160 YIL ÖNCE KIRIM SAVAŞI VE ÇÖKÜŞÜN BAŞLANGICI

kirim_savasi_turk_piyadeleri_1854_senesi

 

 

 

 

 

[Tarihini bilmeyen milletler, geleceğini tayin edemezler]

Aslında 163 yıl önce başladı Kırım savaşı. İlk bakışta Osmanlı Rus savaşı olarak görülse de, zamanın devleri arasında olan bir savaş olarak tarihte yerini almıştır. Osmanlı devletinin bu savaştan galip çıkması, aynı zamanda çöküşün başlangıcı olmuştur. Zira Osmanlı devleti bu savaşı Avrupa’nın güçlü devletleri sayesinde kazanmıştır. İşin acı tarafı ise; galip olduğu bu savaşın sonunda 1856 Paris anlaşmasıyla mağlup duruma düşürülmesidir.
Çoğu hastalıktan, 750 bin insanın hayatını kaybettiği bu savaşın bir başka önemi ise, ilk defa modern savaş silahlarının yanında, döşenen demir yolları, telgraf donatımı, ve tarihin ilk savaş resimlerinin de günümüze ulaşmasıdır. Resimde Roger Fenton tarafından Osmanlı Türk piyadeleri görülmektedir.
Kırım savaşının sebepleri ise:
Rusların sıcak denizlere inme hayali, boğazlar üzerinde söz sahibi olmak isteği, Balkanlarda milliyetçiliğin artışı, Kudüs ve etrafındaki kutsal yerler üzerinde söz sahibi olmak hevesi, sonuç olarak Osmanlı devletinin yıkılması planları Kırım savaşının başlıca sebepleridir.
Avrupalıların Osmanlı devletinin yanında yer alması ise:
Rusya’nın Olası bu savaştan galip çıkması sonunda Rusya’nın daha da güçleneceği, Boğazlar üzerinde söz sahibi olacağı, Akdeniz’e inmesi, Balkanlarda ilerleyişi, zamanın Avrupa devleri İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı devletinin yanında yer almasına sebep olmuştur.
Müttefiklerin Kırım’a asker çıkarması sonucu Kırım savaşını kaybeden Rusya, ikinci Kırım savaşı için 1877 yılına kadar bekleyecekti.
Savaşın sonunda kağıt üzerinde galip olan Osmanlı devleti; 1856 Paris anlaşması ile mağlup duruma düşürülmüştür. Kırım savaşıyla Rusyayı durduran Avrupalılar, Paris anlaşmasıyla da Osmanlının çöküşünü hazırlayarak, Sevr anlaşmasının önünü açmıştır ki; 1856 Paris antlaşmasının önemli maddeleri de bunu göstermektedir.

Önemli maddeler:
[…]“Osmanlı Devleti bir Avrupa Devleti sayılacak ve toprak bütünlüğü Avrupa devletlerinin garantisi altında olacak.”

(Osmanlı Devletinin Avrupa devleti sayılması, Avrupa hukukundan yararlanması ve sınırlarının Avrupa devletlerince güvence altına alınmasının önemi ise aynı zamanda zayıflığının da bir belgesidir. Bu anlaşma ile kendi topraklarını koruyamayacak kadar güçsüz olduğu ortaya çıkan Osmanlı devleti, buna karşılık Rusya’ya karşı topraklarını garanti altına almış olması ise, ömrünün uzamasına vesile olmuştur.)

[…]“Karadeniz tarafsız bir bölge olarak tüm ticaret gemilerine açık, savaş gemilerine kapalı olacak. Osmanlı devleti ve Rusya Karadeniz’de donanma ve tersane bulunduramayacak.
Boğazlar, 1841 Londra Sözleşmesine göre yönetilecek. / Osmanlı Devleti ve Rusya işgal ettiği yerlerden geri çekilecek. / Eflak ve Boğdan’a özerklik verilecek. / Tuna nehrinin yönetimi bir komisyona bırakılacak ve ticaret gemilerine açık olacak. / Avrupa devletleri Osmanlı’nın yapacağı ıslahatlara karışmayacak.”

(Paris Konferansı esnasında Osmanlı Devleti, iç işlerine karışılmasını önlemek amacıyla Islahat Fermanını hazırlayarak konferansa sunmuştur. Rusya; Küçük Kaynarca ve Edirne antlaşması ile elde ettiği hakları kaybetmiştir. Osmanlı Devleti ilk kez Kırım Savaşı esnasında Abdülmecit zamanında 1854’de İngiltere’den borç almıştır. Sonraki dönemlerde alınan diğer borçlar zamanla ödenemez hale gelerek büyük yük olmaya başlamıştır. 1881 Muharrem kararnamesi ile dış borçların ödenmesinde yeni düzenlemeler yapılmış olsa da borçlar ödenemediği için; Avrupalı devletler alacaklarını tahsil etmek amacıyla Duyun-u Umumiyeyi kurdurarak Osmanlı Devletinin tüm gelir kaynaklarına el koymuştur. Bu borçlar Lozan anlaşmasıyla Osmanlı devletinden ayrılan devletlere paylaşılmış, bize düşen borcu da 1954 yılına kadar ödemişiz.)
Son alarak:
Kırım savaşında galip iken, neden mağlup muamelesi gördük?

Zira Avrupalı güçler savaşı Osmanlı için değil, kendi çıkarları için yaptıklarından dolayı, kendi çıkarlarına uygun maddeler koyarak Osmanlı devletini galipken mağlup duruma düşürmeyi başarmışlar.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
25.10.2016

AĞIR MİRAS 1915 ( 3 // 1 ) ERMENİ SOYKIRIM YALANI

ERMENI-3AĞIR MİRAS 1915 ( 3 // 1 )
ERMENİ SOYKIRIM YALANI // Prof. Dr. Justin Mc CARTHY

Prof Justin McCarthy, Austuralya / Melbourne Sempozyumu. 7 Aralık 2013: “1915 -1919 Döneminde Ne Oldu?”

