MEMLEKET İSTERİM BEN!

[Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. 2/148]
ÜTOPYA MI, DİSTOPYA MI… BELKİ DE EUTOPYA, KİM BİLİR!
Memleket isterim ben!
Toplumu ipoteğe alınmayan, düşüncelerine zincir vurulmayan, ne konuştuğunu sorumluca bilen, hür ve özgürce korkudan uzak yaşayan insanların yaşadığı memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Mahalle baskısı olmayan, fesatçıları kol gezmeyen, yoksula tekme vurmayan, zengine yalakalık yapmayan, vergisini kaçırmayan, zekatın da sadakasında cimri olmayan insanların yaşadığı bir memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Allah’ın beğenerek yarattığı insanları; dini, dili, rengi farklı olduğu için onları beğenmeyen, dışlayacak kadar kibre bürünmüş insanların kendilerini sorgulayacak kadar zeka testinde sınıfta kalmamış olduğu bir memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Hakime, savcıya, karakola giderken, özellikle yargılanırken; “torpilim yok, ne yaparım ben” diye düşünmeyenlerin yaşadığı memleket istiyorum!
Çok şey mi istiyoruz ya…!

„Hayal ettiğimiz ideallerimiz“ (ütopya) vardır. Onların asla „olmayacağını“ (distopya) düşünmek bizleri engelleyen unsurlar olup, kendimize vurduğumuz zincirlerdir. Bunu bildiğimiz halde onları söylemekten, hayal etmekten kaçınmayalım. Zira ne hayaller vardır ki, karamsar düşüncelerin olmazlığını „olura“ (eutopya) döndürerek dünyayı değiştirmiş, insanlığa yeni bir dünyanın ufuklarını açmıştır.
Allah’ın gücünde şüphe mi edelim de, hayallerimize zincir vuralım!

2/148: „Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.“ // Bakara Suresi, 148. Ayet.
O halde niye duruyoruz ki? Haydin, hep beraber hayırlara koşalım!

M.N.Sunguroğlu
17.10.2017

 

TECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR

SIDDETTECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR; İDAM CEZASINI TARTIŞARAK SORUNUN ÖZÜNDEN UZAKLAŞIYORUZ
>>İdam cezasını uygulayan ülkeler, idam ettiklerini ithal etmediklerine göre, idam cezasının caydırıcı olduğuna nasıl umut bağlayabiliriz ki? Sorunun özünü tartışalım, son sahnesini değil!<<

İdam cezasını tartışmak, bizleri asıl kanayan yaraya merhem bulmaktan uzaklaştırır. Öncelikle bilmeliyiz ki; idam cezasını yeniden uygulamaya koymamız mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti 2004 yılında Anayasamızda yaptığı değişiklikle idam cezasını kaldırmıştır. Artık hiçbir şekilde ölüm cezası verilemeyeceği Anayasanın 38. Maddesinde hüküm altına alınmıştır. Demektir ki; idam yasağı öncelikle Anayasal bir norm olarak karşımıza çıkıyor. Tabi olduğumuz uluslararası kuruluşlar ve taraf olduğumuz sözleşmeler uyarınca da, idam cezasını yeniden yürürlüğe koyamayacağımızı bağlayıcı nitelikte taahhüt etmişiz.

Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde idam cezası yoktur. Avrupa Birliğine tam üyelik müzakereleri yaptığımızdan dolayı hukuken de idam cezasını getirmemiz mümkün değildir. Demek ki; idam cezasının yeniden uygulamaya konulması tartışmak bizi bir adım öteye getirmez. Ne zaman ki biz; Avrupa Birliğine üye olmaktan vazgeçeriz, ancak o zaman kendi iç hukukumuzda dilediğimiz düzenlemeyi yapabiliriz. Bunun dışında iç hukukumuzda idam cezasını yeniden düzenleme imkanımız yoktur. O halde tartışmanın da bir anlamı kalmıyor demektir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6 Nolu ek protokolü ile idam cezası tamamen kaldırılmıştır. Sözleşme, ölüm cezasının geri getirilmeyeceğini asıl olarak görür ve Türkiye Cumhuriyeti de sözleşmeye taraf olduğundan dolayı idam cezasını tartışmak duygusal tepkiden ileri bir anlam taşımıyor. Bunu tartışmaktansa; ülkemizde genel olarak sorunun özü olan şiddete karşı ne yapılır olduğunu tartışalım!

Hepimiz biliyoruz ki; hiç bir çocuk dünyaya suçlu olarak gelmez. Gelmez ama; gelmeden önce ana rahminde ruhuna yerleştirdiği ne ise onunla doğar. Çocuk daha doğmadan önce, ana rahminde evdeki atmosferi hisseder ve onu bilinç altına yerleştirir. Çocukluk çağında yaşadığı aile ortamı ve çevre ile büyüyen çocuk, henüz yaşamının başında aldığı izlenimlerin etkisinden ancak güçlü bir eğitim ve sosyoekonomik şartlar ile kurtulabilir.
Yani; şiddet evde başlıyor ve sokakta devam ederek son sahnesini tecavüz olarak, yada bir başka tür suç ile bitiriyor.
Ülkemizde 20 bin kadın şiddetten korunmak için devletin koruması altında olduğunu düşünürsek; bu kanayan yaraya idam cezası ile merhem bulamayız! Sorunu başka türlü tartışalım ve idam cezasını tartışırken ağaçların çokluğundan, ormanı gözden kaçırmayalım!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.02.2015

AFFETME BİZİ ÖZGECAN… HEPİMİZ SUÇLUYUZ !

