ÇANLAR BEŞ DEFA ÇALINCA KİM ÖLÜR?

armut-2ÇANLAR BEŞ DEFA ÇALINCA KİM ÖLÜR?
Adalet ölürmüş, öyle derler. …yarım kalmış düzeltelim: „önce adalet, sonra da ölüşüne amin diyenler ölür;“ …şimdi tamamlandı, devam edelim.

Oysa ki çanlar her gün beş defa Amerika’da, Rusya’da, Avrupa’da, Arabistan diyarında, Çin’de, Yemen’de, Türkiye’de çalıyor!
Çalıyor çanlar her gün on defa sevgiye muhtaç olanlar, yürümekte zorluk yaşayan yaşlılar, bir dilim ekmek için avuç açanlar, yaşamını ortaya koyarak denizleri aşanlar, kitap alacak parası olmayanlar, emeği sömürülenler için…
Çalıyor!
Her gün!
On defa!
Çalıyor çanlar pınarı kurumuş, susuz kalmış adalet için!
Hukuk, sosyal düşünce her gün defalarca ölüyor; ve arkasında; yıkılan yüreklerin göz yaşları arasında sessizce toprağa gömülüyor!
Sindirilmiş toplumlar sessiz yığınak haline dönmüş bir yığın olarak tümsekler oluşturuyor.
Susuz kalmış adalet, hukuk, sosyal düşünce her gün defalarca ölüyor; ve arkasında yıkılan yürekler bırakıyor, ama duyan yok!
Coğrafyamızda yaşadığımız mezhep savaşları, akıtılan kanlar ülkemizin içerisine kadar geldiği bu günlerde her şeye ama; asıl ihtiyacımız olan adalete o kadar ihtiyacımız var ki, kırk gün ateşte yanan testinin suya ihtiyacı olduğu kadar!

Her zaman ki gibi ben yine de umutlarımı duaya yansıtarak tüm bu olumsuzlukların ortadan kalkmasına dua ettiğim yeni bir takvim yılına girerken; karşılıklı olarak birbirimizi tamamladığımız tüm dostlarımın yeni yılını kutluyor, hepinize en samimi dileklerimle selam ve sevgilerimi gönderiyorum… Sevgiyle kalın.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
31.12.2015

 

TECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR

SIDDETTECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR; İDAM CEZASINI TARTIŞARAK SORUNUN ÖZÜNDEN UZAKLAŞIYORUZ
>>İdam cezasını uygulayan ülkeler, idam ettiklerini ithal etmediklerine göre, idam cezasının caydırıcı olduğuna nasıl umut bağlayabiliriz ki? Sorunun özünü tartışalım, son sahnesini değil!<<

İdam cezasını tartışmak, bizleri asıl kanayan yaraya merhem bulmaktan uzaklaştırır. Öncelikle bilmeliyiz ki; idam cezasını yeniden uygulamaya koymamız mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti 2004 yılında Anayasamızda yaptığı değişiklikle idam cezasını kaldırmıştır. Artık hiçbir şekilde ölüm cezası verilemeyeceği Anayasanın 38. Maddesinde hüküm altına alınmıştır. Demektir ki; idam yasağı öncelikle Anayasal bir norm olarak karşımıza çıkıyor. Tabi olduğumuz uluslararası kuruluşlar ve taraf olduğumuz sözleşmeler uyarınca da, idam cezasını yeniden yürürlüğe koyamayacağımızı bağlayıcı nitelikte taahhüt etmişiz.

Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde idam cezası yoktur. Avrupa Birliğine tam üyelik müzakereleri yaptığımızdan dolayı hukuken de idam cezasını getirmemiz mümkün değildir. Demek ki; idam cezasının yeniden uygulamaya konulması tartışmak bizi bir adım öteye getirmez. Ne zaman ki biz; Avrupa Birliğine üye olmaktan vazgeçeriz, ancak o zaman kendi iç hukukumuzda dilediğimiz düzenlemeyi yapabiliriz. Bunun dışında iç hukukumuzda idam cezasını yeniden düzenleme imkanımız yoktur. O halde tartışmanın da bir anlamı kalmıyor demektir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6 Nolu ek protokolü ile idam cezası tamamen kaldırılmıştır. Sözleşme, ölüm cezasının geri getirilmeyeceğini asıl olarak görür ve Türkiye Cumhuriyeti de sözleşmeye taraf olduğundan dolayı idam cezasını tartışmak duygusal tepkiden ileri bir anlam taşımıyor. Bunu tartışmaktansa; ülkemizde genel olarak sorunun özü olan şiddete karşı ne yapılır olduğunu tartışalım!

