce çocuk açlıktan ölüyor . Silah fabrikaları bir gün üretimi durdursa dünyada açlıktan ölen çocuk kalmazdı.
Ya ülkemiz?
Yıllardan beri yaşadığımız terör olayları? Dışarıdan ve içeriden destekli PKK….ve süreç?
Ya ekonomi ? Başta kredi kartları olmak üzere vatandaşı yeteri kadar aydınlatmadan sunulan servisler görünürde kalkınma gibi olsa da; aslında bir makyajdan öteye değildir. Çünkü; üretim bizim değil, biz sadece tüketici olarak seçilmiş bir toplum olmuşuz.
Sorular bitmiyor ki; Pandoranın kutusu gibi açılınca arkası gelmiyor; insan bir an „insanlığın tedavülden“ çıktığını düşünüyor.
Medyamız ise kendi başına bir çelişki içerisinde. Eğitici programları mercek ile arar hale geldik. Bizleri…özellikle genç dimağları nasıl da etkilediklerini görmek insanın gelecekteki umutlarını karamsarlığa döndürüyor.
Ya seyircimiz; onlar ne yapıyor? Hiiiç…sofrada ne varsa yenilir misali sunulanı seyrediyor. Biraz kaba olacak ama… bazıları “tekrar” olarak verilenin üzerine yazılan “Özet” kelimesinin yanlış yerde kullanıldığının farkında bile değiller; üzücü ama…maalesef gerçek. Dünyanın hiç bir ülkesinde kendi diline bu kadar acımasız davranan başka bir millet düşünemezsiniz.
Ya geleneklerimiz…bizleri bağlayan, sosyal düzenimizi oluşturan „yazılmamış“ kanunlara ne oldu?
Hepsi birer birer, yine yazılmayan kanunlarla tedavülden kaldırılıyor. Yerlerine konulan yazılmış kanunlar ise hangi ölçüye dayanılarak biçilmiş olduklarını da anlamakta zorluk çekiyoruz. Bir çoklarını AB hevesimizden ötürü yürürlüğe koyarken sormayı unutuyoruz; „bu kanun bizim aile yapımıza uygun mudur“ diye ?
Eskilerde Otobüste trende, bir büyüğümüze yerimizi vermeyi bir onur olarak addeder dik; ya şimdi? …bırakın yer vermeyi, ayaklarını dahi toparlamak ihtiyacını hissetmeyen bir gençlik yetiştiriyoruz. Bir an düşündüğümüzde; insanlığın kendi kendini nasıl da bitirdiğini düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Bu bozulan sosyal düzenin çeşitli sebeplerinin başında şükür etmesini unuttuğumuz, batının unuttuğuna biz yeni olarak özendiğimiz, hatta bazı konularda kraldan daha kralcı olmamız geliyor.
Bütün bunları ve daha bir çok şeyleri anlamakta zorluk çekiyoruz.
Çekiyoruz… çünkü biliyoruz ki; tazelenmiş yeni Yıl da eskisinin devamı olacaktır. Yine cellatlar olduğu kadar kurbanlar da olacak ve insanlığın bunu engellemesi şöyle dursun; aksine, yangına ateşle koşar gibi davranacaktır ve masalarda ki haritalar üzerinde hesaplar yapılacaktır; nerede ve ne kadar petrol, ham madde vardır diye.
Bazen şükrediyorum ki…bizim ülkemizde göze çarpacak petrol kuyularımız yok diye.
Ve bunların yanında doğa felaketleri, mevsimlerin alışılagelmişin dışında oluşmaları; bunda da insanlığın payı az değil. Çevreye püskürttüğümüz kirletici maddeleri sadece gözümüzden uzaklaştırıyoruz, atmosferi bozarak geriye dönmelerinin hesabını yapmaktan aciziz.
Sanayimizde sanki kontrolsüzmüş gibi bir durum var; derelerimizde kirlilikten balık görmeye hasret kaldık. Oturum alanlarında arıtma tesislerinin sayısı yeterli olmadığı için ülkemizde haklı olarak bir “Fosseptik” çukuru kanunu vardır; gel gör ki uygulanmasında zorluk görülür. Kontrolsüz lağımlar derelerimize akar, akar gider…! Neyse ki… doğa felaketlerine katlanmanın en azından bir tesellisi var. Yukarıdan geldi ne yapalım diyoruz. Ya insanların insanlara yaptıklarına nasıl bir sebep bulabileceğiz. Ne koyalım bu insanlık dışı yapılanların adını?
Ya sevmek, sevebilmek, sevilebilmek?
Nezaket kurallarımızı, karşımızdakine davranmamızı unutanlar hiçte az değil.
Sevinebilmeyi unutmuşuz; sanki doymuşuz her şeye. Midemizin doyumu, giydiğimiz kıyafet, aldığımız oyuncakların doyumu esas açlığımızı gideremediğini bilmiyoruz.
Esas ihtiyacımız olan eğitimi dilden bırakmayız; teknik öğrenimlerimizi eğitim olarak kabulleniriz. Öğrenimin bir teknik bilgi edinmek olduğu gözümüzden kaçtığı için, onu “eğitim ve aile” terbiyesi ile karıştırırız…maalesef !
Eskilerimiz hatırlarlar; yolda giderken tanımadıklarımıza da selam verirdik. Şimdi selam verirken yanımızda şahit arıyoruz; olur ya adam „küfretme“ diye çıkışa-bilir korkusu var içimizde. Çünkü yazılı kanunlarda selam vermek mecburiyeti yoktur!
Sokakta yolun ortasından yürüyeni korna çalarak ikaz etmekten korkar hale geldik; adamın nasıl reaksiyon göstereceğinden korkuyoruz…ya „küfrederse“… o zaman ne olacak sorusu beynimizi kurcalamaktadır.
Her gün açık verdiğimiz harcamalara nasıl cevap bulabiliriz? 5 kuruş kazanıp 10 kuruş harcamakla nereye gittiğimizin hesabını nasıl vereceğiz?
Binlerce şükür olsun yüce Tanrı’ya, ülkemizde iyi şeylerde oluyor.  Oluyor da, kötü yapılanların ağırlığı fazla geldiği için iyileri düşünmeye zamanımız kalmıyor.
Allah’tan neyi ne zaman ve nasıl isteyeceğimizi bir öğrenebilsek belki yardımcımız olurdu.
Sorumsuz medyanın sayesinde; Noel babadan neyin nasıl isteneceğini çocuklarımız nasıl olsa “bedava“ öğreniyorlar
Başka ne kaldı ?
Bir şey daha ekleyeyim de yazıyı bağlayalım.
2015 yılında Osmanlının arkada bıraktığı ağır bir miras olan Ermeni sorunu; 2015 yılının en sıkıntılı günleri olacağını şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.
Umutlar bizlere en son veda edenlerdir !…diyerek yazıyı kapatalım.
Yeni yılınız kutlu olsun, sevgiyle kalın!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
02 Ocak 2015