ÖCGECANAFFETME BİZİ ÖZGECAN… HEPİMİZ SUÇLUYUZ !

Sevgili ÖZGECAN!

Henüz 20 yaşında aramızdan ayrıldın. Hunharca işlenmiş bir cinayet seni bizden aldı. Şimdi arkandan dualar okuyup, Allah’tan rahmet dileyerek vicdanımıza olan borcumuzu ödeyeceğiz! Ne kadar üzüldüğümüzü anlatabilmek için kelime dağarcığımızda olan tüm kelimeleri dizeler halinde sıralayacağız.

Ancak…bütün bunlar seni geriye getirmeyecek. Sen artık aramızda değilsin ve bir daha da olmayacaksın.

Bizler ki; ülkemizde çocuklarımızın değerini bilmekte aciz kalmış toplum olmuşuz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; dövülen eşlerin sesini duyduğumuzda sivil cesaretimizi kullanarak polise telefon edemeyen bir toplum olmuşuz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; çocuğumuzun gelişiminden, eğitiminden, beslenmesinden vb. tasarruf ederek harcamalarımıza başka türlü öncelik tanırız…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; çocuklarımızı koruyamaz hale gelmişiz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; cinneti, şiddeti, sapıklığı, barbarlığı rutin olarak görür hale geldik…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; taciz suçundan mahkumiyeti dönüşü kahveye, mahalleye gelen ırz düşmanına geçmiş olsun diyerek çay ısmarlarız…sakın bizleri affetme Çocuk !

Liste çok uzun sevgili Özgecan …çok uzun ! O kadar uzun ki…tüm dünyayı bir kaç defa dolayacak kadar uzun…kin ve nefret, cinnet ve şiddet, sapıklık ve barbarlık akıyor dünyanın her tarafından.

Bu rezaletin birde raporu var sevgili Özgecan !

UNICEF rapor etmiş bu rezaleti; okuyalım!

Dünyadaki Çocuk İstismarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bu raporda hepsi olmasa da, olanlar bizleri utandıracak kadar yeterli.

– Dünya genelinde 246 Milyon çocuk, çalıştırıldıkları çeşitli işlerde emeklerinin sömürülmesine maruz kalmaktadır.

– Dünya genelinde 1.2 Milyon çocuk, ailelerinden koparılarak köle ya da işçi olarak kullanılmak üzere satılmaktadır.

– Dünya genelinde 300 Bin çocuk, 30′dan fazla ülkedeki çatışmalarda ellerine silahlar verilerek piyon asker olarak kullanılmaktadır.

– Dünya genelinde 2 Milyon çoğu kız çocuk, yine tacirler tarafından seks ticaretine alet olmaktadır.

Ülkemizdeki durum nedir ?

Bir adli Tip uzmanı olan ve ülkemizde bir çok projelere imza atan sn. Prof Dr. Oğuz POLAT Hocamızın bu konudaki açıklamalarına bir bakalım.

– Türkiye’de 42 bin çocuk sokakta yaşıyor.

– Yılda 7.000 çocuk tecavüz ve tacize uğruyor.

– Son 5 yılda, haklarında koruma kararı alınan ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumunda barınan toplam 14.398 çocuğun 2.678’i, yani yüzde 18,6’sının anne-babası tarafından ihmal veya istismar edildiği görülüyor.

– Suça itilen çocuk sayısı yılda yüzde 5 ile 10 oranında artıyor,

– Yılda 125.000 çocuk mahkemeye çıkıyor.

– Altı yaş altındaki çocuklarda fakirlik oranı yüzde 34 olduğunu, bu oran kırsal kesimde yüzde 40’a ulaşıyor.

– Sokakta yaşayan çocukların yüzde 11’i hiç okula gitmedi, yüzde 52’si madde kullanıyor.

– Sokakta  yaşamak ta en büyük etken ise aile içi şiddet.

– Adalet Bakanlığının son açıkladığı verilere göre yılda ortalama 7.000 çocuk tecavüz ve tacize uğruyor.

– İstismar ve ihmal, çocuk hakkında koruma kararı alınmasında ekonomik nedenden sonra ikinci sırada yer alıyor.

Gelelim Türkiye’nin taciz ve tecavüz bilançosuna. Önce bizleri korumakla görevli olanların durumuna bir göz atalım.

Türkiye’de son 10 yılda ciddi oranda arttığı belirtilen taciz ve tecavüz vakıaları her gün yeni bir olayla karşımıza çıkıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı verilerine göre son 15 yılda 241 polis, 91 asker, 17 özel timci, 15 korucu, 45 gardiyan tecavüzden yargılandı…fakat hiçbiri ceza almadı.

Bunlar bizi koruyacak olanlardı.

Devam edelim!

Ayrıca kadınları istismar eden erkeklerin yüzde 83’ünü de eşler oluşturuyor.

Sadece 2002-2008 arası 62 bin tecavüz olayı kayıtlara geçerken, Adalet Bakanlığı’na göre katledilen kadınların sayısı son 7 yılda yüzde bin 400 yükseldi.