Hepimiz biliyoruz ki; hiç bir çocuk dünyaya suçlu olarak gelmez. Gelmez ama; gelmeden önce ana rahminde ruhuna yerleştirdiği ne ise onunla doğar. Çocuk daha doğmadan önce, ana rahminde evdeki atmosferi hisseder ve onu bilinç altına yerleştirir. Çocukluk çağında yaşadığı aile ortamı ve çevre ile büyüyen çocuk, henüz yaşamının başında aldığı izlenimlerin etkisinden ancak güçlü bir eğitim ve sosyoekonomik şartlar ile kurtulabilir.
Yani; şiddet evde başlıyor ve sokakta devam ederek son sahnesini tecavüz olarak, yada bir başka tür suç ile bitiriyor.
Ülkemizde 20 bin kadın şiddetten korunmak için devletin koruması altında olduğunu düşünürsek; bu kanayan yaraya idam cezası ile merhem bulamayız! Sorunu başka türlü tartışalım ve idam cezasını tartışırken ağaçların çokluğundan, ormanı gözden kaçırmayalım!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.02.2015

2014 YILI ASGARİ ÜCRET UYGULAMASI İNSAN ONURUYLA BAĞDAŞMIYOR!

ASGARI>>846 TL ile asgari ücret uygulaması insan onuruyla bağdaşmayan bir sömürü politikasıdır! Kapitalist düşüncenin esaretinden kurtulamayan insanların çile kavgasıdır!

Ne yazık ki; asgari ücret politikasında sadece hükumet değil…tüm sivil örgütler, sendikalar ve özellikle sesleri duyulmayan muhalefet partileri de sınıfta kalmıştır!

Sesi çıkmayan toplumdan ise…“itirazım var!“ yerine alkışlar gelmeye devam ediyor!<<

En yoksul yüzde 20 ile en zengin yüzde 20 arasındaki gelir farkının 8 kat olduğu bir ülkede, eşitliğe yakın olabilecek hak ve adaletten söz edebilmek mümkün değildir.

Yoksulluk sınırı değil; açlık sınırıdır söz konusu olan!

Onur sıkıntısıdır söz konusu olan!

Sağlıklı bir kuşak yetiştirebilmektir söz konusu olan!

Asgari ücrete „gelir“ matrahı uygulamaktır söz konusu olan! Sanki vatandaş tüm ihtiyaçlarını karşılamış ve sonunda elinde hiç ihtiyacı olmadığı bir para kalmış da, onun „gelir“ vergisini ödüyor; insaf yahu! Açlık sınırının altında olan asgari ücreti „gelir“ vergisine tabi tutmak dünyanın neresinde vardır?

Sevgili okurlarım!

Ülkemizde uygulanmakta olan asgari ücret politikası başlı başına bir skandaldır. İnsan onuruna yakışmayan bu asgari ücret politikası bir an önce günümüzün “asgari yaşam“ şartlarına uyumlu olması zorunludur !

Bir milletin geleceği için sağlıklı bir topluma ihtiyacı vardır. Sağlıklı bir toplum ise gıdasını alabilen, eğitimde sıkıntı yaşamayan vb. düzenli bir yaşam ile gelişebilir.

Çalışma Bakanı Faruk Çelik tarafından açıklanan 2014 asgari ücret uygulaması, günümüzün şartlarına uzaktan yakından uyumlu değildir.

Örnek olarak iki çocuklu bir aileyi düşündüğümüzde, asgari ücret ile geçinmenin mümkün olmadığının tespit etmekte zorluk çekmeyiz.

Asgari yaşam ücretini hesap edenler nerede yaşıyorlar bilmiyorum ama, bilinen bir şey var sa oda şudur: Bu günkü yaşam şartlarında, bu para ile geçinebilmek/yaşamak mümkün değildir; sağlıklı yaşamaktan ise söz edilemez.