GİRİŞ
Ermenilerin basın saldırılarına boyun eğmeyen, yazdığı eserler ve verdiği mücadele ile Türk milletine bir çok Türklerden daha çok destek olan Justin A. McCarthy kimdir?
19 Ekim 1945 yılında dünyaya gelen Justin A. McCarthy, Louisville Üniversitesinde ABD’li tarih profesörüdür. Uzmanlık alanları arasında Osmanlı İmparatorluğu, Balkanlar ve Orta Doğu tarihi bulunmaktadır.

McCarthy, felsefe okuyarak başladığı meslek hayatında zamanla tarihe yönelmiş 1967-1969 yılları arasında Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Ankara Üniversitesinde de görev yapmıştır. Doktorasını 1978 yılında Kaliforniya Üniversitesi’nde (The University of California, Los Angeles) tamamlamış ve daha sonra Boğaziçi Üniversitesi tarafından da fahri doktora ünvanına layık görülmüştür. Ayrıca McCarthy Türkiye Çalışmaları Enstitüsü’nün (Institute of Turkish Studies) yönetim kurulundadır.

Yazdığı kitaplarda, yüz binlerce Ermeni’nin ve en az bir o kadar Müslüman Türk’ün öldüğünü kabul etmekle beraber Ermeni soykırımı iddialarını reddeder. ABD’deki en büyük Ermeni kuruluşu olan Amerika Ermeni Komitesi ANCA ise McCarthy’nin Türk Hükumeti tarafından desteklendiği konusunda iddiaları vardır. Bu iddialar, McCarthy’i üzmüş ve “Bana göre bunların en kötüsü ise en nefret ettiğim şey olan politize olmuş milliyetçi bir bilim adamı olmakla suçlanmak olmuştur. Neden bunları söylediğime dair doğru olmayan sebepler uyduruldu. Annemin Türk olduğu, karımın Türk olduğu, Türk Devleti tarafından büyük paralar aldığım gibi. Bunların hiçbirisi doğru değildir, ancak doğru olsalardı bile yazılarımı bir parça etkilemeyecekleri; bir bilim adamının çalışmasına meydan okumanın yolu onun yazdıklarını okumak ve bilimsel bir çalışmayla karşılık vermektir, o bilim adamının kişiliğine saldırmak değildir.” diyerek yanıt vermiştir.

Meseleleri kimin başlattığı sorusu önemlidir. Hem ahlaki, hem tarihi yönden önemlidir… diyor Justin A. McCarthy.
Yüzyılı aşan bir savaş hali süresince Türkler ve Ermeniler birbirlerini öldürmüşlerdir. Öldürme eyleminin kimin başlattığı sorusu iyi anlaşılmalıdır, çünkü saldırganlık nadir olarak, fakat savunma hakkı her zaman haklı gösterilebilir. Kendilerini savunanların eylemleri zaman zaman savunma sınırlarını aşabilir ve tam bir intikama dönüşebilir. Bu, savaşta çok sık karşılaşılan bir durumdur ve eleştirilmemelidir. Fakat suçlanması gerekenler, savaşı başlatanlar, ilk vahşeti yapanlar ve kan dökülmesine sebep olanlardır. Meseleleri başlatan her zaman Ermeni milliyetçileri olmuştur. Ermeni isyancıları olmuştur. Suç daima onların üzerinde kalacaktır.
Prof. Dr. Justin Mc CARTHY

Tarihçiler gerçeği sevmelidir, gerçekleri saptırmadan vermelidirler diyor Justin A. McCarthy ve ekliyor.
Bir tarihçi sadece gerçeği yazmakla yükümlüdür. Tarihçiler yazmadan önce tüm ilgili kaynaklara bakmak zorundadırlar. Kendi ön yargılarını gözden geçirmeli ve bunların gerçeği etkilememesi için ellerinden geleni yapmalıdırlar. Ancak bundan sonra tarih yazmalıdırlar. Tarihçilerin temel ilkesi şudur: “Bir konuyu bütün yönleriyle ele al; ön yargılarını bir kenara bırak. İşte o zaman gerçeği bulmayı ümit edebilirsin.”
Tarihçiler her zaman bu ilkeyi izlerler mi? Hayır, fakat iyi tarihçiler gayret gösterirler.
Bir tarihçinin görevinin gereğini yerine getirip getirmediğini anlamanın yolları vardır. Tüm önemli ilgili kaynakları incelemelidir. Amerikan tarihi ile ilgili bir kitap sadece Fransızca kaynaklara dayanıyor, Amerikan kaynaklarından faydalanmıyor sa gerçek tarih olamaz. Önemli olayların hepsi dikkate alınmalıdır. Alman ve Yahudi tarihi ile ilgili bir kitap Holocaustta öldürülen Yahudilerden bahsetmiyorsa gerçek kabul edilemez. İnsana rahatsızlık veren olaylar, yanlış düşünce ve ön yargılarla uyuşmayan olaylar bir tarafa bırakılmak ve göz ardı edilmek yerine ele alınmalıdır.
Türk ve Ermeni tarihi ile ilgili yazılmış bir kitap Ermeniler tarafından öldürülen Türklerin tarihini ihtiva etmezse gerçek sayılamaz.
Bu gayet açık. O kadar açık ki zikretmek bile gereksiz. Fakat biz bunun zikredilmesinin gerekli olduğuna inanıyoruz, çünkü bir çok tarihçi doğru tarih yazmanın ilkelerini unutmuş.

Derleyen: Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.03.2015
Yazı devam ediyor, takip eyleyin !

YILIMIZ TAZELENDİ; YA İNSANLIK, ONUN DURUMU NASIL?

>>Bir şey daha ekleyeyim de yazıyı bağlayalım.