 

13 . YILINDA 11 EYLÜL: ARTIK HİÇ BİR ŞEY ESKİSİ GİBİ DEĞİL VE OLMAYACAK

11eylül>> Büyük Orta Doğu projesi uygulamaya konuldu. Bazı eş başkanlık makamları dağıtıldı. Eş başkanlar göğüslerini gererek „askerde onbaşı olanlar“ gibi şahlanarak bu unvanla toplumun önüne çıktılar. Ve acemi birliğinde yemin merasiminden sonra komutanı alkışlayanlar gibi de alkış topladılar.<<

„Evet…11 Eylül 2001 bir milattır. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak!“

Amerika Birleşik devletleri 11 Eylül 2001 sabahı kendinin bile farkında olmadığı yeni bir geleceğe uyandı. Artık ne ABD. nede dünya, hiç bir zaman eskisi gibi olmayacaktı.

Birinci Körfez savaşında Suudi Arabistan’a yerleşen Amerikan askerleri, El Kaide örgütünün başı olan Bin Ladin tarafından kabul edilemez olarak görülüyordu.

Afganistan’da Sowyetler istilasına karşı Amerika tarafından destek verilerek kurulan El Kaide örgütü, şimdi de Amerikan askerlerinin Suudi Arabistan’dan çekilmelerini ısrarla istiyordu. Olayların detayı çok geniş ve çok da farklı olarak 13 Yıldan beri tartışılmaktadır. Tartışılması gereksiz olan bir şey varsa, o da; artık hiç bir şeyin 11 Eylül 2001 öncesi gibi olmayacağıdır. New York Dünya Ticaret merkezine yapılan saldırı, dünyadaki tüm dengeleri, yaşam ve düşünce düzenini bozacaktı.

Önce; El Kaide’nin eğitim alanları olan Afganistan saldırıya uğradı…detayları herkesçe malum. Sonra Irak’a yapılan birinci Körfez savaşının yarım kalan bölümü oğul Bush tarafından tamamlandı…detayları malum.

Karşı taraf da durmuyordu. Madrid’de Tren havaya uçuruldu. Londra’da, İstanbul’da ve daha bir çok yerlerde saldırılar düzenlendi.

Günlük yaşamda her şey kontrol altına alındı. Hava alanlarında yoklamalar hayal edilemeyecek kadar zorlaştırıldı.

Hüviyetler değiştirildi.

Artık herkes; özellikle İslam dünyasının vatandaşları tüm dünyada şüpheli bir duruma geldi. Artık o gülen, dans eden toplumlar gülüp oynamaktan çekinmeye başladılar.

Dünya ekonomisi değişti. Büyük Orta Doğu projesi uygulamaya konuldu. Bazı eş başkanlık makamları dağıtıldı. Eş başkanlar göğüslerini gererek „askerde onbaşı olanlar“ gibi şahlanarak bu unvanla toplumun önüne çıktılar. Ve acemi birliğinde yemin merasiminden sonra komutanı alkışlayanlar gibi de alkış topladılr.

