Gezi notları, ÇORUH AŞAĞI, İSPİR’DEN YUSUFELİ’NE

ÇORUH AŞAĞI, İSPİR’DEN YUSUFELİ’NE

Dünyanın ender rastlanan bitki örtüsüne ev sahipliği yapan kocaman Çoruh vadisi bir inşaat sahası olmuş. Baraj ve HES projeleri aralıksız olarak devam ederken, barajlar üzerinden geçecek olan yolların köprüyol (viyadük) direkleri vadinin vahşi kayalarıyla yarış eder gibiler. Zaten tehlikeli ve engebeli olan yollar için inşaat nedeniyle verilen servis yolları ise Allah’a emanet. Yolun dar oluşu, keskin ve tehlikeli virajlar yol almanıza imkân tanımıyor. Elbette ki yöreyi bilenler daha cesur olsalar da tehlikesiz oldukları söylenemez.

Vadinin yalçın kayalarının vahşice ama severek kucaklayışı bir taraftan ürkütücü olsa da, görülmeye değer olduğunu fısıldar gibi anlatan bir atmosferin içindesiniz. Bazen yüksekliği, bazen de vahşice üzerinize düşecek gibi muhteşem kayaların arasından yavaşça ilerlerken kendinizi farklı bir dünyada hissetmemek için hiçbir sebep kalmıyor.

Bayburt sonrası Çoruh adını alan Çoruh suyu, İspir Kalesinin altında birleştiği İspir çayından sonra uzandığı vadide daha da artarak Çoruh nehrini oluşturuyor. Yusufeli’ne takriben 15 km kaldığında yolların daha da daraldığı bir mesafedesiniz artık. Biraz daha devam edince iki arabanın yan-yana geçemediğine şahit olurken, sanki 200 yıl gerilerde olduğunuzu düşünmemek elinizde değildir.

Döndüğüm bir virajın kenarında iki arabanın sığabileceği küçük bir park yerinde durdum. Aslında burası park yeri değildi, karşıdan gelen arabaya yol vermek için küçük bir alandı ama bunu daha sonra anlayacaktım.

Yolun kenarından 1 m genişliğinde 10 cm derinliğinde küçük bir ırmak akıyordu. Dağlardan aldığı suyunun soğuk olduğu hissedilir gibiydi. Kenarına oturarak ayaklarımı suya bıraktığımda yeniden can bulmuş gibiydim. Sırtında taşıdığı çuvalıyla gelen yaşlı nine yavaşça yoluna devam ederken; “çuvalda neyin var ana” diye sorduğumda, “elma var evladım, istersen biraz vereyim” dedi.

İspir Yusufeli arası 81 km mesafelik bir yol. Genel olarak 1 saatlik bu yolu tam 4 saatte gidebildim.

Tarihin derinliklerinden gelen, Sancak Beyliklerine mekân olan Yusufeli’ne Kazim Karabekir Mahallesinden giriyorsunuz. Eğer mahallenin adını okumamış olsanız belki de burasının muhteşem geçmişiyle uyumlu olmadığını düşünerek yanlış mı geldim diye sormaktan kendinizi alamazsınız. Dar aralıklarda eskimiş evlerin sadece barınaktan başka bir şey diyemeyeceğimiz sokaklarından ilerleyince, Balhar suyunun Çoruh ile birleştiği köprüyü geçince Yusufeli’nin merkezindesiniz. Bir zamanlar bölgenin Sancak Beyliğine ruh veren şehrin içerisinde yükselen binalar sizi tarihten kopararak günümüzün Yusufeli’ne taşımaktadır.

Sıyrılanların diktiği yüksek binalar şehrin merkezini süslerken, kenar mahallelerdeki yaşamı günümüze taşıyan evlerdeki çanak antenlerden başka bir şey görünmüyor.