2015 yılında Osmanlının arkada bıraktığı ağır bir miras olan Ermeni sorunu; 2015 yılının en sıkıntılı günleri olacağını şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.<<
Yeni yıla girerken geleceğimiz için umutlarımızı tazeledik. Dilekler tuttuk, dostlarımıza başarılar diledik, daha neler istemedik ki…
Bazıları sokaklarda havai fişekler atarak yeni yılı kutlarken, bir başkaları komşu akraba ziyaretlerine gitti, bir ötekiler evde kalmayı tercih ettiler.
Farklı ortamlarda olsalar bile hepsinin ortak bir dileği olmuştur. Bu hangi dilektir bilmesi kolay olmasa bile, tahmin edilebilinir diye düşünüyorum. Ben kendimce her gün biraz daha kaybettiğimiz değerlerimizin bunların arasında olduğunu tahminlerim arasında görüyorum.
Gelişen iletişim teknolojisi dünyayı küçültmeye devam ederken, insanlar reel dünyadan uzaklaşmayı tercih eder hale gelmişler. Sosyal paylaşım sitelerinde sanal bir dünya oluşturarak bu dünyadan her gün biraz daha kopmaya devam ediyorlar.
Bir çokları kişiliklerini de saklayarak  sanal bir isimle dolaşmayı; anonim kalmayı tercih edenler arasında. Bir ötekiler, psikopat beynini ve ruhunu kontrol edemez halde; doktora gidecek yerde, sosyal paylaşım sitelerinde sorunlarına çözüm arıyorlar. Özellikle erkeklerin kadınları rahatsız etmesi bunların başında geliyor.
Havaya ve suya ihtiyacımızın olduğu kadar informatik haberlere de ihtiyacımız olduğu bilinen bir gerçektir. Ne var ki… insan bazen haber dinlemekten de korkuyor. Korkuyor, çünkü haberlerin iyisini sanki bizden “saklıyorlarmış” gibi geliyor insana. Bir başlıyor haberler; tabii bizde haberler bağırarak okunur(!) … insanın üzülmemesi imkansız.
Nerede ve kimler… kaç kişi ölmüştür?  Trafikte kaç kişinin ölümüne sebep olunmuştur? Gizli kameralar yine kimleri gözetlemiş, kimlerin telefonları hukuk dışı dinlenmiş, teröristler  Orta Doğu’da ne kadar İnsan öldürmüş;  ve daha bir çok haber „zenginliği“ evlerimize kadar her gün taşınmakta. Hele bir de magazin haberleri var ki; sanki olmazsa olmaz gibi bizlere sunulmaktadır…(!)
Dış haberlere gelince; onlar daha da düşündürücü.
Sowyetler birliğinin dağılmasıyla bozulan askeri denge dünya politikasına nasıl da damgasını vurduğuna 1990 lı Yıllardan beri hepimiz şahidiz. Sayısını bilemediğimiz insanların hayatını kayıp ettiği Afganistan ve Irak savaşları günümüzde yaşadığımız aktif savaşlar arasında belleğimizde kalacaktır.
Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de ki dışarıdan destekli iç ayaklanmaların aldığı ölü sayısı tahminlerin ötesine gidemeyecektir. Bu tespiti ne yazık ki boşalan silah depolarındaki listelerden elde etmek mümkün olmadığı gibi, onların yerine daha „modern“ daha öldürücü üretilen; kapital sermayenin cebini doldurucu olarak satışa arz edilen silahların sayısından da anlayabilmek mümkün olmayacaktır !
Birde İŞİD olayı var ki, hiç sorma gitsin. Müslüman olduklarını iddia ederek ne kadar Müslüman varsa hepsinin başlarını kesseler kana doymayacak kadar canavar bir ruh haliyle, Orta Doğu’da kan akıtıyorlar.  İslam dünyası da buna karşı tek ve en güçlü savunmayı; yıl başı kutlamalarının „gavur bayramı“ olduğunu iddia ederek halkı „gavur olmaktan“ korumaya uğraşıyorlar.
Ya Afrika…? Somali gibi kaç tane daha aç ülke var Afrika’da? Her gün binlerce çocuk açlıktan ölüyor . Silah fabrikaları bir gün üretimi durdursa dünyada açlıktan ölen çocuk kalmazdı.
Ya ülkemiz?
Yıllardan beri yaşadığımız terör olayları? Dışarıdan ve içeriden destekli PKK….ve süreç?
Ya ekonomi ? Başta kredi kartları olmak üzere vatandaşı yeteri kadar aydınlatmadan sunulan servisler görünürde kalkınma gibi olsa da; aslında bir makyajdan öteye değildir. Çünkü; üretim bizim değil, biz sadece tüketici olarak seçilmiş bir toplum olmuşuz.
Sorular bitmiyor ki; Pandoranın kutusu gibi açılınca arkası gelmiyor; insan bir an „insanlığın tedavülden“ çıktığını düşünüyor.
Medyamız ise kendi başına bir çelişki içerisinde. Eğitici programları mercek ile arar hale geldik. Bizleri…özellikle genç dimağları nasıl da etkilediklerini görmek insanın gelecekteki umutlarını karamsarlığa döndürüyor.
Ya seyircimiz; onlar ne yapıyor? Hiiiç…sofrada ne varsa yenilir misali sunulanı seyrediyor. Biraz kaba olacak ama… bazıları “tekrar” olarak verilenin üzerine yazılan “Özet” kelimesinin yanlış yerde kullanıldığının farkında bile değiller; üzücü ama…maalesef gerçek. Dünyanın hiç bir ülkesinde kendi diline bu kadar acımasız davranan başka bir millet düşünemezsiniz.