2002 yılı kayıtlarına 66 olarak geçen kadın katliamı sayısı, 2007 yılında 1011 olarak saptandı.

Tecavüze uğrayanların yüzde 50’si 18 yaş altında ve bunlardan yüzde 10’u erkek çocuktur.

5-10 yaş arası çocukların yüzde 55’i ensest (mahrem sayılanlar arası ilişki) mağdurudur. 10/16 yaş arası çocukların yüzde 40’ı ensest mağdurudur.

Cinsel saldırganların yüzde 75’i tanıdık biridir.

Acil yardım hattını arayan kadınlardan yüzde 57’si fiziksel şiddete, yüzde 46,9’u cinsel şiddete, yüzde 14,6’sı enseste ve yüzde 8,6’sı tecavüze maruz kaldı.

TÜİK verilerine göre tecavüz ve taciz gibi cinsel saldırı suçlarında son beş yılda yüzde 30 artış meydana gelmiştir.

Buna göre; 2006’da 528, 2007’de 473, 2008’de 577, 2009’da 652 kadın tecavüze uğrarken, 2006 yılında 489, 2007 yılında 540, 2008 yılında 589, 2009 yılında 624 cinsel taciz olayı yaşanmıştır.

 

Evet sevgili Özgecanlar, Gizemler, Ayşeler, Fatmalar…Ahmetler, Umutlar…bizleri toplum olarak sakın affetmeyin !

Mersin Çağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü 1’inci sınıf öğrencisi Özgecan Aslan; henüz yaşamının baharındayken, hunharca bir cinayet sonunda yaşamından koparıldı. Bu ne ilk, nede son olacaktır. Henüz çocuk yaşta olan ve hayata doymadan hunharca bir cinayetin sonunda  öldürülen Özgecan Aslan çocuğumuzun ve binlerce çocuklarımızın ailelerine Allah’tan sabır ve metanet diliyorum.!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

15.02.2015

 

 

 

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm -III-

popups-politik-verfassung-verfassung-frankreich_1791Demokrasi nedir?…sorusunu sorarken Fransız devrimini atlamak mümkün değildir.

FRANSIZ DEVRİMİ

Fransız Devrimi veya Fransız İhtilali olarak ta tarihe geçmiş olan olaylar; (1789-1799), Fransa’daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesinin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktası olan Fransız devrimi; dünyada milliyetçilik akımını başlatan en büyük etkendir.

Fransız halkı önceki dönemlere göre büyük bir evrimin başlangıcını gerçekleştirmektedir. Bilinçlenmekte olan Halk, sarayın, kralın, seçkinlerin denetiminden çıkmaya başlayarak, şehirlerde yaşayan pek çok burjuva, büyük bir atılım içine girmişlerdir. Kitaplar yaygınlaşmakta, aileler çocuklarını üniversitelere göndererek sağlam bir gelecek kurma yolunu tutarak kültürel seviyeyi yükselmekteydi. Bağımsız yayıncıların çıkarttıkları gazete, bildiri ve broşürler, kitlesel bilinçlenmeye yol açmaktadır. Bu koşullar da toplumsal değişim taleplerinin olgunlaşmasına yol açmıştır.

Feodal düşünceden kopmak istemeyen toprak sahipleri ve soylular, ayrıcalıklarını korumaya çalışmakta; bu sebepte burjuvaların soylu tabakasına geçmesini engelleyecek barikatları yükselmekteydi. Soylular statülerini koruma hevesindeyken, burjuvalar da ekonomik olarak güçlenmelerine rağmen; toplumsal haklarda söz sahibi olamamaktan şikayetçiydi. Kırsal nüfus ise üzerindeki vergi yükünün hafiflemesini istemektedir.

Devrimci düşünce, ülkede köklü yapısal değişikliklere gitmek gerektiğine inanan katmanlar arasında yayılmaya başlamıştır. Merkezi otorite ülkenin içinde bulunduğu evrimsel süreci kavrayamamış; ve eski yöntemlerle sorunları halletme yoluna yönelmek istemiştir. Oysa özellikle burjuva İngiliz devriminin etkisiyle geçici çözümle yetinmek değil, kitlesel olarak İngiliz modelindeki gibi “parlamenter monarşi rejimi” altında yönetime katılmayı arzulamaktaydı.

1789 Fransız Devriminde hazırlanan anayasa ile, Kralın yetkileri halkın seçeceği parlamento arasında bölünerek  daha adil bir yönetim başlatılmış oldu. Yapılan seçim sonunda Ulusal Konvansiyon hükumeti genel oy ve iki dereceli bir seçimle iş başına geldi. Fakat ilerleyen yıllarda Napolyon’un başa geçmesiyle demokrasiden oldukça uzaklaştı.

20. YÜZ YILDA DEMOKRASİ GELİŞİMLERİ

20. yüzyılda demokrasi hızlı bir değişme ve gelişme göstermiştir. Yüzyılın başlarında, I. Dünya Savaşının sonunda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının yıkılmasıyla birçok yeni devletler ortaya çıktı ve bu yeni ülkelerin devlet yönetimi genellikle, o döneme göre, demokratik sayılabilecek yöntemlere sahipti.