Tarihinde 7ci defa taşınacak olan Yusufeli merkezi, Yansıtıcılar Mevkiinde yeni kurulan şehirlerine taşınırken; Yusufeli sakinlerinin hatıraları Yapılmakta olan Yusufeli barajının sularına gömülecek olsa da, akıllarının geride kalmayacağından eminim.

İlçenin çıkışında benzin takviyesi yaptıktan sonra Erzurum yolu üzerinden Tortum’a doğru Yusufeli’ne veda ettim.

Gezi notları.

Sunguroğlu 9 Ağustos 2020

YIKAMADIĞIMIZ, AŞAMADIĞIMIZ DUVARLARIMIZ VAR

Duvarlarımız var!

Aşılamayacak kadar yüksek örülmüş duvarlarımız var!
Günlük yaşamdan tutun da, geleceğimize dahi gölge olmuş duvarlarımız var; aynen geçmişten günümüze kalmış olan duvarlar kadar, geleceğimiz için de inşa ettiğimiz duvarlarımız var. Bentleri sağlam, ruhları soğuk, görüş mesafemizi engelleyen duvarlarımız var.
Yoksulun fakirin arasında kocaman duvarlarımız var.
Farklı inanç dünyasına inanmışların arasında kin ve nefret ile örülmüş duvarlarımız var.
Aynı inanç dünyasında, farklı mezhepler ile aynı yüce makama inanan insanların arasında, çelikten örülmüş duvarlarımız var.
Aynı yurdu paylaşan, iç içe kaynamış, homojen olmuş bir milletin beyinlerinde çözülemeyecek sorunlarla örülmüş duvarlarımız var.
Kişiyi sosyal yaşam için hazırlamakta, verdiğimiz eğitimde yaşadığımız sıkıntılarımızla geleceğin duvarlarını ördüğümüzün farkında değiliz.
Kişiyi kendisi ve ülkesi için hazırlamakta verdiğimiz öğrenim ve bilimde, sorunlarımızın her biri gelecekteki duvarların taşları olduğunun bilincinden yoksun olmamız, ne kadar da büyük bir talihsizliktir.
Sanayide istihdam yaratamayışımız aşılacak duvarların en zırhlısı olduğunu kavramakta zorluk yaşıyoruz.
Sanayileşme merakımız uğruna, Anadolu topraklarının o güzelim verimli ovalarını ihmal etmemiz, gelecek nesillere bırakacağımız en kalın duvarlardan birisi olduğunu ne zaman anlayacağız.

Var…duvarlarımız var. O kadar çok duvarlarımız var ki; burada bir duvara sığmayacak kadar çok ve kalın duvarlarımız var.
Sevgisizlik, saygısızlık duvarlarımız var.
Ötekilerin duvarları var.
Berikilerin duvarları var.
Beyinlerimizde kazılı duvarlar var.
Bizi bizden ayıran, çimentosu bolca katılmış olan beton beyinlerin ördüğü duvarlarımız var!
Berlin duvarından çok daha kalın, çok daha acımasız olarak, tarih boyunca yüreklerimize oturtulmuş, ön yargılı, acımasız, ruhu soğuk, gölgesi gözümüze perde olmuş duvarlarımız var.
…ve her gün örülmeye devam edilen duvarlarımız var.

Yıkılacak duvarlarımız var…!
…yıkılacak duvarlarımız var vesselam!!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

28 Ağustos 2017

YERİM BEN SİZİN METAL YORGUNLUĞUNUZU!

„Ne koydun avucuma ki, ne süreyim yüzüne!“

Başbakan Binali Yıldırım üç gün önce sosyal medya dilinin perişan halinden bahsetti. Bozulmanın “çürüme” haline geldiğini, bu yeni dilin Türkçe’den ziyade “nevzuhur (yeni zuhur etmiş) bir kuş dilini andırdığını” ve buna “dur deme zamanının geldiğini” söyledi.

Buraya kadar güzel Sn. Başbakanım!