BOP projesinin ön gördüğü gibi Arap dünyası yeniden dizayn edilmeliydi. Ancak; Afganistan ve Irak’ta olduğu gibi dışarıdan asker göndererek değil; çünkü bu hem pahalıydı, hemde insanı yatırım gerekliydi. İslam dünyası kendi kendini sözde demokrasi ve özgürlükler adına karıştırılmalıydı. Ne yazık ki; cehaletin esaretinden kurtulamayan Orta Doğu insanı bu tuzağa düşerek batının bu oyununu göremedi ve kendi içlerinde çıkardıkları isyanlarla kan dökmeyi uygun buldular.

Ne yazık ki bu proje günümüze kadar başarıyla uygulanmaktadır ve sonu belli olmayan; ama her haliyle Batının istediği gibi sonlanacağını söylemek kehanet olmasa gerek.

Ve daha buraya sığmayacak kadar toplum değişikliğine uğradığımız dünyada, herkes korkuyla yatıp kalkarken: Adına “ARAP BAHARI” dedikleri sözde demokratikleşme isyanları başladı. Demokrasiyi getirmek isteyenler ise…paradoks olarak; diktatörlerle, Sultanlarla beraber çalışmayı utanç olarak algılamadılar.

Arap baharına direnen Suriye başkanı Beşar Esad bir zamanlar dostumuz iken, birden düşmanımız oldu. Beşar Esad’ın direnmesi; IŞID denen terör örgütünün ortaya çıkmasının zeminini hazırladı. Batının bu örgüte karşı yarı istekle karşı çıktığını izlemek ise, üstteki düşüncelerimi daha da onaylamakta olduğunu esefle takıp ediyorum.

Beşar Esad bir diktatördür değildir, bu ayrı bir tartışmadır. Saddam Hüseyin’de bir diktatördü ama ülkesinin bütünlüğünün garantörü idi. Günümüzde Irak parçalanmış ve tüm enerji kaynakları uğruna savaşlar devam etmektedir. Tekrar Suriye’ye dönersek;

Suriye düştüğü an, sırada Türkiye vardır. En azından bunu görmek zorundayız.

Biz yine 11 Eylül olayına dönelim.

New York ticaret merkezine yapılan saldırı bir trajik kriminal olaydı. Kabul edilemez bir saldırıydı. Binlerce suçsuz İnsanın ölümüne sebep olmuş bir terör saldırısıydı ve öyle muamele görmeliydi.

Ne var ki; zamanın ABD. başkanı oğul Bush ve çalışma takımı için bu durum öyle görülmedi ve İslam dünyasına savaşlar başlatıldı. Aranan sebep bulunmuştu, değerlendirilmeliydi.

Çünkü: Sowyetler birliğinin dağılması, dünya dengelerinin de bozulması demek ti. Yeni bir “düşman bulunmalıydı”. Bu da; ne yazık ki İslam dünyasının yardımlarıyla gerçek oldu.

Yani…dünya lideri ABD Bush başkanlığında. düşman bulmakta hiçte zorluk çekmedi. Ezeli planlar devreye girerek Orta Doğu ve Orta Asya ABD hegemonyasının altına alınmalıydı. Bu proje tüm kan akımıyla devam etmektedir.

Evet…11 Eylül 2001 bir milattır. Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak!

Sevgiyle kalın.

Mehmet Nuri Sunguroğlu

11.09.2014

KİMSE KİMSENİN YANINDA OLMASIN, DOĞRUYU SÖYLESİN YETER!

Streit_480pxHepimiz biliyoruz ki, İsrail ile Filistin arasında yıllardır süren acımasız bir insanlık dramı yaşanmaktadır. Ve hepimiz biliyoruz ki, bu yaşanan insanlık dramında iki tarafında suçu vardır; bir tarafın az, bir tarafın daha çok.

Ve biz Türkler, inanç kültürümüzün doğrultusunda her zaman ezik olanın yanında olmayı kutsal saydığımız için ve üstelik Filistin halkının çoğunun Müslüman olması nedeniyle de her zaman onların yanında olmak istedik. Bu durum çok doğal bir refleks olsa da; doğruluğu tartışılmalıdır.

Elbette ki Filistin halkına haksızlık yapılmaktadır. Bu haksızlık yeni de değildir. İsrail devleti kurulacak olduğu zaman, 1948 yılında, Filistin’de iki devlet statüsü ön görülmüştü. Birleşmiş Milletlerin bu planı önce Araplar tarafından ret edilmiştir. Buna rağmen Birleşmiş Milletler bu kararı gerçekleştirmek için hala yükümlüdürler. Ancak Hamas gibi tüzüğünde Yahudi devletine yaşama hakkı tanımayan bir manifesto ile Filistin halkı kendilerini dinleyecek hiçbir kurum bulamazlar!