1929 yılında New York borsasının çökmesiyle (Black Friday/ Kara Cuma) ortaya çıkan büyük ekonomik buhran döneminin etkisiyle; Avrupa, Latin Amerika ve Asya’da birçok ülkede diktatörler ortaya çıktı. İspanya, İtalya, Almanya, Portekiz’de; Faşist diktatörlükler ortaya çıkmışken, Baltık ve Balkan ülkelerinde, Küba, Brezilya, Japonya ve Sowyet Rusya’da demokratik olmayan yönetimler iktidara geldi. Bu sebeple 1930’lar Diktatörler çağı olarak nitelendirilir.

II. Dünya Savaşından sonra sömürgecilik anlayışı son buldu ve tekrar birçok bağımsız ülke ortaya çıktı. Demokratikleşme hareketleri Batı Avrupa’da yoğunlaştı. Almanya ve Japonya’da diktatörlükler son buldu, silahlanma politikası yerine, II. Dünya Savaşı sonunda imzalanan anlaşmalarında etkisiyle, refah devleti olma amacını güdüldü.

20. yüzyıldaki en büyük çekişmelerden biri de, demokratik olmayan Sowyet bloku ülkeleriyle batı demokrasileri arasında gerçekleşen soğuk savaştı. Komünizmi yaymaya çalışan Sowyet Rusya ile diğer demokrasi çeşitleri arasından sıyrılmış liberal demokrasiyi yaymaya çalışan ABD liderliğindeki batı gurubu arasındaki çekişme, 1989 yılına kadar devam etmiştir.

Japon asıllı sosyal bilim adamı Francis Fukayama; Tarihin Sonu adlı makalesinde, “soğuk savaşın bitmesiyle artık liberal demokrasinin tüm dünyada yayılacağı” haberini verir. Nitekim bu demokratikleşme süreci, yakın dönemdeki Gürcistan’daki Gül Devrimi, Ukrayna’daki Turuncu Devrimi ile yoluna devam eder.

DEMOKRASİ MODELLERİ

Demokrasi tarihinde uygulanan sistemler oldukça çeşitlidir. Bunlar kısaca beş grup içinde toplanabilir:

1- KLASİK DEMOKRASİ:

Klasik demokrasi tanımı eski Yunan şehir-devletlerine dayanır. En iyi uygulayıcısı ve o dönemde en güçlü şehir olan Atina’dan dolayı, Atina demokrasisi olarak da adlandırılır.

Belli başlı tüm kararlar, bütün vatandaşların üye olduğu meclis veya Eklesya/Halk meclisi tarafından alınıyordu. Bu meclis senede en az kırk defa toplanıyordu. Tam zamanlı çalışacak kamu görevlilerine ihtiyaç duyulduğunda, bütün vatandaşları temsil eden küçük bir örnek olmaları için kura usulü ile veya dönüşümlü olarak seçiliyorlardı. Mümkün olan en geniş katılımın sağlanması için görev süreleri kısa tutuluyordu. Meclisin yürütme komitesi olarak faaliyet gösteren ve beş yüz vatandaştan oluşan bir konseyi vardı ve elli kişilik bir komite de bu konseye teklifler hazırlardı. Komite başkanlığı görevi sadece bir günlüktü. Bunun tek istisnası askeri konularla ilgili on generalin tekrar seçilebilme imkanıydı.

Atina demokrasisinin özelliği vatandaşlarının siyasi sorumluluklara geniş çapta katılma isteğinin bulunmasıydı. Tabi bunun en önemli sebebi, demokrasiye zıt bir şekilde uygulanan kölelik sistemiydi. Böylelikle oy verme hakkına sahip Atina doğumlu yirmi yaş üstü tüm erkeklerin günlük hayattaki sorumluluklarının çok büyük bir kısmını kölelerin sırtına yüklemişlerdi. Bunun dışında Atina demokrasisinde kadınların, metiklerin (şehirli olmayanlar) ve kölelerin oy kullanma hakları yoktu.

Günümüzde İsviçre’nin küçük kantonlarında halk meclisleriyle varlığını sürdürebilen klasik demokrasinin, daha büyük ülkelerde uygulanması teknik nedenlerden ötürü tercih edilmez.

2- KORUYUCU DEMOKRASİ

Orta Çağ yönetimlerinden çıkmaya çalışan Avrupalılar, 18. ve 19. yüzyılda demokrasiyi daha çok kendilerini hükumetin zorbalıklarından korumanın bir yolu olarak görmekteydiler. Korumacı demokrasi sınırlı ve dolaylı bir demokrasi modeli sunar. Pratikte, yönetilenlerin rızası düzenli ve rekabetçi seçimlerle sağlanır. Siyasi eşitlik böylelikle eşit oy hakkını ifade eden teknik bir kavrama dönüşür. Dahası; oy hakkı gerçek bir demokrasi için yeterli değildir. Bireysel özgürlükleri korumak için yasama, yürütme ve yargı üzerinden güçler ayrılığına dayalı bir sistemin tesisi şarttır.

3- KALKINMACI DEMOKRASİ:

Bireyin ve toplumun gelişimini esas saymıştır. Bu tip demokrasilerin en radikal olanı; Jean-Jacques Rousseau tarafından dile getirilmiştir. Ona göre bireyler ancak içinde bulundukları toplumun kararlarını şekillendirebilmesine doğrudan ve sürekli olarak katılımları halinde “özgür” olabilirler. Bu açıdan bakıldığında, doğrudan demokrasiyi tanımlamakla birlikte bu şekilde oluşturulacak genel iradeye vatandaşların itaat etmesi durumunda özgürlüğe kavuşacakları savıyla ayrılır.