Asgari ücretin hesabını yapanlar bu tablonun kaynağını nasıl tespit ettiklerini bize bir anlatsalar da, biz de yaşamayı öğrenebilsek. Bu index nasıl oluşturulmuştur, baz olarak hangi rakamlar ele alınmıştır bilinmez. Bir kg et 25 lira olursa, bir litre benzin 5 TL iken, her litre benzinden 2,70 vergi alınırken…asgari ücretin hesabını nasıl yapabilmişler ve kimler bu hesaplamanın arkasındadır?

Ülkemizde kalkınma hızının yüksek olduğunu bizlere anlatanlar, son yıllarda büyük bir kalkınma hızı ile gurur duymaktadırlar. Dünya ekonomisinde 17 ci sırada olduğumuzu söyler dururlar. Ama unuttuğumuz bir şey var ki, hiç bir kalkınma ile ölçülemeyecek olan insan gelişiminden söz etmezler. İnsan gelişiminde Dünya sıralamasında 85. sıradan 92. sıraya gerilediğimiz bir tesadüf değildir.

17 ile 92 arasındaki farkı ve bu farkın sebeplerinin ne olduğunu anlamak zor olmasa gerek. Kalkınma ile geri kalmışlığın arasında ki bu 75 puan, kimlerin kalkındığının ölçüsüdür!

Bu demektir ki; ülkemizde istihdam oluşturan yerli ve yabancı Firmalar, küçük sanayiciler, büyük mağazalar ve marketler asgari ücret kanununu uygulayarak adı geçen 75 puanı kendileri için kullanmaktadırlar ve kanunsuz bir şey yapmış sayılmazlar. Bence burada en büyük kanunsuzluğu yapanlar, asgari ücret kanununu düzenleyenlerdir. Çünkü bu tablo ile onurlu bir yaşam mümkün değildir.

Onurlu yaşamak için insanın çok şeye ihtiyacı vardır. En önemlisi ise sağlıklı beslenebilmekdir.

Gıdasını alamayan bir toplum sağlıklı olma şansından mahrumdur. Her gün hastahane kapılarında beklemek zorundadır.

Vatandaş ne yer ne içer, nasıl geçinir, boynu ne kadar büküktür bilinmez. Onurlu yaşamak için başka “onursuz” çareler mi arar, o da bilinmez. Bir gürültüye kapılmış gidiyoruz.

Ne yazık ki; asgari ücret politikasında sadece hükumet değil…tüm sivil örgütler, sendikalar ve özellikle sesleri duyulmayan muhalefet partileri de sınıfta kalmıştır!

Sesi çıkmayan toplumdan ise…“itirazım var !“…yerine alkışlar gelmeye devam ediyor!

Sevginiz asgariye inmesin…sevgiyle kalın!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

05.01.2014

DÜNYA İNSAN HAKLARI GÜNÜ; İSLAMDA İNSAN HAKLARI VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ

menschen rechte>>Anayasal haklarımız bizleri hukukun üstünlüğüyle korumak için vardır. Bizler ise; Anayasayı korumak için var olmalıyız. Aksi halde; ne Anayasa bizi koruyabilir, ne de bizler Anayasayı!

Düzen bozulur, hukuk yara alır, toplumda adalete güven kalmaz ve sonunda sosyal huzur yara almaya mahkum edilir!

Hukukun üstünlüğünün tartışıldığı ülkelerde ise; insan haklarından söz etmek… Kuzey Kutbunda buzdolabı satmaya benzer!<<

Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, cemaat çokluğundan dolayı Resulüllahın mescidini genişletmek ihtiyacı duymuştu. Bunun için Türbe-i Saadetin etrafındaki arsaları, evleri istimlak edip mescide katması gerekiyordu. Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulunulmuş, herkes büyük bir memnuniyetle arsasını, evini; değerini düşünmeksizin mescide vermiş. Ancak; Peygamberimizin amcası olan Hz. Abbas yerini vermemekte israrlıydı. Resulüllahın hem de amcası olan Abbas, mescide de olsa arsasını vermeyi düşünmüyordu. Bu defa bizzat Halife Hazreti Ömer meşgul olup tekliflerini tekrarlar.

– Ya Abbas, Resulüllahın mescidine zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi uygun bulmuyoruz. Şayet verilen değer az geliyorsa fazlasını verelim, bu hayırlı iş tamamlansın. Resulüllahın mescidi ihtiyacı karşılayacak kapasiteye ulaşsın. Halifenin bu teklifine Hz. Abbas’tan beklenmeyen cevap:

– Mal benimse fazla fiyat verseniz de, mescide ilave etmeyi düşünseniz de vermek istemiyorum. Zorla elimden alacaksanız o başka…der!