Kimse kimsenin yanında olmasın, doğruyu söylesin yeter!

 

1)            İsrail soykırımına doğru gidiyor. Bu plan uzun vadelidir. Amaçları; Tevrat’ta sözde vaat edilen coğrafyaya hâkim olmaktır. Bu plan Büyük Orta Doğu (BOP) planıdır. Bu plan için Orta Doğu yansa da, onlar için hiçbir şey hedeflerini şaşırtmayacaktır!

2)            Avrupa ise; tarihinden utanarak İsrail taraftarı olsa da, uyumlu Filistin halkına yardım etmeye hazırdır. Merhum Yaser Arafat’ı ve devamı olan Mahmut Abbas’ı tanımış olmaları bunun kanıtıdır!

3)            Amerika güçlü olsa da, İsrail konusunda bir şey yapacak durumda değildir. Para muslukları Yahudilerin elindedir. Birde, Bil Clinton’un büyük çabalarla bir araya getirdiği İsrail Filistin antlaşmasının Filistin tarafından ret edilmesi vardır. Amerikalılar bunu da unutmuş değildirler!

4)            Hamas tribüne oynamaktan vaz geçerek, halkını Gazze hapishanesinde esaret altına alarak İsrail’e savaş sebebi vermekten kaçınarak, çözümü uluslar arası platformlara taşımalıdır. Ancak bundan önce tüzüğünü değiştirmek zorundadır. Bu günkü tüzüğüyle, kendilerini dinleyecek hiçbir kurum bulamazlar!

5)            Hamas Filistin halkının bölünmüşlüğünden vaz geçerek, tarihi hatasını acilen düzeltmelidir!

6)            Hamas; şu anki mevcut tüzüğüyle, dünyada hiçbir devleti Filistin davası için kazanamaz; tüzüğünü acilen düzeltmelidir!

7)            Hamas’ın başında olanlar; >>“Bu Yahudileri ümmetin önünde diz çöktüreceğiz”<< sloganıyla Gazze’ye sıkışmış olan Haktan alkış alabilir ama Filistin halkı için hiçbir şey yapamaz; aksine, İsrail bombalarını halkının üzerine çeker!

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

19.07.2014

GAZZE SAVAŞINI İZLERKEN, BAŞKA NE GÖRÜYORSUNUZ?

3lükoalisyon10 günden beri Gazze’yi havadan vuran İsrail, kara harekâtıyla savaşın şiddetini artırarak, Hamas’ın alt yapısını tamamen yok etmek kararında ısrarlı olduğunun altını çizmektedir. Ajanslar ise; 20 üzerinde Filistinlinin ve bir İsrail askerinin öldüğünü bildiriyorlar.

İsrail ile Hamas arasındaki savaş, sadece Gazze’de değil, sosyal medya üzerinden de tüm şiddetiyle sürüyor. Her iki tarafın da twitter üzerinden yaptıkları paylaşımlar gösteriyor ki, bu savaş öncekilere benzemiyor. İsrail sayaçları, Hamas’ın attığı raketleri sayarken, Hamas’ın sayaçları öldürülen Filistinlilerin sayılarını paylaşıyor. En son baktığımda İsrail’in sayaçlarında 1248 Hamas raketine karşılık, Hamas’ın sayfasında 191 Filistinlinin öldüğü görülüyordu. (Savaşın 9 günüydü)

Bu savaşta bundan daha önemli olan bir başka durum ise; Mısır ve Suudi Arabistan ile İsrail arasındaki beraberlik. Bu durum resmi olmasa da, gözden kaçması da mümkün değil.

Batı gözlemcilerine göre; 2009- 2012 Gazze savaşlarında İsrail’i şiddetle kınayan Mısır ve Suudi Arabistan, bu savaşta susmayı tercih ediyorlar. Arap dünyasının bu iki büyük devletinin bu davranışı nasıl izah edilebilinir? Mısır’ın Gazze kapılarını açmaması başka nasıl izah edilebilinir?

Bence bu beraberliğin arkasında yatan sebep; Arap dünyasının her iki büyük devletinin Hamas’ın ana besleyicisi olan Mısır’daki Müslüman kardeşlere karşı olmalarıdır. İkinci sebep ise; Amerikan İran yaklaşımı olarak düşünülmelidir. Mısır’daki darbenin destekleyicisi olan Suudi Arabistan, Müslüman kardeşlerin bir gün kendi krallıklarının da taşlarını sallayacağından korkmaktadırlar. Bunu Mısır’daki darbeye yaptıkları petrol-dolar yardımlarından anlamak mümkündür. Bu yardımı alan darbeci Mısır hükümeti de, Suudi Arabistan’ı desteklemekten başka bir çözüm üretmekten acizdir.

İsrail, Mısır ve Suudi Arabistan arasındaki resmi olmayan bu üçlü koalisyonun asıl hedefi ise; İran’ın olası bir Amerikan İran anlaşmasında, Orta Doğuda güç kazanmasını önlemektir.