Kalkınmacı demokrasinin, liberal demokrasiye daha ılımlı hali ise; John Stuart Mill tarafından dile getirilmiştir. Mill’e göre demokrasinin en büyük yararı, vatandaşların siyasi hayata katılımlarını sağlayarak, onların anlayışlarını ve duyarlılıklarını güçlendirmesidir.

Bu nedenle hiç bir ayırım yapmadan, ister kadın olsun ister fakir olsun, herkesin oy verme hakkının olması gerektiğini savunur. Ne var ki; John Stuart bu oy hakkını “eşit” olarak savunmamıştır. Örneğin vasıfsız işçinin bir oy, vasıflı işçinin iki oy, donanımlı meslek sahiplerinin ise beş oy hakkına sahip olması gerektiğini, böylelikle demokraside “çoğunluğun tiranlığı” korkusundan kurtulabilineceğini savunuyordu. Basitçe herkesin oy hakkının olmasını savunurken, çoğunluğun verdiği kararların her zaman doğru olmayabileceğini belirtiyordu.

4- LİBERAL DEMOKRASİ:

Demokraside önceliğin özgürlüğe mi yoksa eşitliğe mi verilmesi gerektiği tarih boyunca tartışılmış ve tarih, bu ikisini bir arada tutacak sistem teorisini üretme çabalarıyla sıklıkla karşılaşmıştır. Liberal demokrasi sistemi de bunlardan biridir. İçinde barındırdığı liberal kelimesiyle özgürlüğü, demokrasideki siyasi eşitlik kavramıyla da eşitliği temsil etmektedir.

Bunu düşünürken ekonomi disiplinindeki liberalizm ile siyaset disiplinindeki liberalizmin birbirinden ayırmamız gerekir.

Basit olarak liberal demokrasi; iktidarı halkın belirlediğini ancak bu iktidarın bireysel özgürlüklerle sınırlandığı bir siyasal sistem olarak belirtebiliriz.

Hoşgörü ve tüm fikirlerin var olabildiği bir rekabet ve siyasi eşitlik prensiplerinde gerçekleştirilen seçimlerle iktidara temsili bireylerin getirilmesi, liberal demokrasilerin temel nitelikleridir.

5- SOSYAL DEMOKRASİ:

Bu kavram; daha çok komünist rejimlerle yönetilen ülkelerin gelişmiş demokrasi çeşitlerini kapsamaktadır. Kendi aralarında farklar bulunmasına rağmen, liberal demokrasi sistemleriyle kesin olarak karşıt bir çizgidedir. Genel olarak siyasi eşitliğin yanında, sosyal demokrasi ile ekonomik eşitliğinde sağlanması gerekliliğini savunmuşlardır.

Karl Marx, kapitalizmin yıkılmasından sonra geçici bir proletaryanın devrimci diktatörlüğü’nün olacağını, sonradan ise proleter demokrasi sistemiyle komünist bir toplumun oluşacağını savunmuştur. Komünist devletlerde görülen demokrasi sisteminin fikir yapısı, Marx’tan çok Lenin’e aittir.

Bu ülkelerde, partilerin denetimsiz gücünün demokrasiyi gölgede bıraktığı eleştirisi yaygın olarak yapılmaktadır.

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm –III- sonu. Bölüm -IV- de buluşmak umuduyla…

Saygılarımla.

Mehmet Sungur

08.07.2013

İÇKİ İÇİYORUM AMA; ALKOLİK DEĞİLİM(!)…

alkoholkrankerAslında bu yazımı sorunsuz bir yazı olarak tasarlamıştım. Şöyle biraz havaii, biraz neşeli ve içeriği mutluluk olan bir yazı vardı kafamda. Gel gör ki…olmadı. Neden olmadığını da söylersem belki beni daha iyi anlarsınız.

Geçenlerde çok değerli bir dostumun gönderdiği bir e-mektup, beni bu yazıyı yazmaya “zorladı”!

Mektubun içeriğinin hepsini değil ama…bence çok önemli olan bir kaç paragrafını sizlere aynen aktarıyorum.

***

Sevgili Mehmet ağabey,

Son günlerde çok hüzünlü günler yaşıyoruz. O kadar hüzünlüyüz ki; sağlığımız dahi bozulmaya başladı diyebilirim.

Rahmetli babamın vefatından sonra ailenin büyük çocuğu olarak üstlendiğim sorumluluk, ağırlığına rağmen bana bir yük olmamıştı. Ne var ki; taşıdığım bu sorumluluğun ağırlığı artık taşınamayacak kadar ağır olmaya başladı.

Aslında hiç bir sorunumuz olmamalıy dı. …gel görki, ailemizde alkole düşkünlüğü olan bir aile üyemiz var; …ve korkuyorum ki; bu alkol yüzünden ailesini dağıtacak, işini kaybedecek ve daha zor günlere doğru bizleri de sürükleyecek. Çevresindeki yanlış insanlar onu uçuruma sürüklemekte, artık bizi bile gözü görmüyor ve dinlemiyor, sıkıntım giderek artmakta ne yapacağımı bilemiyorum bu yüzden de kendimi mutsuz ve yorgun hissediyorum..

***

Evet sevgili okuyuculaım. Bu değerli dostumun mektubu kısa olarak böyle.