Peki…; son günlerde siyasilerden yazarlara kadar, hatta edebiyatçılarımız da dahil olmak üzere halkın dilinde dolaşan „metal yorgunluğu“ da neyin nesi dir?

Sözüm ona Batı terimlerinden aldığınız bu bozma dil; „metal yorgunluğu değildir, mental yorgunluktur. Yani; „zihinsel yorgunluktur“!

Metal yorgunluğu; adı üstünde zaten; bir metal eşyanın yada kullanım için üretilmiş araç ve gereçler için kullanılabilir; ama, insan için kullanılması ifade edilmek istenilenin tabiatına aykırıdır.

Dönelim insan için kullanacağımız yorgunluğun çeşitlerine.

Genel olarak „zihinsel yorgunluk“ diyebileceğimiz gibi, makam yorgunluğu, görev yorgunluğu da diyebiliriz. Bir örnek verecek olur isek: „Adam masada mühür basmaktan yorulmuş görünüyor.“ …ve buna benzer.

Sn. Başbakanım!

Şimdi söyleyin bakalım dilimizi kimler nasıl bozuyor?

Vatandaşın Türk dilini iyi kullanmadığını da hepimiz biliyoruz Sn. Başbakanım. Ne var ki; eskilerimizinm dediği gibi: „Ne koydun avucuma ki, ne süreyim yüzüne!“

Saygıyla

M.N.Sunguroğlu

18.08.2017

 

ÇANLAR BEŞ DEFA ÇALINCA KİM ÖLÜR?

armut-2ÇANLAR BEŞ DEFA ÇALINCA KİM ÖLÜR?
Adalet ölürmüş, öyle derler. …yarım kalmış düzeltelim: „önce adalet, sonra da ölüşüne amin diyenler ölür;“ …şimdi tamamlandı, devam edelim.

Oysa ki çanlar her gün beş defa Amerika’da, Rusya’da, Avrupa’da, Arabistan diyarında, Çin’de, Yemen’de, Türkiye’de çalıyor!
Çalıyor çanlar her gün on defa sevgiye muhtaç olanlar, yürümekte zorluk yaşayan yaşlılar, bir dilim ekmek için avuç açanlar, yaşamını ortaya koyarak denizleri aşanlar, kitap alacak parası olmayanlar, emeği sömürülenler için…
Çalıyor!
Her gün!
On defa!
Çalıyor çanlar pınarı kurumuş, susuz kalmış adalet için!
Hukuk, sosyal düşünce her gün defalarca ölüyor; ve arkasında; yıkılan yüreklerin göz yaşları arasında sessizce toprağa gömülüyor!
Sindirilmiş toplumlar sessiz yığınak haline dönmüş bir yığın olarak tümsekler oluşturuyor.
Susuz kalmış adalet, hukuk, sosyal düşünce her gün defalarca ölüyor; ve arkasında yıkılan yürekler bırakıyor, ama duyan yok!
Coğrafyamızda yaşadığımız mezhep savaşları, akıtılan kanlar ülkemizin içerisine kadar geldiği bu günlerde her şeye ama; asıl ihtiyacımız olan adalete o kadar ihtiyacımız var ki, kırk gün ateşte yanan testinin suya ihtiyacı olduğu kadar!

Her zaman ki gibi ben yine de umutlarımı duaya yansıtarak tüm bu olumsuzlukların ortadan kalkmasına dua ettiğim yeni bir takvim yılına girerken; karşılıklı olarak birbirimizi tamamladığımız tüm dostlarımın yeni yılını kutluyor, hepinize en samimi dileklerimle selam ve sevgilerimi gönderiyorum… Sevgiyle kalın.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
31.12.2015

 

ŞEHİD CENAZELERİMİZE SİYASETİ KARIŞTIRMAYIN!

sehit

Allah’ınızı, Peygamberinizi seviyorsanız, Şehid cenazelerimizi siyasete karıştırmayın! Zaten içimiz yanıp duruyor; utanın biraz!