Ya geleneklerimiz…bizleri bağlayan, sosyal düzenimizi oluşturan „yazılmamış“ kanunlara ne oldu?
Hepsi birer birer, yine yazılmayan kanunlarla tedavülden kaldırılıyor. Yerlerine konulan yazılmış kanunlar ise hangi ölçüye dayanılarak biçilmiş olduklarını da anlamakta zorluk çekiyoruz. Bir çoklarını AB hevesimizden ötürü yürürlüğe koyarken sormayı unutuyoruz; „bu kanun bizim aile yapımıza uygun mudur“ diye ?
Eskilerde Otobüste trende, bir büyüğümüze yerimizi vermeyi bir onur olarak addeder dik; ya şimdi? …bırakın yer vermeyi, ayaklarını dahi toparlamak ihtiyacını hissetmeyen bir gençlik yetiştiriyoruz. Bir an düşündüğümüzde; insanlığın kendi kendini nasıl da bitirdiğini düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Bu bozulan sosyal düzenin çeşitli sebeplerinin başında şükür etmesini unuttuğumuz, batının unuttuğuna biz yeni olarak özendiğimiz, hatta bazı konularda kraldan daha kralcı olmamız geliyor.
Bütün bunları ve daha bir çok şeyleri anlamakta zorluk çekiyoruz.
Çekiyoruz… çünkü biliyoruz ki; tazelenmiş yeni Yıl da eskisinin devamı olacaktır. Yine cellatlar olduğu kadar kurbanlar da olacak ve insanlığın bunu engellemesi şöyle dursun; aksine, yangına ateşle koşar gibi davranacaktır ve masalarda ki haritalar üzerinde hesaplar yapılacaktır; nerede ve ne kadar petrol, ham madde vardır diye.
Bazen şükrediyorum ki…bizim ülkemizde göze çarpacak petrol kuyularımız yok diye.
Ve bunların yanında doğa felaketleri, mevsimlerin alışılagelmişin dışında oluşmaları; bunda da insanlığın payı az değil. Çevreye püskürttüğümüz kirletici maddeleri sadece gözümüzden uzaklaştırıyoruz, atmosferi bozarak geriye dönmelerinin hesabını yapmaktan aciziz.
Sanayimizde sanki kontrolsüzmüş gibi bir durum var; derelerimizde kirlilikten balık görmeye hasret kaldık. Oturum alanlarında arıtma tesislerinin sayısı yeterli olmadığı için ülkemizde haklı olarak bir “Fosseptik” çukuru kanunu vardır; gel gör ki uygulanmasında zorluk görülür. Kontrolsüz lağımlar derelerimize akar, akar gider…! Neyse ki… doğa felaketlerine katlanmanın en azından bir tesellisi var. Yukarıdan geldi ne yapalım diyoruz. Ya insanların insanlara yaptıklarına nasıl bir sebep bulabileceğiz. Ne koyalım bu insanlık dışı yapılanların adını?
Ya sevmek, sevebilmek, sevilebilmek?
Nezaket kurallarımızı, karşımızdakine davranmamızı unutanlar hiçte az değil.
Sevinebilmeyi unutmuşuz; sanki doymuşuz her şeye. Midemizin doyumu, giydiğimiz kıyafet, aldığımız oyuncakların doyumu esas açlığımızı gideremediğini bilmiyoruz.
Esas ihtiyacımız olan eğitimi dilden bırakmayız; teknik öğrenimlerimizi eğitim olarak kabulleniriz. Öğrenimin bir teknik bilgi edinmek olduğu gözümüzden kaçtığı için, onu “eğitim ve aile” terbiyesi ile karıştırırız…maalesef !
Eskilerimiz hatırlarlar; yolda giderken tanımadıklarımıza da selam verirdik. Şimdi selam verirken yanımızda şahit arıyoruz; olur ya adam „küfretme“ diye çıkışa-bilir korkusu var içimizde. Çünkü yazılı kanunlarda selam vermek mecburiyeti yoktur!
Sokakta yolun ortasından yürüyeni korna çalarak ikaz etmekten korkar hale geldik; adamın nasıl reaksiyon göstereceğinden korkuyoruz…ya „küfrederse“… o zaman ne olacak sorusu beynimizi kurcalamaktadır.
Her gün açık verdiğimiz harcamalara nasıl cevap bulabiliriz? 5 kuruş kazanıp 10 kuruş harcamakla nereye gittiğimizin hesabını nasıl vereceğiz?
Binlerce şükür olsun yüce Tanrı’ya, ülkemizde iyi şeylerde oluyor.  Oluyor da, kötü yapılanların ağırlığı fazla geldiği için iyileri düşünmeye zamanımız kalmıyor.
Allah’tan neyi ne zaman ve nasıl isteyeceğimizi bir öğrenebilsek belki yardımcımız olurdu.
Sorumsuz medyanın sayesinde; Noel babadan neyin nasıl isteneceğini çocuklarımız nasıl olsa “bedava“ öğreniyorlar
Başka ne kaldı ?
Bir şey daha ekleyeyim de yazıyı bağlayalım.
2015 yılında Osmanlının arkada bıraktığı ağır bir miras olan Ermeni sorunu; 2015 yılının en sıkıntılı günleri olacağını şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.
Umutlar bizlere en son veda edenlerdir !…diyerek yazıyı kapatalım.
Yeni yılınız kutlu olsun, sevgiyle kalın!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
02 Ocak 2015