Halbuki, Halife, şahsı için değil; amme menfaati için istimlak etmeyi istemektedir. Ammenin menfaati için Abbas vermelidir arsasını diye düşünen Hz. Ömer, bunun için mahkemeye müracaat etmek zorunda kalır.

Zamanın hakimi ise, meşhur hukukçu Übey bin Kaab’tır.

Devletin iddiası şu:

– Biz yönetim olarak Abbas’a değerinden fazla fiyat verdik, artık diretmeyip arsasını vermelidir.

Mal sahibi Abbas’ın cevabı da şu:

– Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden fazla da verseler, mescide ilave niyetiyle de alsalar mülkümü satmak istemiyorum. Mahkeme, devlete karşı benim hakkımı korumalıdır. Durumu düşünen hakim Übey bin Kaab, kararını açıklar:

– Kimse başkasının mülkünü, arsasını zorla elinden alamaz, mescide ilave için de olsa mal sahibinin rızası olmadan istimlak edilemez.

Abbas’ın mülkü Abbas’ta kalacak. Halife de olsa istimlak için mal sahibini zorlayamayacaktır!

Adaletin kararına karşı Halife’nin boynu büküktür. İtiraz yok, hukuka itaat vardır. Taraflar kalkıp kapıya doğru yönelirken Abbas’tan son bir soru gelir.

– Ya Übey! (Hakime) Şimdi mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiş midir?

– Evet ya Abbas!.. Mescide ilave niyetiyle de olsa kimse sahibinin elinden malını zorla alamaz! Karar kesinleşmiştir. İşte bu söz üzerine Abbas’ın tarihe geçen açıklaması duyulur.

– Öyle ise der, şimdi beni dinleyin lütfen, yüce mahkemenize açıkça ifade ve ilan ediyorum ki, değerinden fazla para verildiği halde elimden alınamayan arsamı şu andan itibaren Resulüllahın mescidine ilhak edilmek üzere hiçbir karşılık beklemeden hibe ediyorum! Arsam şu andan itibaren Halifenin emrindedir. Bu böyle biline ve karar ona göre verile. Hakim Übey bin Kaab biraz şaşırmıştı.

– Ya Abbas! der, önce fazla fiyatla da olsa vermedin, kararımızı dinledikten sonra ise parasız hibe ediyorsun! Neden böyle bir tavrı tercih ettin? Abbas’ın tarihe geçen cevabı.

- İslam’ın insan haklarına verdiği değeri dünyaya duyurmak için!..

Ne dersiniz, onlar insan hakları mahkemesini böyle kurmuşlar, böyle hayata geçirmişler, böyle de duyurmuşlar o günkü dünyaya. Biz ise aynı şekilde bir adalet örneği verebiliyor muyuz bugünkü dünyaya? Yoksa biz de kendi değerlerimizi unutup yabancıların mahkemelerinden mi medet umar hale gelmişiz son devrelerde?.. Yorum size aittir.

Bu gün dünya İnsan hakları günü; tüm İnsanlığa kutlu olsun!

Mehmet Sungur

10/12/2013

HUKUK DEVLETİ OLMAK

Christian WulffALMANYA TARİHİNDE İLK DEFA BİR CUMHURBAŞKANI HAKİM ÖNÜNDE.

Almanya tarihinde ilk defa bir Cumhurbaşkanı hakim önüne çikarılarak kendisine 753 Avro ve 90 Cent için hesap soruluyor.

Aşağı Saksonya eyalet  başbakanlığından 2010 Yılında Almanya’nın Cumhurbaşkanlığına seçilen Christian Wulff, ( Foto: Martina Nolte  http://creativecommons.org/licenses/by-sa/3.0/de/legalcode  ) dün Hannover’de hakimin huzurundaydı.

Peki; Almanya’nın eski Cumhurbaşkanının suçlu olmasına sebep veren olay nedir? Ne olmuştu da savcılar bir Cumhurbaşkanına karşı dava açmışlardı?

Basında çikan bir çok iddialardan fazla bir şey kalmamıştı. Kala kala, bir aile dostu tarafından davet edildiği Bavyera’daki meşhur Ekim festivaline katılması ve Münih’te kaldığı otelin masrafları davet eden dostu tarafından karşılanması. Hesapmı ne kadar?