Cenazelerimiz kutsaldır. Hele ki vatan uğruna Şehid olanların cenazesi, kutsaldan biraz daha öteyedir!
Hangi partiden olursa olsun; Şehid cenazelerimizi kullanarak siyaset yapanlar, kin kusanlar ülkemizin huzurunu bozan, terörü teşvik eden geri zekalılara yüz vermeyin, şımartmayın ve onların verdikleri parti desteğini ret edin!
Hiç bir kişi olamaz ki; „ben Müslümanım diyecek ve katıldığı Şehid cenazesinde siyasi eylem yapacak. Yok böyle bir şey! Olamaz, kabul edilemez!
Umalım ki aklı selim düşünenler bu gibi konulara taviz vermezler! Umalım ki bu gibi eylemlerde bulunanlar kanunların eliyle gereken cezalarını alırlar!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
08.06.2016

AZ ARTIK AZ GELİYOR

AZ ARTIK AZ GELİYOR

İnsanlığın en büyük sorunu; “içinde taşıdığı vicdanın kimliğini unutmasında saklıdır”. Yani; içimizdeki ‘polisi’ öldürdük ama, onun yerine ne koyacağımızı bilemediğimiz içindir ki genel olarak sıkıntı içerisine düşmüş bir durumla karşı karşıyayız. Doyumsuz bir yaşam tarzıyla sermayeye teslim olmamız, çevremizde olup bitenleri görmemizi engellemektedir. Bu işin bir tarafı. Öteki tarafı ise; eskilerde yardım etmek çok daha kolaydı; azdan az, çoktan çok verebiliyorduk. Ya şimdi? Şimdilerde yardım etmek de zorlaştı artık. Çünkü azdan verilen bazen zoraki kabul olsa da, memnun edemediği için, bir çok yardımseverler yardım etmekte sıkıntı yaşıyor.
Evet…azdan az veremediğimiz bir dünyada, bir şeylerin çapraz gittiğini tespit etmek, içimizin boşaldığının bir başka ifadesidir.

Not: Son üç aydan beri yurt dışı seyahatim nedeniyle yazılarıma ara vermiştim. Tüm okuyucu dostlarıma selam ve sevgilerimi iletiyorum. Gününüz hayırlı olsun!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

“O SAATTE ORADA NE İŞİ VARDI?”

alleine“O SAATTE ORADA NE İŞİ VARDI?” …diye soranlar var bu ülkede tecavüzler arkasından. Tecavüze meşrutiyet verecek kadar bundan daha başka sapık bir düşünce olabilir mi?
Soralım o zaman yurdumun insanına!
Eşeğin tarlada, atın otlakta, köpeğin ormanda, tavuğun ördeğin kümeste, kedinin tavanda ne işi vardı? Ne işi vardı çocuğun beşikte, okulda, kuran kursunda? Ne işi vardır bu milletin minibüste, taksi de? Ne işi olur mankenlerin vitrinde? Tüm bunlara tecavüz edilmedi mi bu ülkede?

Siz hangi mahlugattansınız? Zoofili*, parafili*, yoksa nekrofili* neslinden misiniz?

Belki de hiç birinden değilsiniz de, sadece toplumdaki düşüncelerin cesaretlendirdiği adi mahluklarsınız!
Bir toplum ki slogan halinde, koro şarkıları gibi dilinden düşürmez: “Kısa etekle gezersen böyle olur, en iyi kadın sokağa çıkmayan kadındır, hamilelerin sokağa çıkması ayıptır, çalışan kadın ne olacağı bellidir“ gibi söylemlere karşı kazan kaldırmazsa, kafasını iki bacak arasından çıkaramazsa, elbette ki hiç bir canlının, cansızın o saatte hiç bir yerde işi olamaz!
Lanet olsun bu zihniyete!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
28.01.2016

*Açıklama:
Zoofili* Hayvanlarla […]
Parafili* Cansız varlıklarla […]
Nekrofili“ Ölülerle [….]