 

100. YIL DÖNÜMÜNDE SARIKAMIŞ SIZISI BİTMİYOR

S-KAMISNasıl bitsin ki?
Sarıkamış felaketinin hakkında binlerce yazılar yazılmış; binlerce düşünceler ve binlerce sebepler ortaya atılmıştır. Bazıları Enver Paşayı suçlamaya çalışırken, bazıları da her nedense, ortaya yüzlerce sebep koyarak Sarıkamış harekatının o zaman ve o tarihte olmasının zorunlu olduğunu anlatırlar. Anlatmasına anlatırlar da; ordunun bu savaş için hazır olmadığını açıkça itiraf ederek bizleri de zeka imtihanına sokmaktan kaçınmazlar!
Yazıyı kısa tutacağım!
1) Osmanlı İmparatorluğunu bitiren İttihatçıların askeri bilgisi ve tecrübesi yeterli değildi.
2) Almanya ile aynı yatağa giren Enver paşa; binbaşılık tan Genelkurmay başkanlığına getirilmişti. Romantik dünyasına askerlik zanaatini henüz sığdıramamıştı.
3) Trablusgarp’ta kendisine hediye edilen bir ceylanın hastalanması üzerine, başucuna oturup ağlayacak kadar duygusal olan Enver Paşa’nın, binlerce vatan evladını “gözünü kırpmadan ölüme göndermesi” düşünülemez. Burada bir ihanet gibi düşüncenin yeri asla mümkün değildir; sadece askeri yeteneği olmayan bir Paşanın verdiği kararların acı faturasıdır Sarıkamış harekatında verdiğimiz acı zayiat.
4) Nasıl ki Mustafa Kemal kurtuluş savaşını geç başlattığında baskı altına alınmıştı ama; Paşa tüm diplomasi düşüncesini ortaya koyarak savaşın gecikmesini ve taarruz zamanının gelmesini beklemişti. Çünkü ordunun fanilası olmadığını biliyordu Mustafa Kemal. İşte Enver paşa bu yetenekten yoksundu.
5) Bu yetenekten yoksun olan Enver paşa; durumun genelini görememiştir ve orduyu felakete sürüklemiştir.
Enver paşanın görmesi gereken başlıca sebepler ki; aynı zamanda Sarıkamış harekatında aldığımız acı yenilginin de sebepleridirler.
a) Soğuk, açlık ve hastalık…ki; Sarıkamış Harekatında soğuktan ve açlıktan ölümlerin başlıca iki nedenleri gözle görülecek kadar açıktı… Görülmeliydi!
b) Taarruza katılan birliklerin hatırı sayılır bir kısmı, özellikle Arabistan’dan geri çekilen ve Güneydoğu Anadolu’ya sevk edilenl askerlerdi. Bu askerler, sıcak iklime alışık olup teçhizatları yönünden de kış şartlarına hazırlıklı değillerdi. Yani; ordu Sarıkamış’a kış günü yazlık elbiseyle gönderilmişti.
c) Harekat başlayacağı zaman, üçüncü Ordunun mevcudu 190 bin insan ve 60 bin hayvan idi. Bu mevcudun altı aylık iaşesi için takriben 88 milyon kilogram buğday, çavdar ve arpaya ihtiyaç varken, ordu ambarında yalnız 1 milyon 250 bin kilogram erzak ve zahire mevcuttu. [Kaymakam Şerif Bey’in Sarıkamış Anıları, sayfa 56]
d) Yine, 5. Kolordu’ya bağlı 31. ve 32. fırkalar, feci bir yanlışlık eseri olarak, havanın da sisli olması yüzünden, birbirlerine ateş etmişler ve 2 bin asker zayiat vermişlerdir. Bu durum da gösteriyor ki; ordunun koordine zayıflığı gözden kaçmıştır.
e) Ayrıca, 3. Ordu’ya en büyük darbeyi Rusların değil, tifüs, çiçek, humma, dizanteri, kolera, sıtma gibi salgın hastalıkların vurduğu, birçok tarihçinin ortak görüşüdür. Söz gelimi, Mart 1915 günü 3. Ordunun % 45’i hastalanmış, % 11 kadarının yakın kısmı da hastalıktan vefat etmiştir. (Kaynak: Tarihin Sarıkamış Duruşması, Dr. Ramazan Balcı, sayfa 103)
f) Sarıkamış Harekatı’na katılan askerlerin, “bizi Ruslar değil, bitler yendi” sözü, hiçbir zaman yabana atılmamalıdır.
Sonuç olarak varacağımız nokta:
Enver paşa hak ettiği bir kazanımla ordunun başına gelmemiştir. Saray damadı olması ve Almanya ile birleşerek savaştan güçlü olarak çıkmayı planlarken; Almanların planlarının Bakü petrollerine ulaşmak için Türkleri kullandığının  farkında olmadığıdır. Tecrübeli subayların uyarısını dikkate almayan Enver paşa; 90 bin değilse de, çokta az olmayan askerimizin şehit olmasına sebebiyet vermiştir.
Enver paşa; yaşamı boyunca Mustafa Kemal’i bir rakip olarak görmüş ve kıskanmıştır. Sonunda kıskandığı o paşa, ülkeyi yeniden kurarken; O; Enver paşa, Turan hayaliyle gittiği Pamir dağları eteklerinde; ne yazık ki, Ermeni çeteleri tarafından hayatına son verilmiştir.
Sarıkamış harekatında ve bu vatan için canını toprağa veren tüm şehitlerimizin mekanları cennet olsun. Bizlere bıraktıkları bu vatanın değerini bilmezsek; daha farklı felaketler yaşayabiliriz.
Mehmet Nuri Sunguroğlu
22.12.2014

 

AFGANİSTAN

Afghan villagers gather at the site of a landslide at the Argo district in Badakhshan

AFGANİSTAN

Sanki toprağına acılar ekilmiş Afganistan’ın.
Bitmeyen acıların tohumları dökülmüş ovalarına.
Mevsimler beklemeyen;
Her mevsimde yeşeren,
Acılı tohumlar ekilmiş tarlalarına.
İçerde savaş baronları;
Dışardan düşman bombaları…
…ve yaralı yürekler.

Afganistan…

Otuz beşinde şimdi;
Rus bombalarının açtığı çukurlara dikilen ağaçlar.
On beşini dolduracak Amerikan çizmesinin izleri.
Açlığı ekmek;
Acıyı katık yapan yaralı yürekler.
Peştun’iyle Tacik’iyle.
Hazara’sı Özbek’iyle.
Beluci’si Türkmen’iyle.
Ezilmeyen benliğiyle…
Dik yürüyen yiğtlerin diyarı…

Afganistan…

Soğuk olur Hindukuş’un dağları
Yağmurludur Pamir’in yaylaları
Geçit vermez Amu Derya suları
Kurak olur tarlası ovaları
Afganistan…
Doğasında saklı olan felaketiyle
Sanki bir başka diyar, sanki bir başka dünya…

…Afganistan
Açlığı ekmek
Acıyı katık yapan yaralı yüreklerin diyarı…

Mehmet Nuri Sunguroğlu
04.05.2014

 