Tam  753 Avro ve 90 Cent.

20 bin Avro para cezası karşılığında davanın düşmesi için kendisine yapılan teklifi kabul etmeyen eski Cumhurbaşkanı  Christian Wulff, mahkemenin dünkü birinci celsesinde suçsuz olduğunu tekrarlayarak; “bu davetten her hangi bir avantaj, ya da daveti yapana avantaj uygulamak gibi bir durumun söz konusu olmadığını söyledi”.

22 celse sürecek olan davanın sonu merak edilmektedir.

Christian Wulff kimdir?

1959 yılında Almanya’nın Osnabrück kentinde katolik bir ailenin çocuğu olarak doğan Christian Wulff, liseyi bitirdikten sonra Osnabrück Üniversitesi’nde hukuk fakültesini bitirdi. 1987 ve 1990 yıllarında iki devlet sınavına girerek savcı olmaya hak kazandı.

Daha sonra Aşağı Saksonya eyalet başbakanı olarak görev yaparken Almanya Cumhurbaşkanı olan Christian Wulff, 2012 Yılında hakkında yapılan basın kampanyaları sonunda makamından istifa etmişti.

Cumhurbaşkanı iken yaptığı konuşmada ilk defa İslam inancını Almanya’nın bir gerçeği olduğunu söyleyen Christian Wulff, “İslam Almanya’nın bir gerçeğidir” sözü için çok eleştiri almıştı.

Sevgiyle kalın.

Mehmet Sungur

KORKU: YAŞAMIN DEĞİŞMEYEN SIRRI

korkuMehmet SUNGUR

KORKU

Evrensel bir duygu olan korku; toplumların her kesimi için geçerli olması, adalet duygularımızın tesellisi olabilir mi bilinmez ama bilinen bir gerçek var sa; korkusuz olarak kimsenin yaşamadığıdır. Fakirin ekmek kavgası korkusu, zenginin yaşam korkusundan daha yumuşak olsa da; mazlumun adaletsizlik korkusunun toplumun vicdanında açtığı yara, güçlünün yüz karasıdır!

İçimizde sakladığımız garip bir duygudur korku. Bir sır gibi sakladığımız bu duyguyu açığa vurmaktan sakınırız. Eşimize dostumuza, hatta kendimizden dahi saklamak istediğimiz bu sır; bizleri hayat boyu bırakmayacak olan bir duygudur.

Bilimsel kavramların, felsefe düşünürlerinin tariflerinden çok daha farklıdır korku duygusu.

Hayatımızda bizlere sadık olarak refakat eden, kendine özgü bir duygu kavramıdır korku.

Korku; ne senindir, ne de benim; toplumların ortak yanlarının beraberliğidir.

Doğumla başlayan bu duyguyu, ilk yıllarda bizleri koruyan anne ve babalarımız sayesinde fazla hissetmesek te, en geç okula başladığımızda, bu duygunun bize eşlik ettiğini açıkça hissetmeye başlarız.

Okul hayatımıza başlamakla üstlendiğimiz kişisel sorumluluk, yaşantımızda bazı değişikliklerle beraber; sorumluluk duygusunun eşliğinde, korku duygularını da beraberinde getirdiğini anlamakta zorluk çekmeyiz.

Artık topluma karışmanın zamanı gelmiştir. Mahallede üç beş arkadaşla oynadığımız günler geride kalmıştır. Daha kalabalık bir kitle ve bir rekabet yarışının içerisinde olduğumuz günler başlamıştır.

Gerek sınıf çalışmalarında, gerekse ev ödevlerimizde aklımızdan çıkmayacaktır korku duygusu. Okul imtihanlarında alacak olduğumuz notlar; iyisiyle kötüsüyle hayatımızı etkileyecektir. Başarılı olmak, ya da olmamak korkusu bize refakat edecektir.

Erkekler için okul sonrasında başlayan askerlik görevi ise daha da fazla sorumluluğu beraberinde getirdiği için, içimizdeki korku duygularının, daha da büyüdüğünü anlamakta zorluk çekmeyeceğiz.