Siz başka ne görüyorsunuz? Tartışma açıktır, buyurun!

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

18.07.2014

GAZZE’DE ÖLENLERİN SORUMLULARI KİMLERDİR?

hamas raketenweideDeğerli okurlarım,

Yaklaşık 70 yıldır süregelen Filistin’deki insanlık dramı, yeniden kan akımıyla devam ediyor.

Bu nasıl bir meseledir? Bu dünyanın düzeni yok mudur? Herkes haklı mıdır? Herkes haksız mıdır?

Yazıyı uzunca yazmaya gerek olmadığı gibi, geniş bir analiz için de bu sayfalar yeterli değildir.
1) Mısır’daki Müslüman kardeşlerin güç kaybı, Hamas’ında güç kaybına sebep olmuştur. Bu kaybolan gücünü kurtarmak için; Hamas kendi halkını esir alarak İsrail’e karşı kalkan olarak kullanmakta olması, Hamas’ın Filistin halkı için yapacağı en kötü bir durumdur.
2) Hamas, kendileri tarafından bölünmesine sebep oldukları Filistin halkının birliğini yeniden düzelterek, yapmış oldukları tarihi hatayı ortadan kaldırıp, Filistin halkının beraberliğinin yeniden sağlanmasını oluşturmalıdır. Tüzüğünde ret ettiği uluslar arası barış girişimlerini desteklemelidir. Silah zoruyla kazanamayacağını bildiği macera yolunu bırakarak, diplomatik girişimlere ağırlık vermelidir.
3) Hamas; kendine güç saydığı raketlerin İsrail’e boyun eğdiremeyeceğinin bilincinde olarak; en uzun mesafesi 160 km olan bu raketlerle; üstelikte İsrail’in güçlü füze savunması karşısında İsrail’i tahrik ederek savaş sebebi oluşturmamalıdır.
4) Gelelim İsrail’e. İsrail hükümeti kullanmış olduğu askeri güç ile hedefin çok ötesine geçerek sebep oldukları ölümlerin insanlık suçu olduğunu bilmelidirler. Filistin halkının hakkı olan özgür devlet olmak şansının önünde durmamalıdır. İstila ettiği Arap topraklarını boşaltarak, 1967 sınırlarına razı olmalıdır. Birleşmiş Milletlerin 1948 yılındaki iki devlet statüsünü kabul ederek, Filistin halkının hakkını gasp etmekten vaz geçmelidir. Anayasasındaki: “Kudüs İsrail’in bölünmez başkentidir.”maddesini düzeltmelidir. Bunları yapmadığı süre, bu dava için ölenlerin, gerek Filistin, gerekse İsrail tarafından olsun; asıl sorumlusu olduğunu bilmelidir.
5) Başta Amerika olmak üzere, Avrupa birliği ve dünya Yahudi lobisi, İsrail’e verdiği desteği durdurmadığı süre, Gazze’deki ölümlerden sorumludurlar.
6) Arap birliği (eğer varsa) Filistin halkına geniş kapsamlı olarak maddi destek vererek, Filistin halkının gelişiminde destek olmadıkları süre, Gazze’deki ölümlerden aynen sorumludurlar. Gerekirse, rizikoya girmekten kaçınmayarak, 1973 yılında yaptıkları gibi; petrol ambargosunu düşünmelidirler.
7) Rusya ve diğer Kafkas ülkeleri gibi, Orta Asya ülkeleri de, diplomatik yolları zorlamadığı süre, Gazze’de yaşanan ve sonu belli olmayan bu felaketlerden sorumluluk paylarının olduğunu bilmelidirler.
8) Osmanlı’nın mirasına el koyan İngiltere, Filistin halkı için daha fazla sorumluluk üstlenmediği süre, Gazze’deki insan kıyımından sorumludurlar.
9) Türkiye Cumhuriyeti, İsrail Filistin arasındaki bu insanlık dramında içe dönük sloganlar yerine, daha aktif olarak uluslar arası platformlarda boy göstermelidir. İsrail ile ilişkilerini dondurmayı dahi göze almalıdır. İsrail’in Orta Doğuda daha fazla güç sahibi olmasının Türkiye için de yarınların tehlikesi olduğunun bilincinden hareket ederek, Orta doğu politikasını yeniden masaya yatırmalıdır. Kurulacak olan Kürt devletinin İsrail için en büyük kazanç ve Türkiye için en büyük kayıp olacağının bilincinde olarak, boğduğu kendi askeri gücüne yeniden nefes almak şansının zeminini hazırlayarak, yaptığı hatayı düzelterek, Orta Doğuda gerçek bir denge gücü olduğunu ortaya koymalıdır. Tüm bunları göz ardı ederek, iç siyasette bazen çok lüzumsuz olan çekişmelerde sarf edilen enerjiyi yeniden kazanabilmek için, her konudan bir vazife çıkarmayacak kadar soğukkanlı olmalıdır.
10) Sonuç: Gazze’deki bu savaşın sonunda fazla bir şey değişmez. Ölenler ölür. Hamas attığı raketleri yeniden alır. İsrail yaptığı savaş harcamalarını birilerine fatura eder. Ve Dünya kendi utanması gerektiği bu insanlık dramından pay çıkarmadan yoluna devam eder. Bizlerde kabul olmayacak dua ve beddualarımızla, bazen gözyaşı, bazen de hırsla olayları kısa zamanda unuturuz… Her zaman olduğu gibi!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
13.07.2014