DÜNYA SİLAH SANAYİ VE ÖLDÜRÜCÜ İSTİHDAM

dunya silahDeğerli okurlarım,

Dünya silah sanayi her yıl ortalama olarak bir trilyon dolar miktarında silah üretiyor. Üretilen silahlar, bu silahları üreten ülkelerde önemli istihdam oluşturduğu bir gerçek. Kendi refahları için ürettikleri silahları kriz bölgelerine satmaları yasak olmasına rağmen; her üreten firma bunun bir yolunu bularak silah ticaretinden payını almaya çalışıyor.
Dünya silah sanayini elinde tutan ülkelerin başında ABD,Rusya,Almanya olduğu gibi daha bir çok ülkeler bu pastadan payını almaya çalışmaktadır. İşin paradox (zıt) tarafı ise; aynı ülkeler her gün insan haklarını tespih çekercesine dillerinden düşürmezler. Yine bu ülkelerdir ki…dünya düzenini kendi istedikleri yöne çevirmek için bir an bile zaman kayıp etmeden bu silahları kullanmaktan tereddütleri olmaz.
Bu üretilen silahların yılda ne kadar insanın hayatına mal olduğunu sadece tahmin edebiliriz. Gerçek sayılarını hiç bir zaman öğrenmek şansımız olmayacaktır.

Yakın tarihimizde yaşanan savaşların sadece bir tanesini haklı olarak görebilmek mümkündür: Sırbıstan (eski Yugoslavya) savaşına haklı olarak müdahale edilmiştir. Saray Bosna’da Sırbıstan hükumetinin uyguladığı çirkin ve gaddarca soykırımına bir son verilmeliydi.
Afganıstan ve Irak savaşları siyasi düşüncenin sebep oluşturduğu savaşlardır. Bu düşüncelerin temelini oluşturan; başta petrol olmak üzere daha bir çok yer altı kaynakları, yayılma ve pazar oluşturmak politikasıdır. Ayrıca orta doğuda etkin olmak ve Orta doğu halklarına: “Sizler burada oturuyorsunuz ama, hakimiyet bizdedir” sinyallerini sürekli olarak vermektir.
Dünya milletler hukukuna tamamen aykırı olan bu savaşlar, milyonları aşan can ve mal kaybına sebep olmuştur. Yüz binlerce insanın yurdunu terk etmek zorunda kalmış olduğu bu savaşlarda, insanlığın insana ne kadar değer verdiğinin bir ölçüsü olarak görülmelidir.
Ya savaş sonrası?
Sözde demokrasi getirdikleri bu ülkelerin insanları… baskın yapanlar gittikten sonra yaşamlarını nasıl devam ettireceklerdir?
Örnek olarak baktığımızda komşumuz Irak bunun bir canlı örneğidir. Üç gruba Parçalanmış bir Irak ve yüreklerinde nasırlar oluşmuş bir Irak halkı bırakılmış arkada. Ülkenin fiziki nasırları bir kaç yıl sonra tamir olsa bile…bu yeterli olmayacaktır. Daha nice yüz yıllar devam edecektir Irak’lı komşumuzun geleceğini oluşturacak olan gençliğinin yüreğinde oluşan nasırlar.
Tarihin defterinde bir not olarak kalacak olan Irak savaşı, binlerce işçiye iş alanı açtığı için; Irak savaşı yıllarında silah sanayinde çalışanların müreffeh bir yaşamı olduğu hatıralarda kalacaktır.
Dünya silah sanayi bu ölümleri varsayım olarak kabul etmektedir. Her gün daha da korkunç ve öldürücü silahlar üreterek, zayıf olan ülkeleri egemenlikleri altında tutmaya devam edeceklerdir. Her savaşın aldığı canlar, söndürdüğü aileler ve açtığı maddi zararlar bir kaç sermaye düşkününün cebini doldururken, iç piyasada istihdam oluşturarak yaşam standartlarına ve refaha katkısı olmaya devam edecektir.
Bu azgınca üretimin tüketim pazarı ise; örnek olarak söylersek ; geri kalmış ülkelerdir. Gelişmemiş ülke halklarını despot rejimlerinden sözde kurtulma çabasıdır. Ne var ki…bu despot rejimler yine emperyalist güçler tarafından önce desteklenerek yıllarca devletin başında kalmaları sağlanır ve istenildiği zaman halk kışkırtılarak ayaklanmalar oluşturulur. Bunun yanında terörün önemli silah ihtiyacını da karşılayan silah sanayi ülkeleri; terörü lanetlediklerini de her gün durmadan haykırırlar. Her haykırışta iki yüzlülüklerini sakladıklarını sanan bu ülkeler, ne yazık ki dünya hakimiyetini de ellerinde tutmaktadırlar.
İnsanlık tarihinin gelişmesinde büyük katkıları olan Avrupa ve daha sonra ABD, geçmişteki sabıkalarından kurtulamayacaklardır. Refah uğruna gerekirse her şeyi üreterek yaşamlarını devam ettireceklerdir. Kör ve aydınlanmamış ülkelerin halkları da birer oyuncak olmaktan kurtulamayacaklardır.
….ve öldürücü istihdam geçmişte olduğu gibi, gelecekte de dünyayı yönetmeye devam edecektir. Her gün binlerce çocuğun açlıktan öldüğü bir dünya da…, açlık ve sefaletin esaretinden kurtulamayan insanların…”insanca yaşayabilmeleri” için sadece bir günde harcanan silah giderleri yeterli olurdu.
Savaşsız bir dünyada yaşayabilmek umuduyla…sevgiyle kalın.

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

06.04.2014

PUTİN; BİR İMPARATORLUĞUN YENİDEN DİRİLİŞİ

PUTIN-1>>Ekonomi çökmüş, anarşi ve oligarşi ülkenin her tarafını sarmış, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, işçilerin ve emeklilerin maaşları ödenemez duruma gelinmiştir. İşte tam bu zamanda istifa eden Boris Jelzin, yerini Vladimir Vladimiroviç Putin’e bırakarak görevden ayrılmıştır.<<

WİLADİMİR PUTİN; BİR İMPARATORLUĞUN YENİDEN DİRİLİŞİ

Rus halkını ve Başkan Putin’i anlamak için biraz gerilere gitmek gereklidir.