Daha sonra başlayan meslek hayatı, beraberinde daha da farklı sorumlulukların olduğu bir zaman dilimi olması nedeniyle; korkuyu da beraberinde getirecektir. Güçlü bir rekabet dünyasında başarısızlığa uğramanın korkusu ve beraberinde getirdiği „başarılı olmak mecburiyeti“ bizleri hiç bir zaman bırakmayacaktır.

Kadınlar için askerlik korkusu olmasa da; başlayan meslek hayatlarında, aile içindeki sorumluluklarının ağırlığının altındaki korkuyu kendine özgü olan etkenleriyle yaşayacakları bir gerçektir.

Evlenip bir aile kurmanın mutluluğu getirdiği yükümlülüklerin eşliğinde belki de korkularımızın arasında farkında olmadığımız korku duygularıdır.

Gençliğin „turbo“ yılları yavaşça normale dönmeye başladığında; hastalık ve yaşlılık korkuları da yakamızı bırakmayacaktır.

Geleceğin korkusunu, geçmişten daha fazla hissettiğimiz bu yıllar; yaşam kalitemizi de etkileyerek, korku duygularımızı kimseye hissettirmeden içimizde saklı tutmaya çalışacağımız günlerdir.

Bu listeye daha birçok kavramlar eklenebilir. Ne var ki; bunlar yaşamın „standart olan korku duygularıdır“ Yaşamın getirdiği sorumlulukların beraberindeki ekleridir.

Bu korku duygularının tehlikeli olduğu asıl zamanlar; „standart korkuların“ dışında olan korkulardır.

Özellikle savaş bölgelerinde yaşanan korkulu günler; ölüm kalım mücadelesi, çocuğunu kaybetmek korkusu, anne, baba, akrabaların kaybolması ve daha birçok dehşetin ve savaşların beraberinde getirdiği korkulu günler, insanlığın asıl korkulu rüyasıdır.

İstila altında olan ülkelerde; namusa ve ırza tecavüz ise, korkunun zirvesini oluşturan kavramlardır.

Ülkemiz doğrultusunda düşündüğümüzde:

Kurtuluş savaşından beri savaş korkusu yaşamayan bir millet olmamız ne yazık ki korkusuz yaşadığımız günler olmamıştır.

Dünyada benzeri olmayan bir mücadelenin arkasından kurulan yeni devletimizin yeniden kurumlaşmak ve dünya milletleri arasında yer alabilmek mücadelesi kısa zamanda, yerini iç kavgalara, kısır çekişmelere bırakmış olması; beraberinde getirdiği darbeler siyasi korkularımızın özünü oluşturması milletimiz için büyük bir talihsizliktir.

Toplumun bir başka korkusu ise; özgürlüklerin sınırlanmasıdır. Kişisel vicdan hürriyetinin sınırlandığı ülkelerde; diktatörlük uzak değildir. Sistemin adı ne olursa olsun, eğer içeriğinde olduğu gibi işlemiyorsa, bir şeylerin yanlış olduğu aşikardır.

Yasama, yürütme ve yargının yanında olan dördüncü kuvvet olarak bilinen basın ve söz, fikir özgürlüğü, milletlerin bağımsızlığının garantisidir.

Bu dördüncü kuvvet; kendiliğinden susarsa; ya da susturulursa; korkunun karanlığa saklanıp, sessizliğinin baykuş seslerine döndüğü anlar başlamış demektir.

Bu sessizliğin beraberinde getirdiği tehlike ise; yargının adaletli çalışmasına yardımcı olmaktan öteye, yanlış ve haksız kararların verileceğinin ilk habercisidir.

Bu demektir ki:

Yargının adaletli çalışmadığı bir ülkede; korkusuz yaşamak da mümkün değildir.

Bunlardan daha da önemli olan beşinci kuvvet ise: Toleranstır. Karşılıklı saygı ve sevgidir. Günlük hayatımızda ve genel olarak tolerans bir düşünce ile yaşamak daha da korkusuz olan bir yaşam düzenidir. Tabii ki tolerans öğrenilmeden yaşanmaz, yaşatılamaz. Toplumda „ötekiler“ kavramını oluşturan sosyal toplum baskısı; günlük yaşamı çekilmez hale getiren bir başka korkulu rüyadır.

İnsanların özel yaşamına karışmak, arkalarından yalan yanlış dedikodu yapmak ise; ne inançla, ne de insanlık düşüncesiyle bağdaşabilir.