İnsanların özgür yaşamına kimsenin karışmak hakkı olmadığına kesinlikle saygılı olduğumu ifade etsem de; “sorumlu olmayan özgürlüğe” de karşı olduğumun altını çizmek isterim.

İçkinin sağlık açısından oluşturduğu tehlikeleri sağlıkcılara, inanç açısını da ilahiyetçilere bırakarak, meselenin sosyal tarafına dokunmak istiyorum.

Önceleri bir heves ve merak ile başlayan içki sohbetleri, zamanla alışkanlık haline gelmeye başladığında, ilk tehlike çanlarının çaldığı anların da başladığı demektir. Bu durumlar daha çok gençlerde görülen bir başlangıç olarak görülmektedir.

Birde tecrübeli yaşlarda içkiye başlayanlar vardır. Bunların başında klasik olarak bildiğimiz; ailede geçimsizlik, iş hayatında başarısızlık, bir yakınını kayip etmek gibi sayılabilecek unsurlar oluşturan olaylardır.

Önce bir kaç yudumla başlayan içki, kişinin içerisinde bulunduğu ortamı geçici olarak rahatlatsa da, ertesi gün bu sıkıntıların aynı sıkıntılar olduğunun farkında olması hiç te uzun sürmeyecek olan bir durumdur.

Kişinin bu durumun farkında olması; içkiden vaz geçebilmesinin ilk şansıdır. Bu şansa fırsat verenler işi ucuza atlatanlardır.

Bu durumun farkında olmayan, ya da olmak istemeyenler için zor günler başlamış demektir. Demektir ki; alkolik olmanın sinyalleri hiç te uzaklarda değildir.

Birde, son günlerde halk dilinde kullanılan bir terim var. “Sosyal içki alanlar”, diye tanımlanıyor bu terim. Yani; ayda yılda değil de, nerdeyse her akşam arkadaşlar ile beraber sohbet için masa kuranlar olarak bilinen içki alma ortamları. Bu ortamlarda oluşan sohbetler ilk etapta hoş olsa da, uzun vadeli olarak tüm rizikoları içerisinde toplayan içkili sohbetlerdir.

Bu rizikoların başında gelenler ise; yukarıda sebep olarak görülen unsurların tamamen tersine olan durumlardır.

Arkadaşlık sohbetlerine ayırılan zaman, aileden çalınan zamandır. Aileye ayırılmayan zaman ise; kişiye karşı çalışan zamandır.

Arkadaşlık sohbetlerinde harcanan zaman ve para ise; iş hayatında başlayan yıkılmanın ilk adımlarıdır.

Bir başka içki alanlar grubu daha var ki, onları anlamak hiçte kolay değil.

İçki masalarında boy boy çekilen resimleriyle kendilerine “farklı” bir yer ayırdıklarına inananlar grubu diyebiliriz.

Bu örnekleriyle sadece gençlerimize kötü bir örnek olmaktan öteye; kendilerinin de toplumdaki yerlerinin hiç te güven oluşturmayacak bir durum olmadığının farkında olmadan altını çizmektedirler.

Kısa bir örnek verirsek: Çocugumuzun okul arkadaslarının, sosyal çevresinin, çocugumuza bakıs açısını düsünebiliriz.

İçkiyi bırakmanın imkanı varmıdır? …vardır!

Kolay olmasa bile; kişi öncelikle “sorunu” kendisi kabul etmelidir.

İÇKİ İÇİYORUM AMA; ALKOLİK DEĞİLİM(!)…diyebildiği süre, içkiyi kendi iradesiyle bırakabileceği süredir.

Bu zamanı değerlendiremeyenler ise, tıbbı yardım alarak kurtulma şanslarını deneyebilirler. Hiç birini yapmayanlar için ise,tehlike çanları çalmaya devam edecektir.

Son olarak söylenecek bir kaç cümle daha eklemek istiyorum.

Eğer içki içiyorsanız… sınırını kendiniz koyun ve kontrolünü de elinizde tutmaya çalışın!

Eşinizin, çocuğunuzun, anne babanızın, kardeşlerinizin ve çevrenizin kabul edemeyeceği bir kişiliğe bürünmekten kaçının. Sabahleyin aynaya baktığınızda kendinizden utanmayın.

…en azından kişiliğinizi içkiye teslim etmeyin…!

Sevgiyle kalın!…

Mehmet Nuri Sungur

09.01.2013

ETİK KOMİSYONUNDAN AHLAKSIZ TEKLİF; MİLLETVEKİLİNE 12 BİN LİRALIK HEDİYE

rüsvet“Bayram değil seyran değil, enişte beni niye öptü?”

739 Lira aylık ile çalışan asgari ücretli vatandaş; 119 Lira gelir vergisi verirken; milletvekiline 12 bin lira tutarında yapılan hediyeyi, vergiden muaf tutabilecek kadar zengin bir toplum olduğumuzu bilmek insanın adaletli bir ülkede yaşadığının farkında olmadığının bir tescilimidr bilinmez ama; bilinen bir şeyler varsa; o da şudur ki; ahlak çitasının her gün biraz daha aşağıya indiğidir.

Milletvekillerinin alabilecekleri hediye sınırı 12 bin lira olarak düşünülmekte olması; ancak bizim ülkemizde mümkündür.