KAPİTALİZMİN RUHU, SOSYAL PAZAR EKONOMİSİ VE DÖRDÜNCÜ YOL

sömürüDüşünmek, insanı diğer varlıklardan ayıran çok önemli bir hazinedir. Biz bu hazineyi ne kadar kullanıyoruz?

Düşünmenin tarihi, insanın varlığıyla başlasa da, bilimsel olarak bir kaç bin yıldan eski olmadığını zamanın düşünen insanlarının arkada bıraktığı miras-sal bilgilerden bilmekteyiz.

Düşünmenin milyonlarca şekli ve türü olmasına rağmen; genelde iki türlüdür diyenlere katılsam da; günümüzde uygulanan üçüncü yol düşünme tarzı, İnsanlığa verdiğinden daha çok aldığı açıkça görülmektedir.Yoksa; şu an dünyada ve ülkemizde yaşamış olduğumuz bu kadar karışıklıklar olmazdı.

Düşünceyi, ya da düşünmeyi; Özgür ve dogmatik olmak üzere ikiye ayıran düşünürlerin haklılığı inkar edilemez. Özgür düşünce; olayları eleştirel bir düşünce ile araştırıp sonuca varmaya çalışan düşüncedir.

Dogma düşünceler ise, güçlü bireylerin; toplumu kendi istediği yöne yönlendirmeye zorlayan bir düşünce tarzıdır. Yani tek tip  insan türü bir toplum oluşturmaktır.

Tarihte bir çok örnekleri olan dogma düşüncelerin sonunda felaketler kaçınılmaz olmuşlardır. Almanya’da bir Hitler, İtalya’da bir Mussolini, Sovyetler birliğinin Lenin ve Stalin’i, Çin’in Mao’su, ürettikleri dogmalarla ülkelerinde felaketlere yol açan kişilerdir. İspanya’nın Franko’su son Yıllarında özgür düşüncenin değerini anladığı için, ülkesini kendi uyguladığı dogma yönetime bırakmamıştır. Günümüzde bu dogmalar yıkılmış görünüyorsa da, bir çok ülkelerde devam etmekte olduğunu biliyoruz.

ÜÇÜNCÜ YOL

Yaşadığımız çağda uygulanmakta olan „hybrid-düşünce sistemi“…yani; iki düşüncenin karışımlı hali olan üçüncü düşünüş yolu ise; dogma ve özgür düşüncenin karışımından meydana gelen “yumuşak, ama acımayan” düşünce sistemidir. Bunun adı da kapitalizmdir.

Kapitalizm kelimesi ise; yine o bilinen yumuşak düşünce ilkesiyle “liberal ekonomi/ serbest piyasa ekonomisi” olarak değiştirilmiş ve insanlardan bilinen sömürücü yüzünü saklayarak modernize edilmiştir.

Günümüzde iş veren firmaların bir çoğu borsalarda kayıtlıdır. Onların amacı ise; işçisinin emeği üzerinden ortaklarına her Yıl daha fazla kar payı verebilmektir. Çünkü; firmaların yönetim başkanlarının kaderi de, ortakların seçimine bağlıdır. Demektir ki; iş verenler, işçileri için duymak zorunda oldukları sosyal sorumluluk düşüncesinden uzaklaşmışlardır. İşte kapitalizm düşüncenin kara yüzü de budur.

Yumuşak görünen karakteriyle tehlikesini saklamasını çok iyi bilen bu düşünce tarzı, yıllardan beri tartışmaya açılmış olsa da, kolayca değişeceğe de benzemiyor. Yumuşak düşüncenin kökünde “hakkına” razı gelmek kültürüne yer  olmadığı için, güçlünün mazlumu talan ve sömürüsü kaçınılmazdır.

Bu düşünce tarzı, güçlünün güçsüzü yumuşakça esir almasıdır. Yumuşakça teslim olmayanları ise, zoraki teslimiyete zorlamaktır ve adını da demokrasi ihracatı koymuşlar.

Bunun en bariz misallerini Afganistan, Irak ve Arap baharı maskesiyle halkların ayaklanmasının nasıl organize edildiği belleklerimize yer etti.

Ülkemizde ise, her gün yaşadığımız ve son olarak Soma faciasının arkasından ortaya çıkan iş güvenliğinin ne kadar ihmal edildiğini; sanki felaketi davet edercesine iş ve İnsan güvenliğinin ne kadar ilkel bir durumda olduğunu maalesef gördük ve yaşadık.