Evet, korku!

Evrensel bir duygu olan korku; toplumların her kesimi için geçerli olması, adalet duygularımızın tesellisi olabilir mi bilinmez ama bilinen bir gerçek var sa; korkusuz olarak kimsenin yaşamadığıdır. Fakirin ekmek kavgası korkusu, zenginin yaşam korkusundan daha yumuşak olsa da; mazlumun adaletsizlik korkusunun toplumun vicdanında açtığı yara, güçlünün yüz karasıdır!

Eskilerimiz haklı söylemişler: Korkulu rüya görmekten se; uyanık kalmak daha iyidir! …diye.

Hayatımızda bu kadar yer edinmiş olan korku duygularına ihtiyacımızın olduğu da inkar edilemez.

Çünkü korku, aynı zamanda başarıya ulaşmanın, tehlikeleri sezebilmenin ve önlem alabilmenin ilk habercilerindendir.

Korkarak yaşamak değil; korkuyla angaje olarak yaşamak, korkulacaklara önceden tedbir almak; özgür ve korkusuz yaşamanın garantisidir…

Korkusuz bir yaşam dileğiyle…

Sevgiyle kalın!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

ETİK KOMİSYONUNDAN AHLAKSIZ TEKLİF; MİLLETVEKİLİNE 12 BİN LİRALIK HEDİYE

rüsvet“Bayram değil seyran değil, enişte beni niye öptü?”

739 Lira aylık ile çalışan asgari ücretli vatandaş; 119 Lira gelir vergisi verirken; milletvekiline 12 bin lira tutarında yapılan hediyeyi, vergiden muaf tutabilecek kadar zengin bir toplum olduğumuzu bilmek insanın adaletli bir ülkede yaşadığının farkında olmadığının bir tescilimidr bilinmez ama; bilinen bir şeyler varsa; o da şudur ki; ahlak çitasının her gün biraz daha aşağıya indiğidir.

Milletvekillerinin alabilecekleri hediye sınırı 12 bin lira olarak düşünülmekte olması; ancak bizim ülkemizde mümkündür.

İnsan Bunu duyunca; saçlarını yolası, bu nasıl bir etik ve ahlak anlayışıdır? …diye sorası geliyor. Geliyor da, elden bir şey gelmiyor!

Çünkü toplumun yaşam ve hizmet düzenlemesinin belirtildiği kanunlara yardımcı olması gereken etik komisyonu; ortaya attığı bu etik olmayan, ahlak dışı düşünce ile; ahlak sınırının sıfıra inmesinin önünü açmaktadır.

Bu kadar ahlaksız bir teklifin nedenini düşünmek zor olsa da; yine de insan sormadan geçemiyor!

Bir milletvekiline neden 12 bin Liralık hediye verilir?

Altında arabasi olmadığı için mi? Yoksa  üstünde pantolonu olmadığı için mi?

Yoksa mutfakta ekmek sıkıntıları var da, bizim haberimiz mi yoktur bu yoksulluktan?

Eğer öyle ise(!)…geçim sıkıntıları varsa??? Maaşlarına zam yapsınlar; ve bağımsız çalışabilmenin koşullarını oluştursunlar.

Bu durum; mali bütçemize biraz daha fazla yük getirse de, en azından “ahlakı bütçemize” zarar vermez.

Fakirlik kavramının sebep olamayacağına göre; demek ki…daha çok para kazanabilmek için aldıkları bu hediye karşılığıda bir hizmet vere
ceklerdir.

Milletvekili sıfatlarını kullanarak; iş bitireceklerdir.

Osmanlı İmparatorluğundan beri kurumlarımıza yerleşen bu rüşvet kültürü; Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü sebeplerinin en önemlisidir.

Bu hediyenin gerçek adı rüşvettir. Evrensel dayanağı olmayan bir aldatmaca kılıftır. Bölgesel ahlakın temeline bomba koyacak yalnış bir düşüncedir. Toplumun baş belasıdır. Zıkkımdır. Haramdır. İmamın yaptığı dua ile affedilemeyecek kadar günahdır. Hiç bir ibadethanede bunu affettirecek kadar dua mevcut değildir.