Dünya tarihine damgasını vuranlardan biri de; eski Sowyetler birliği devlet başkanı Michail Sergejewitsch Gorbatschow’dur. 1985 yılında Sovyetler Birliği Komünist Partisi başkanlığına geldiğinde dünyadaki dengelerin böyle bozulacağını bilseydi, belki de; perestroika (yeniden yapılanma) ve glasnost (açıklık)  programlarını uygulamaya koymaz, daha farklı bir politika uygulardı.

Batının ayakta alkışladığı, Nobel barış ödülü verdiği Gorbaçow, kendi ülkesinde sevilmekten öteye nefretle anılacak olan SSCB nin son devlet başkanıdır.

Soğuk savaşın bitmesinde baş rolü oynayan Gorbaçow, SSCB İmparatorluğunu da bitirerek; dünyadaki güç dengelerinin de bozulmasında aynı rolü oynamıştır söylersek, abartmış olmayız.

Bir tarafta bağımsızlıklarına kavuşan devletler, demokrasiye geçiş yapanlar için ne kadar sevindirici olsa da; öte yandan yeni dünya düzenini kendi planlarına göre uygulamaya koyan ABD.; karşısında dur diyecek bir güç olmadığı için, sıcak savaşları başlatmakta zorluk çekmemiştir.

ABD. ye karşı denge gücünü elinde tutan SSCB yıkıldıktan sonra, Rusya’nın başına gelen Boris Jelzin; Batıdan aldığı alkışların, biraz da Votkanın etkisiyle, Rusyayı yönetmekte aciz kalmıştır.

Ekonomi çökmüş, anarşi ve oligarşi ülkenin her tarafını sarmış, rüşvet, yolsuzluk, adam kayırma, işçilerin ve emeklilerin maaşları ödenemez duruma gelinmiştir. İşte tam bu zamanda istifa eden Boris Jelzin, yerini Vladimir Vladimiroviç Putin’e bırakarak görevden ayrılmıştır.

Yapılan seçimleri de büyük bir çoğunlukla kazanan Putin, 2000 Yılında Rusya’nın devlet başkanlığı koltuğuna oturmuştur. İkinci başkanlık görevini de tamamlayan Putin, 2008 Yılında anayasa gereği başkanlıktan ayrılarak yerini Dmitri Medvedev’e bırakarak Rusya’nın hizmetine başbakan olarak görevini sürdürdükten sonra, 2012 Yılında yeniden devlet başkanı olarak göreve gelmiştir.

Bir hukukçu ve ekonomist, aynı zamanda eski bir KGB subayı olan Putin, Rusyayı yeniden dünya sahnesine taşımak için kolları sıvayarak 2000 Yılında görevine başladığında; ilk icraati; rüşvetçi ve çıkarcı bürokratları işten kovmak olmuştur.

Wiladimir Putin; ikinci iş olarak ekonomiye ağırlık vererek ülkenin kaynaklarını devletin kullanımına almıştır.

Başarılı devlet politikası; Putin’i Rusya halkının yeniden diriliş umudu yaparak zirveye taşımıştır. İç politikada kontrollü demokrasiyi tercih eden Putin; dış politikada oldukça barışçıl görünen ancak; Rusya’nın yeniden dünya sahnesine çıkması için hedefini şaşırmayan bir tutumla, taviz vermeden uyguladığı siyaset; Rusyayı yeniden dünya sahnesine taşımıştır.

Rus halkına, kaybolan gururunu geriye veren ve kırılan onurunu yeniden kazandıran Putin, basın özgürlüğü, demokrasi ve insan hakları konusunda sert bir tutum uyguladığı için, Batı tarafından defalarca eleştiriye maruz kalmıştır. Ancak bu onun yönetimini değiştirmemiştir. Ülkesi için gerekirse her şeyi; hatta savaşı dahi göz önüne alan Putin; gerçek anlamda Rus olmakla gurur duyan bir Rus milliyetçisidir.

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

04.03.2014

BATININ VE DOĞUNUN BETON KAFALI DİPLOMATLARI YENİDEN SOĞUK SAVAŞIMI İSTİYORLAR ?

putin und coBARIŞIN İNŞASINDA BETONA İHTİYAÇ YOKTUR… UKRAYNA/KIRIM SATRANÇ TAHTASI DEĞİLDİR !

Gerek batılı, gerekse doğulu diplomatlar kışkırtıcı beyanlarıyla Ukrayna’nın ve Kırım’in geleceğinin nasıl olacağını belirlemeye çalışıyorlar.

Bir taraftan Rusya, öteki taraftan Amerika; Ukrayna/ Kırım’i kendi çıkarları için satranç tahtası gibi kullanmak istiyorlar.

Aslında; gerek Amerika, gerekse Avrupa çok iyi biliyorlar ki; Rusya; Ukrayna konusunda tek bir adım geri atmayacaktır. Çünkü: Rusya’nın Karadeniz’e açılan kapısı, Kırım üzerinden gerçekleşir; ve Rusya bu kapıyı asla kapattırmaz.

Ayrıca: Rusya; Ukraynayı ve Kırım’ı Osmanlı’dan sonra, tarih boyunca arka bahçesi olarak görmüştür.

Kılıç kuşanmaktan sa, diplomasiye şans tanımak, dünya barışı için en doğru olanıdır.

Haydin bakalım diplomatlar; bırakın odun kafalı olmayı da…diplomasiye şans tanıyın!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

ARAP BAHARI DEMİŞTİLER ADINA…

Arap baharı demiştiler adına. Tunus’ta başlamıştı ilk bahar rüzgarları., Mısır’da  fırtınaya dönüştükten sonra Libya’da durur diye umutlananlar az da değildi.

Ama!… O durmayacaktı. Yoluna devam edecek ti. Yıkıyor yakıyordu geçtiği yerleri, taş taş üstüne koymuyordu bu kör olası Arap baharı.

Dikta rejimlerin aç bıraktığı halklar susamıştılar artık. Susamıştılar insan gibi yaşamak için özgürce düşünmeye.