İnsan Bunu duyunca; saçlarını yolası, bu nasıl bir etik ve ahlak anlayışıdır? …diye sorası geliyor. Geliyor da, elden bir şey gelmiyor!

Çünkü toplumun yaşam ve hizmet düzenlemesinin belirtildiği kanunlara yardımcı olması gereken etik komisyonu; ortaya attığı bu etik olmayan, ahlak dışı düşünce ile; ahlak sınırının sıfıra inmesinin önünü açmaktadır.

Bu kadar ahlaksız bir teklifin nedenini düşünmek zor olsa da; yine de insan sormadan geçemiyor!

Bir milletvekiline neden 12 bin Liralık hediye verilir?

Altında arabasi olmadığı için mi? Yoksa  üstünde pantolonu olmadığı için mi?

Yoksa mutfakta ekmek sıkıntıları var da, bizim haberimiz mi yoktur bu yoksulluktan?

Eğer öyle ise(!)…geçim sıkıntıları varsa??? Maaşlarına zam yapsınlar; ve bağımsız çalışabilmenin koşullarını oluştursunlar.

Bu durum; mali bütçemize biraz daha fazla yük getirse de, en azından “ahlakı bütçemize” zarar vermez.

Fakirlik kavramının sebep olamayacağına göre; demek ki…daha çok para kazanabilmek için aldıkları bu hediye karşılığıda bir hizmet vere
ceklerdir.

Milletvekili sıfatlarını kullanarak; iş bitireceklerdir.

Osmanlı İmparatorluğundan beri kurumlarımıza yerleşen bu rüşvet kültürü; Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü sebeplerinin en önemlisidir.

Bu hediyenin gerçek adı rüşvettir. Evrensel dayanağı olmayan bir aldatmaca kılıftır. Bölgesel ahlakın temeline bomba koyacak yalnış bir düşüncedir. Toplumun baş belasıdır. Zıkkımdır. Haramdır. İmamın yaptığı dua ile affedilemeyecek kadar günahdır. Hiç bir ibadethanede bunu affettirecek kadar dua mevcut değildir.

Bu ahlak dışı uygulamaların önünü alabilmek için yapılan kanun değişikliği bizleri bir nesne de olsa sevindirirken; etik komisyonunun, bu etik ve ahlak dışı düşünceleri toplumu zorlamaktan öteye; gelecek nesillerimizi de ahlaki olarak etkileyecektir. >Orda, yukarda yapıyorlar sa, bende yaparım< düşüncesini legal bir kavrama dönüştürecektir.

Ne yazık ki; etik komisyonu yönetmenliğinin birinci maddesinde yer alan madde, verilecek etik kararlarda çifte standartı ön görmektedir. Maddeye bir göz atalım!…

>Madde 1- Bu Kanunun amacı, kamu görevlilerinin uymaları gereken etik davranış ilkelerini belirlemek ve uygulamayı gözetmek üzere Kamu Görevlileri Etik Kurulunun kuruluş, görev ve çalışma usul ve esaslarının belirlenmesidir.

Bu Kanun, genel bütçeye dahil daireler, katma bütçeli idareler, kamu iktisadi teşebbüsleri, döner sermayeli kuruluşlar, mahalli idareler ve bunların birlikleri, kamu tüzel kişiliğini haiz olarak kurul, üst kurul, kurum, enstitü, teşebbüs, teşekkül, fon ve sair adlarla kurulmuş olan bütün kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan; yönetim ve denetim kurulu ile kurul, üst kurul başkan ve üyeleri dahil tüm personeli kapsar.

Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ve Bakanlar Kurulu üyeleri hakkında bu Kanun hükümleri uygulanmaz.<

Etik komisyonunun tüzüğündeki bu ana madde; hangi etik ölçülerine dayanılarak hazırlanmıştır…esas soru budur!

İnsan hakları – Yasal haklar – Din ve inanc – Adalet – Değer – Hak – Görev – Erdem -Eşitlik – Güven – Hür irâde – Rızâ – Ahlâkî – Sorumluluk…? ;ve daha bir çok kavramların hiç birisine uymayan bu “çifte standart etiği“; etik komisyonunun yüz karasıdır.

Demokrasinin gelişmiş olduğu ülkelerde böyle bir teklifin yapılmasını düşünebilmek dahi, bir sosyal ahlaksızlık“suçu” olarak görülür.

Hediye mıktarının üst sınırını 50 dolar olarak belirleyen bu gelişmiş ülkelerde; böyle bir düşünce sadece halkın tepkisini almakla kalmaz; istifalar arka arkaya gelir.

Ya bizde?

Basın ve medya bir kaç eleştirinin dışında susar ve; böyle bir durumdan kendilerinin nasıl faydalanacağının hesabını yaparlar(!)…

Ya vatandaş, o ne yapar? Hiç bir şey yapmaz, yapamaz…

Çünkü: >Müstesnalar tenzih edilir<

Sivil cesareti olmayan bir toplumuz biz.

Övünmekten başka sıkıntısı olmayan bir toplumuz biz.

Çikar uğruna yalakalık yapmakta bir ayıp görmeyen bir toplumuz biz.

İnancımızla ve İnsanlığın evrensel kurallarıyla bağdaşmayacak olan kurallara “kılıf” bulan bir toplumuz biz.

Nefret ettiğimiz eğitim kavramının cezasına layık bir toplum olarak; eğitimsizliğin esaretinden kurtulamayan bir toplumuz biz.