Bu ahlak dışı uygulamaların önünü alabilmek için yapılan kanun değişikliği bizleri bir nesne de olsa sevindirirken; etik komisyonunun, bu etik ve ahlak dışı düşünceleri toplumu zorlamaktan öteye; gelecek nesillerimizi de ahlaki olarak etkileyecektir. >Orda, yukarda yapıyorlar sa, bende yaparım< düşüncesini legal bir kavrama dönüştürecektir.

Ne yazık ki; etik komisyonu yönetmenliğinin birinci maddesinde yer alan madde, verilecek etik kararlarda çifte standartı ön görmektedir. Maddeye bir göz atalım!…

>Madde 1- Bu Kanunun amacı, kamu görevlilerinin uymaları gereken etik davranış ilkelerini belirlemek ve uygulamayı gözetmek üzere Kamu Görevlileri Etik Kurulunun kuruluş, görev ve çalışma usul ve esaslarının belirlenmesidir.

Bu Kanun, genel bütçeye dahil daireler, katma bütçeli idareler, kamu iktisadi teşebbüsleri, döner sermayeli kuruluşlar, mahalli idareler ve bunların birlikleri, kamu tüzel kişiliğini haiz olarak kurul, üst kurul, kurum, enstitü, teşebbüs, teşekkül, fon ve sair adlarla kurulmuş olan bütün kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan; yönetim ve denetim kurulu ile kurul, üst kurul başkan ve üyeleri dahil tüm personeli kapsar.

Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ve Bakanlar Kurulu üyeleri hakkında bu Kanun hükümleri uygulanmaz.<

Etik komisyonunun tüzüğündeki bu ana madde; hangi etik ölçülerine dayanılarak hazırlanmıştır…esas soru budur!

İnsan hakları – Yasal haklar – Din ve inanc – Adalet – Değer – Hak – Görev – Erdem -Eşitlik – Güven – Hür irâde – Rızâ – Ahlâkî – Sorumluluk…? ;ve daha bir çok kavramların hiç birisine uymayan bu “çifte standart etiği“; etik komisyonunun yüz karasıdır.

Demokrasinin gelişmiş olduğu ülkelerde böyle bir teklifin yapılmasını düşünebilmek dahi, bir sosyal ahlaksızlık“suçu” olarak görülür.

Hediye mıktarının üst sınırını 50 dolar olarak belirleyen bu gelişmiş ülkelerde; böyle bir düşünce sadece halkın tepkisini almakla kalmaz; istifalar arka arkaya gelir.

Ya bizde?

Basın ve medya bir kaç eleştirinin dışında susar ve; böyle bir durumdan kendilerinin nasıl faydalanacağının hesabını yaparlar(!)…

Ya vatandaş, o ne yapar? Hiç bir şey yapmaz, yapamaz…

Çünkü: >Müstesnalar tenzih edilir<

Sivil cesareti olmayan bir toplumuz biz.

Övünmekten başka sıkıntısı olmayan bir toplumuz biz.

Çikar uğruna yalakalık yapmakta bir ayıp görmeyen bir toplumuz biz.

İnancımızla ve İnsanlığın evrensel kurallarıyla bağdaşmayacak olan kurallara “kılıf” bulan bir toplumuz biz.

Nefret ettiğimiz eğitim kavramının cezasına layık bir toplum olarak; eğitimsizliğin esaretinden kurtulamayan bir toplumuz biz.

Gelen ağam, giden paşam şarkısının nekaretinde huzur bulan bir toplumuz biz.

Demek ki….:

Sosyal barışı zorlayan bu gibi ahlaksız düşünceleri üreten görevliler olduğu süre; sosyal barışın olması mümkün olmayacaktır; haksızlıklar devam edecektir, rüşvet verebilecek parası olanlar işini yürüteceklerdir; ve: Bizim millet vekillerimiz işlerini bitirmeye devam edecektir…maalesef!

Dahası:

Bir tarafta işini yürüten ve toplum ile dalga geçercesine tüm kanunları hiçe sayan kesimler kahkaha ile yaşamını sürdürürken; öte tarafta; henüz okuma yazması olmayan, okuduğunu anlamakta zorluk çeken vatandaş da; işini yürüttüğünün mutluluğunu yaşamaya devam edecektir!…

Evet….!

“Bayram değil seyran değil, enişte beni niye öptü?”!

Sevgiyle kalın.

Mehmet Nuri Sungur

NOT: Bu etik komisyonda; toplumun oylarıyla millet vekili seçilen her partiden üye vardır!