Usanmıştılar kul gibi muamele görmekten. Döğülmediği sokaklar, kovulnadığı makamlar istiyordular Arap baharının çocukları.

Eğitimden yoksun kalmış bir toplum olmaktan yarınları görmediklerini biliyorlardı. Lavabolarını altın kaplayarak yaşamlarına devam eden diktatörler; kimin ne yediğini bilmek bile istemiyorlardı.

Dayamıştılar sırtlarını batı emperyalizmının duvarına, kendilerini “sarsılmazlardan“ sanıyorlardı. Bilmiyorlardı ki; o yaslandıkları duvar onlara sadece hoş oldukları süre gölge olurdu. İşe yaramadıkları zaman bir paçavra gibi atılacaklarının farkında olmayan diktatörlerin sonu nasıl olacağını bilmek istemiyorlardı.

Batı düşüncesini tanımayacak kadar cahildiler. Zamanın geldiğini anlamakta zorluk çekiyorlardı. Halka açılmaktan korkarak yüzlerce korumalarıyla saraylarının duvarları arkasında kendilerini güvende sanıyorlardı.

Batı başkentlerinde yazılan senaryolardan haberleri yoktu bu “zavallı” diktatörlerin. Bir gün; adını “Arap baharı” koyacakları ayaklandırmaların onların da ülkelerinde rüzgarlarını estireceklerinin hesabını yapamıyorlardı.

Bunu hesap edemeyen diktatörlerden birisi de Suriye başkanı Beşer el Esad. Kraliyet mirası gibi babasından devir aldığı mirasını korumak için mücadelesine devam ediyor. Rusya, Çin ve İran’ın sayesinde hala ayakta, düşmedi. Düşmediğinin sebeplerinden biriside; batının “Suriye baharında” ayaklananları yalnız bırakmasıydı.

Onları bırakmayan Türkiye; kendi sorunlarının üstesinden gelmekte zorluk çekerken; Suriye’deki ayaklananları desteklediğinde ne kadar doğru bir Orta doğu politikası uyguluyor, bu tartışılmakta ve daha da tartılaşacağa benzemektedir.

Bu arada bir şey daha eklemek istiyorum. Arap baharı en çok ABD ye yaradığı gözetlenmektedir. ABD de Silah satışları artmaya devam ediyor.

Suriye’de esen Arap baharı rüzgarları henüz sakinleşmeden, ülkemize siçramaması umuduyla…

Mehmet Sungur

28.08.2012

SURİYE SAVAŞIN İÇERİSİNDE OLDUĞUNU SÖYLÜYOR; ŞAŞIRAN ÖRDEK SUYA TERSİNE DALAR.

Uzak doğuda savaş yapmak “kolaydır”… Ya Orta doğu(?)…yaklaşık 70 yıldır süre gelen kriz coğrafyası olan Orta doğu; Ahtapotun kolları gibidir, tuttuğunu kolayca bırakmaz. Böyle bir savaş coğrafyasının içine girmek, gelecekteki yıllarımızıda ipotek altına almak demektir.

Tarihte bilinen savaşların bir çoğu, halkını kötü idare edenlerin içteki bölünmeleri önlemek için dışarıda düşman arayarak içeride birlik sağlamayı denemektir. Yaklaşık bir yıldan beri kendi halkına zalimce zulüm eden Suriye rejimi bu denemeyi devreye koymuştur. “Savaşın içerisindeyiz” beyanatıyla milli duyguları kamçılamak isteyen Suriye rejiminin başarılı olması Türkiye’nin tutumuna bağlıdır.

Türkiye’nin şu ana kadar uyguladığı kriz politikası böyle devam ederse; Suriye rejimi hayal kırıklığına uğrayacaktır. Suriyenin başlattığı bu kritik durumu soğukkanlı olarak koordine etmeliyiz; aksi halde Suriyenin ve belki daha bir çoklarının; hatta dost diye bildiklerimizin istediği hedefe doğru yola çıkmış oluruz.

Suriye’nin davranışı Nato tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu sadece siyasi bir moral vermektir. Bir savaş halinde yükü Türkiye taşıyacaktır; çünkü Natonun 5. maddesi devreye girmemektedir. Bu demektir ki; Türkiye bir saldırıya uğramış değildir.

Rusya ise; olayı kendi çikarları yönünden değerlendirmektedir. Suriye ordusunun tüm askeri teçhizatını ve alt yapısını oluşturan Rusya, muhtemelen çikacak olan bir savaşta kazananlardan olacaktır. Suriye sayesinde Akdeniz’de bayrak gösteren Rusya, orada boşuna olmadığını da kanıtlamak isteyecektir.

İran ise olası bir savaşı istemeyecektir. Çünkü iki cami arasında kalmış bir durumda olduğu belli. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık misali. O halde; İran sorumluluk almalıdır ve Suriye üzerinde etki yaparak özür dilemeye ikna etmeye çalışmalıdır.

Bize gelince: Bu olayın arka perdesindeki nedenleri çok iyi analiz etmeliyiz. Her sırtımızı okşayana önce; “neden sırtımızı okşuyorsunuz?” sorusunu sormalıyız. Bunun yanında; neden buraya kadar geldiğimizin sorusunu da aklımızdan çikarmadan ve siyasi çikarları bir tarafa bırakarak, neyi yalnış yaptığımızı ve gelecekte neyi daha iyi yapabiliriz ki…bu gibi durumlarla bir daha karşılaşmayalım.

Uzak doğuda savaş yapmak “kolaydır”…çünkü oraya bir defa gidersin. Yenersin yenilirsin ama… “unutması kolay olur(?)”  Ya Orta doğu(?)…yaklaşık 70 yıldır süre gelen burnumuzun dibindeki bu kriz coğrafyası ve komşumuz olan Orta doğu; Ahtapotun kolları gibidir, tuttuğunu kolayca bırakmaz. Böyle bir savaş coğrafyasının içine girmek, gelecekteki yıllarımızıda ipotek altına almak demektir.

Mehmet Sungur