Sermaye pazarında ise, uzakların yakın olduğu Globalleşme prosedüründe yumuşak düşüncenin emekçiye verdiği sus payı olan günlük yevmiyesi, insan onuruna yakışmayan asgari ücretle ölçülmektedir. Sesini çıkarmak isteyene karşı kullanılan silah ise, yumuşak düşüncenin oluşturduğu sosyal düşünce sorumluluğunu devre dışı bırakan; “istersen çalış” cevabıdır.

Bu “yumuşak” düşünce türünün tehlikesi ise; düşünenleri düşünmeye ihtiyacı olmadığını onlara kabul ettiren/ettirmek isteyen, tahammülü kısıtlı olan, „yumuşak dogma“ düşüncedir. Bu düşünce tarzı, bu gün dünyada geçerliliğini hala korumakta olan yumuşak ve gülerek ısıran düşüncedir. Öteki düşünme şekillerinden daha da tehlikelidir. Çünkü; içerisinde yalan ile yanlışı ayırabilmenin zor olduğu bir düşünce şeklidir.

Riyakar yönetimlerde görev alan, etek öpenlerin, sendikaların pes ettiği, basının susturulduğu, Üniversitelerin konuşmadığı bir dünyada, yumuşak düşünce ile yaşamak zor olduğu düşünülse de; başka bir yol olmadığı için katlanmaktan başka da bir çare görülmüyor gibi olsa da, çözümü olmayan bir durum da değildir!

DÖRDÜNCÜ YOL

1960 lı yıllarda Federal Almanya Şansölyesi Ludwig Erhard’ın ortaya attığı “Sosyal Pazar ekonomisi”( Social Market Economy / Soziale Marktwirtschaft) olmasaydı, Almanya adaletli kalkınmaya ulaşamaz ve refahın zirvesini de yakalayamazdı.

Bundan 50 Yıl önce dördüncü yolu çizen ve pratikte uygulamasını da başarıyla zirveye taşıyan; aynı zamanda bir ekonomist ama, kapitalist olmayan Ludwig Erhard, günümüzün sorunlarını görür gibiydi. Yaşa ve yaşat düşüncesi onun rehberi olmuştu.

 

Ne yazık ki; bu dördüncü yol olarak benim de hayal ettiğim “Sosyal-Pazar ekonomisi” devre dışı bırakılmıştır.

 

Devre dışı bırakılan bu dördüncü yol; yeniden yaşama geçirilmelidir!

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

19.05.2014

Not:

Soma faciası nedeniyle 19 Mayıs için ayrıca bir paylaşım yapmak içimden gelmiyor.

Tüm milletimizin bu Yıl buruk geçen 19 Mayıs bayramını içtenlikle kutluyorum…sevgiyle kalın!

 

AFGANİSTAN

Afghan villagers gather at the site of a landslide at the Argo district in Badakhshan

AFGANİSTAN

Sanki toprağına acılar ekilmiş Afganistan’ın.
Bitmeyen acıların tohumları dökülmüş ovalarına.
Mevsimler beklemeyen;
Her mevsimde yeşeren,
Acılı tohumlar ekilmiş tarlalarına.
İçerde savaş baronları;
Dışardan düşman bombaları…
…ve yaralı yürekler.

Afganistan…

Otuz beşinde şimdi;
Rus bombalarının açtığı çukurlara dikilen ağaçlar.
On beşini dolduracak Amerikan çizmesinin izleri.
Açlığı ekmek;
Acıyı katık yapan yaralı yürekler.
Peştun’iyle Tacik’iyle.
Hazara’sı Özbek’iyle.
Beluci’si Türkmen’iyle.
Ezilmeyen benliğiyle…
Dik yürüyen yiğtlerin diyarı…

Afganistan…

Soğuk olur Hindukuş’un dağları
Yağmurludur Pamir’in yaylaları
Geçit vermez Amu Derya suları
Kurak olur tarlası ovaları
Afganistan…
Doğasında saklı olan felaketiyle
Sanki bir başka diyar, sanki bir başka dünya…

…Afganistan
Açlığı ekmek
Acıyı katık yapan yaralı yüreklerin diyarı…

Mehmet Nuri Sunguroğlu
04.05.2014

 

DÜNYA SİLAH SANAYİ VE ÖLDÜRÜCÜ İSTİHDAM

dunya silahDeğerli okurlarım,

Dünya silah sanayi her yıl ortalama olarak bir trilyon dolar miktarında silah üretiyor. Üretilen silahlar, bu silahları üreten ülkelerde önemli istihdam oluşturduğu bir gerçek. Kendi refahları için ürettikleri silahları kriz bölgelerine satmaları yasak olmasına rağmen; her üreten firma bunun bir yolunu bularak silah ticaretinden payını almaya çalışıyor.
Dünya silah sanayini elinde tutan ülkelerin başında ABD,Rusya,Almanya olduğu gibi daha bir çok ülkeler bu pastadan payını almaya çalışmaktadır. İşin paradox (zıt) tarafı ise; aynı ülkeler her gün insan haklarını tespih çekercesine dillerinden düşürmezler. Yine bu ülkelerdir ki…dünya düzenini kendi istedikleri yöne çevirmek için bir an bile zaman kayıp etmeden bu silahları kullanmaktan tereddütleri olmaz.
Bu üretilen silahların yılda ne kadar insanın hayatına mal olduğunu sadece tahmin edebiliriz. Gerçek sayılarını hiç bir zaman öğrenmek şansımız olmayacaktır.