ORTA DOĞUYA NE ZAMAN BAHAR GELECEK?

 arabien[Yazık oldu Orta Doğuya, yazıklar olsun Avrupalıya! …ki; uymayan kaftanı, uymayan bedene giydirmeyi zorlayarak kol kanat kesmeyi medeniyet getirmek sandılar!]

Bilinen bir gerçek varsa oda şudur ki; Arap Baharına destek veren Avrupalılar kendi tarihlerini unutmuş olmalıdır.

Bir başka acı gerçek ise; Orta Doğu halkları despot rejimlerin idaresinden kurtulmak istediği için, ayaklanmış olsa da, henüz hayal ettikleri demokratik gelişmişlik yeterli olmadığı için istedikleri devrimleri gerçekleştirmekten çok uzaktadırlar. Yıktıkları yönetimleri paylaşmak sevdasına düşen bu adı geçen Arap ülkeleri, iç çatışmalara düşerek bölgeyi kana bulamış olmaları bunun en bariz delilidir.

Avrupanın gelişiminde yapılan devrimlerden biliyoruz ki; yapılan her devrimin arkasından ülkelerde yaşanılan kaosun bedeli hiçte az olmamıştır. Bu durum gerek Fransa devrimi olsun gerekse Almanya, Rusya devrimi olsun, arkasından mutlaka bir kaos yaşanmıştır ve binlerce, belki de milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Bunu çok iyi bilen Avrupalılar, kendi tecrübelerini sil baştan yaparak Orta Doğunun „doğal yapısını“ değiştirmek yolunu seçmesi, tarihin affetmeyeceği bir hatadır.

Orta Doğuya baktığımızda görüyoruz ki; dış kaynaklı olsa da yapılan yıkımların arkasından bitmeyen iç kavgalar ile tahribat devam etmektedir. Bu durumu Afganistan, Irak ve arkasından Tunus’da başlayan „Arap Baharı“ ile tüm Orta Doğuyu ateşe veren, son durağı Suriye olan ayaklanmanın bıraktığı yıkımlar içler acısı olmuştur. Baştan beri aklı selim olan insanların sürekli olarak söylediğini burada tekrar edecek olursak: „Suriye düşerse, sıra Türkiye’ye gelir“ sözünün ne kadar doğru olduğuna bir daha şahit oluyoruz.

Ülkemize yapılan terör saldırılarının sebepleri çok iyi analiz edilirse, bunda bizim de payımız olduğu ortaya çıkar. İnanç üzerinden bağ kurduğumuz insanları ülkemize aldık. Mülteci politikamızda eksiklik olduğunu kabul etmedik. Hudutlarımızı yeteri kadar sıkı kontrol altına almadık.

Bundan daha kötüsü ise; en azından Avrupalılar kadar, bizde dış politikada yanlış adımlar atarak başka devletlerin iç işlerine karışmayı bir „büyük ağabeylik“ gibi algılayarak, o devrin çoktan tarihe karıştığının farkında olamadık. Sanırım ki; en büyük hatayı da burada yaptık.

Başlıkta sorduğumuz sorunun cevabına gelince.

Bölgemiz olan Orta Doğu, tarihinin en zor çağını yaşıyor. Eski çağlarda yapılan savaşlarda kılıç vardı, günümüzde ise gelişmiş savaş teknolojisi ile yapılan tahribat, öldürülen insan, göçe zorlanan insanların dramı hiç bir zaman bu kadar büyük ve acımasız olmamıştı.

Günümüzdeki Orta Doğu, Romalıların Yahudileri dağıtmasına ölçek olacaktan da daha çok ileri gitmiş olan bir tahribatın ölçüsü olmuştur. Orta Doğuda en azından günümüzde yaşayan kuşak değişmeden Baharı beklemek hayalden başka bir şey değildir. Bu ise en azından 50-100 yıl demektir.