Gelen ağam, giden paşam şarkısının nekaretinde huzur bulan bir toplumuz biz.

Demek ki….:

Sosyal barışı zorlayan bu gibi ahlaksız düşünceleri üreten görevliler olduğu süre; sosyal barışın olması mümkün olmayacaktır; haksızlıklar devam edecektir, rüşvet verebilecek parası olanlar işini yürüteceklerdir; ve: Bizim millet vekillerimiz işlerini bitirmeye devam edecektir…maalesef!

Dahası:

Bir tarafta işini yürüten ve toplum ile dalga geçercesine tüm kanunları hiçe sayan kesimler kahkaha ile yaşamını sürdürürken; öte tarafta; henüz okuma yazması olmayan, okuduğunu anlamakta zorluk çeken vatandaş da; işini yürüttüğünün mutluluğunu yaşamaya devam edecektir!…

Evet….!

“Bayram değil seyran değil, enişte beni niye öptü?”!

Sevgiyle kalın.

Mehmet Nuri Sungur

NOT: Bu etik komisyonda; toplumun oylarıyla millet vekili seçilen her partiden üye vardır!

ÖZGÜRLÜK VE SORUMLULUK

Doğuştan hakkımız olan özgürlük; sorumluluk ister!

Özgürlüğün sınırsız olduğunu düşünen bireyler, sorumluluk duygularının yok olduğu bir toplumun başlangıcıdır. Oysa; sorumluluk duygularından yoksun bir toplumda, sevgi, saygı ve barıştan söz edilemez.

Yaşadığımız zaman diliminde her aklına gelen bir şeyler söylüyor. Kişinin tabii  hakkı olan, yaşam, fikir ve düşünce özgürlüğü sorumluca kullanılmazsa… özgürlüğe vurulan ilk darbe olur ve kendisini dejenere eder.

Özellikle: Siyasette ve daha farklı yüksek makamlarda görev yapanlar, günlük hayatımızda önemli rol oynayan basın ve görsel medya;  “özgürce konuşabildikleri kadar; sorumluca susmayı da bilmelidirler”!

Kişinin özgürlüğü; bir başka kişinin özgürlüğünün başladığı yerde bitmesiyle beraber, sorumluluğa bürünerek  devam etmelidir.

İkinci kişilerin hak ve hürriyetlerine riayet etmek, kendi hak ve hürriyetimizin teminatıdır. Bu durumlar bireysel alanlarda olduğu kadar, toplumsal alanlarda da geçerlidir. Sosyal sorumluluk diye tanımladığımız bu düşünce; kişiye ve topluma saygı ile başlar. Kişinin ve toplumun hak ve hürriyetini kabul etmekle başlar. Başkalarının fikir ve düşüncelerine saygı göstererek; kendi fikir ve düşüncelerimizi dile getirmek hakkımız olduğu kadar, yalnış diye algıladığımız fikir ve düşüncelere cevap vermek de sorumluluğumuzdur.

Özgürlük; tarih boyunca arkasından koşulmuş bir kavram olmasıyla beraber, ne kadar anlaşıldığı hala tartışılmaktadır.

Özgürlük; öğrenilmek ister.

Onu yaşamak ve yaşatmak, bilgiye muhtaçtır.

Öğrenimden önce, eğitime muhtaçtır.

Toplumda barış ve huzurun teminatı olan yazılmayan kanunların bilincinde olmaya muhtaçtır.

1989 yılında Sovyetler birliğinin yıkılmasıyla özgürlüklerine kavuşan doğu dünyası; başta Rusya olmak üzere; özgür ve hür olmanın nasıl olduğunu bilmediklerinden ötürü, çektikleri sıkıntıları gördük. Başı boş bırakılan Rus halkı, kendilerini idare etmekten aciz kaldılar. Çünkü özgürlük onlar için öğrenilmemiş, yaşanmamış bir kavramdı.

Zamanın devlet başkanı Boris Yelzin’in özgürlük anlayışı Rus halkına iyi gelmemişti. Boris Yelzin’in özgürlük anlayışı Avrupa’nın beğenisini alıyordu ama…Rus halkının geleceğinin teminatı değildi.

Arkasından başkan olan Wiladimir Putin; Boris Yelzin’in özgürlük anlayışına dur demeseydi… bu gün çok farklı ve kötü bir durumda olan Rusya olacaktı karşımızda.

Ekonomisi çökmüş, ahlak anlamını kaybetmiş, güçlünün güçsüzü ezdiği bir Rus halkı olacaktı karşımızda .

Dünyada söz hakkı kalmamış ama, elinde her türlü atom silahları olan bir Rusya olacaktı karşımızda. Böyle bir Rusya ile dünya barışı ne kadar sağlam olurdu bunu düşünmek dahi istemiyorum.

Evet…özgürlük sorumluluk ister! Belki de özgür olmaktan daha fazla sorumluluk ister. Sevgi ister, saygı ister. Hak ve hukuka riayet ister. Dürüstlük ister. Yalan dolan ile kimseyi kandırmak için değildir özgürlük. İkiz kardeş gibidirler, birini ihmal edersen öteki isyan eder vesselam…

Tüm iyi dileklerimle…özgür ve hür düşüncelerinizle Allah’a emanet olun!

Mehmet Sungur