Yakın tarihimizde yaşanan savaşların sadece bir tanesini haklı olarak görebilmek mümkündür: Sırbıstan (eski Yugoslavya) savaşına haklı olarak müdahale edilmiştir. Saray Bosna’da Sırbıstan hükumetinin uyguladığı çirkin ve gaddarca soykırımına bir son verilmeliydi.
Afganıstan ve Irak savaşları siyasi düşüncenin sebep oluşturduğu savaşlardır. Bu düşüncelerin temelini oluşturan; başta petrol olmak üzere daha bir çok yer altı kaynakları, yayılma ve pazar oluşturmak politikasıdır. Ayrıca orta doğuda etkin olmak ve Orta doğu halklarına: “Sizler burada oturuyorsunuz ama, hakimiyet bizdedir” sinyallerini sürekli olarak vermektir.
Dünya milletler hukukuna tamamen aykırı olan bu savaşlar, milyonları aşan can ve mal kaybına sebep olmuştur. Yüz binlerce insanın yurdunu terk etmek zorunda kalmış olduğu bu savaşlarda, insanlığın insana ne kadar değer verdiğinin bir ölçüsü olarak görülmelidir.
Ya savaş sonrası?
Sözde demokrasi getirdikleri bu ülkelerin insanları… baskın yapanlar gittikten sonra yaşamlarını nasıl devam ettireceklerdir?
Örnek olarak baktığımızda komşumuz Irak bunun bir canlı örneğidir. Üç gruba Parçalanmış bir Irak ve yüreklerinde nasırlar oluşmuş bir Irak halkı bırakılmış arkada. Ülkenin fiziki nasırları bir kaç yıl sonra tamir olsa bile…bu yeterli olmayacaktır. Daha nice yüz yıllar devam edecektir Irak’lı komşumuzun geleceğini oluşturacak olan gençliğinin yüreğinde oluşan nasırlar.
Tarihin defterinde bir not olarak kalacak olan Irak savaşı, binlerce işçiye iş alanı açtığı için; Irak savaşı yıllarında silah sanayinde çalışanların müreffeh bir yaşamı olduğu hatıralarda kalacaktır.
Dünya silah sanayi bu ölümleri varsayım olarak kabul etmektedir. Her gün daha da korkunç ve öldürücü silahlar üreterek, zayıf olan ülkeleri egemenlikleri altında tutmaya devam edeceklerdir. Her savaşın aldığı canlar, söndürdüğü aileler ve açtığı maddi zararlar bir kaç sermaye düşkününün cebini doldururken, iç piyasada istihdam oluşturarak yaşam standartlarına ve refaha katkısı olmaya devam edecektir.
Bu azgınca üretimin tüketim pazarı ise; örnek olarak söylersek ; geri kalmış ülkelerdir. Gelişmemiş ülke halklarını despot rejimlerinden sözde kurtulma çabasıdır. Ne var ki…bu despot rejimler yine emperyalist güçler tarafından önce desteklenerek yıllarca devletin başında kalmaları sağlanır ve istenildiği zaman halk kışkırtılarak ayaklanmalar oluşturulur. Bunun yanında terörün önemli silah ihtiyacını da karşılayan silah sanayi ülkeleri; terörü lanetlediklerini de her gün durmadan haykırırlar. Her haykırışta iki yüzlülüklerini sakladıklarını sanan bu ülkeler, ne yazık ki dünya hakimiyetini de ellerinde tutmaktadırlar.
İnsanlık tarihinin gelişmesinde büyük katkıları olan Avrupa ve daha sonra ABD, geçmişteki sabıkalarından kurtulamayacaklardır. Refah uğruna gerekirse her şeyi üreterek yaşamlarını devam ettireceklerdir. Kör ve aydınlanmamış ülkelerin halkları da birer oyuncak olmaktan kurtulamayacaklardır.
….ve öldürücü istihdam geçmişte olduğu gibi, gelecekte de dünyayı yönetmeye devam edecektir. Her gün binlerce çocuğun açlıktan öldüğü bir dünya da…, açlık ve sefaletin esaretinden kurtulamayan insanların…”insanca yaşayabilmeleri” için sadece bir günde harcanan silah giderleri yeterli olurdu.
Savaşsız bir dünyada yaşayabilmek umuduyla…sevgiyle kalın.

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

06.04.2014