Yazık oldu Orta Doğuya, yazıklar olsun Avrupalıya! …ki; uymayan kaftanı, uymayan bedene giydirmeyi zorlayarak kol kanat kesmeyi medeniyet getirmek sandılar!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

14.01.2016

 

ORTA DOĞU… LÜKSÜN İBADETE DÖNDÜĞÜ COĞRAFYA

abbild_Digital_[Allah kimseyi kendi günahını da şeytana yükleyecek kadar cahil eylemesin!]

Dinlerin çok, inananı çok olsa da samimi olmayan, imanın zayıf, mezheplerin, tarikatların, şeyhlerin “tapıldığı” Kralların altın lavaboda oturduğu, lüks yaşamın inanca döndüğü, açlığın ve sefaletin kol gezdiği, silahların konuştuğu, insanın sustuğu, susturulduğu dünyadır!

Allah’ın; din, peygamber göndermek “zorunda” kaldığı, şeytanın bol olduğu, İlahların lanetlediği, duaları kabul olmayan insanların yaşadığı toprakların adıdır Orta Doğu.

Orta Doğu; geç kalmış sosyal reformların, bir türlü düzelmeyen feodal yapının faturasını ödemektedir.

Orta Doğu; Allah’ın değer verdiği, başta insan olmak üzere yarattığı tüm canlılara yaşam hakkı tanımadığının faturasını ödüyor.

Orta Doğulular bu yaşam geleneklerini inanç dünyasına taşıyarak dinin özüymüş gibi kutsallaştırdığının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; yaratılışın mucizesine ortak olan kadınının değerini bilmediğinin, O’na çirkince, acımasızca, iğrenç, satış listelerine koyduğuna kimsenin sesinin çıkmadığının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; bir yanda hiç bir inancın kabul edemeyeceği lüks hayatı yaşarken; ekmeği özleyen çocukların günahının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; Allah’ın sadece Kuran’da adı geçen 25 peygamber göndererek aydınlanmasını istediği ama, gönderilen her peygamberi kovduğunun, öldürdüğünün, hicrete zorladığının faturasını ödüyor.

Orta Doğulular kendi burnundan kıl almadan, aldırmadan, kendisini sorgulamadan, nereye gidiyoruz diyemeden; tüm bunları “dış mihrakların komplosudur” diye bu işin içinden çıkamaz!

Orta Doğunun önemli bir parçası olana ama; üç yüz yıldan beri batıyı arayan biz Türkler ise; Doğu Batı sentezinde farklı kültürlerin kesiştiği bir İmparatorluğun ağır mirasının üzerinde yaşayan farklı etnik ve farklı ibadet ile Alla’ha dua edenlerin oluşumundan kurulmuş bir devletin vatandaşlarıyız. Anadolu coğrafyasında yaşayan bu insanların kökünü, etnik yapısını unutturacak ve tüm bu çeşitlilikten ümmet yapmak düşüncesinin faturasını ödüyoruz.

İnsanlar inandıkları her dinin zaten ümmeti olduğunu yeni bir şeymiş gibi kitlelere takdim ederek insanların inancı üzerinde yapılan siyasetin faturasını ödüyoruz.

Televizyonlarda nasihat, vaaz verirken, din üzerinden daha çok fitne verenlerin ve onlara alkış tutanların faturasını ödüyoruz…

Adını ne koyarsanız koyun; hepsinin altında toplandığı çatının adı cehalettir. İşte bu vahim talihsizliğin kararlılığı olan, cehaletinin esaretinden kurtulamadığının faturasını ödüyor Orta Doğu halkları.

Ödedik, ödüyoruz ve bu güzel coğrafyanın tüm günahlarını şeytana yüklediğimiz süre de, ödemeye devam edeceğiz!

Allah kimseyi kendi günahını da şeytana yükleyecek kadar cahil eylemesin!

Allah kimseyi din ve iman ile sefillerin üzerinden yürüyecek kadar, öldürecek kadar, hapislerde zindanlarda çürütecek kadar, dar ağacına asacak kadar, saltanatları için kutsal toprakları düşman çizmesine teslim edecek kadar kendisinden uzaklaştırmasın!

Allah kimseyi dinden imandan ayırmasın…Amin!

Başka?

Mehmet Nuri Sunguroğlu

13.01.2016

AZİZ SANCAR OLAYI

sancar“BİR VUKUAT İŞLEDİK, AFFOLA…”!

Türk dil kurumuna göre Sancar: „Kısa kama, saplayan, batıran, yenen“ anlamıyla izah edilmektedir. Sn. Aziz Sancar hocamızın adına yakışacak düzeyde başarılara imza atmış olması ismi ile ne kadar bağlıdır bilinmez ama; yeteneklerinin en azından isminin izahı kadar güçlü olduğuna şahit olduk.

Aziz Sancar hocamız geldi, gördü, ödülünü aldı ve aldığı ödülü Atatürk adına Genelkurmay başkanlığına armağan etti. Beğenirsiniz, beğenmezsiniz, hocamızın kararına saygı duymak lazım. Aziz Sancar hocamızın bu jesti, oyunun son sahnesiydi. Asıl oyun Nobel ödülünü alacağının duyulmasında oynanmıştı; ben oraya değinmek istiyorum.

Başta BBC olmak üzere hocamızı kırk parçaya böldüler. Arap dediler, Kürt dediler, Türk dediler. Hatta bazı partilerin hocaya sahip çıkmak istediklerine de şahit olduk. Aziz Sancar hocamız ise; tüm bunlara „aidiyetinin Türk olmasıyla ve bununla gurur duyduğunu, başarılarını Atatür ve onun kurduğu Cumhuriyete borçlu olduğunu söyleyerek cevap verdi. Bu düşüncesinin altını da çizmek için aldığı Nobel ödülünü Anıt kabre armağan etti. Şimdi gelelim asıl söylemek istediğime.

Biz millet olarak böyle başarılara imza atmadığımız için, böyle başarıların nasıl hazım edileceğini bilemediğmiz için ne yapacağımızı da şaşırdık.

1) Sn. Sancar hocamızın nasıl da „parçalara bölünerek“ sahiplenildiğine üzülerek şahit olduk.

2) Henüz ne kadar arka sıralarda oturduğumuzun, dersi duyamayacak kadar sesli bir sınıfta olduğumuzun farkında olduk.

3) Davranışımızla bir vukuat işledik.

4) Ne kadar bilmesek, inkar etsek de, bu bir „vukuattır“…geri kalmışlığımızın vukuatı dır!

5) Akıl ile zekanın, egomuzun karşısında aciz kalarak homojen olarak çalışmadığının, uyumsuzluğunun vukuatı dır!

6) Dünyanın evrenselliğinden yoksun kalmanın vukuatı dır!

7) Bilimin önemini anlamadığımızın vukuatı dır!

8) Etnik köken saplantımızın affedilmeyecek olan vukuatı dır!

9) Siyasal düşüncelerimizin bizi insanca düşünmekten mahrum ettiğinin vukuatı dır!

10) Utanacak yerde, avını paylaşamayanlar gibi davranmanın vukuatı dır!

11) İnancımıza, değerlerimize, ilime ve bilime ne kadar uzak kaldığımızın vukuatı dır!

Keşkem bu ve buna benzer olaylara olan susuzluğumuzu giderecek daha çok başarılara imza atan bilim adamlarımız olur da, gelecek ödüllerde nasıl davranacağımızı öğrenir ve bu gibi insanlarımızı parçalamakta acele etmekten uzak kalırız.
Mehmet Nuri Sunguroğlu

21.12.2015