ÇANLAR BEŞ DEFA ÇALINCA KİM ÖLÜR?

armut-2ÇANLAR BEŞ DEFA ÇALINCA KİM ÖLÜR?
Adalet ölürmüş, öyle derler. …yarım kalmış düzeltelim: „önce adalet, sonra da ölüşüne amin diyenler ölür;“ …şimdi tamamlandı, devam edelim.

Oysa ki çanlar her gün beş defa Amerika’da, Rusya’da, Avrupa’da, Arabistan diyarında, Çin’de, Yemen’de, Türkiye’de çalıyor!
Çalıyor çanlar her gün on defa sevgiye muhtaç olanlar, yürümekte zorluk yaşayan yaşlılar, bir dilim ekmek için avuç açanlar, yaşamını ortaya koyarak denizleri aşanlar, kitap alacak parası olmayanlar, emeği sömürülenler için…
Çalıyor!
Her gün!
On defa!
Çalıyor çanlar pınarı kurumuş, susuz kalmış adalet için!
Hukuk, sosyal düşünce her gün defalarca ölüyor; ve arkasında; yıkılan yüreklerin göz yaşları arasında sessizce toprağa gömülüyor!
Sindirilmiş toplumlar sessiz yığınak haline dönmüş bir yığın olarak tümsekler oluşturuyor.
Susuz kalmış adalet, hukuk, sosyal düşünce her gün defalarca ölüyor; ve arkasında yıkılan yürekler bırakıyor, ama duyan yok!
Coğrafyamızda yaşadığımız mezhep savaşları, akıtılan kanlar ülkemizin içerisine kadar geldiği bu günlerde her şeye ama; asıl ihtiyacımız olan adalete o kadar ihtiyacımız var ki, kırk gün ateşte yanan testinin suya ihtiyacı olduğu kadar!

Her zaman ki gibi ben yine de umutlarımı duaya yansıtarak tüm bu olumsuzlukların ortadan kalkmasına dua ettiğim yeni bir takvim yılına girerken; karşılıklı olarak birbirimizi tamamladığımız tüm dostlarımın yeni yılını kutluyor, hepinize en samimi dileklerimle selam ve sevgilerimi gönderiyorum… Sevgiyle kalın.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
31.12.2015

 

ŞİİR Mİ DEDİN…? BU ARA OLMUYOR İŞTE

ŞİİR Mİ DEDİN…?

>>Teknolojide zirveyi zorlayan insanoğlu, medeniyette geriye doğru ilerlediğinin farkında olmadan yoluna devam ediyor. Oysa ki teknoloji; asıl medeniyetin bir parçası olmalıydı.

Çok mu karamsar oldu… önemli değil, ciddiye almayın vesselam…<<

Yok, hayır…bu günlerde tıkanmışım, kalem mürekkep tutmuyor, beceremiyorum, heceler, kelimeler nakış tutmuyor. Ruhumu okşayacak, yüzümü güldürecek bir haber gelmiyor bu aralar; herhalde ondandır.

Nereye baksan bir azgınlık, nereden bir ses gelse içerisi dert dolu. Her an hedefe kilitlenmiş gibi denizler üzerinde yüzen azgın savaş gemileri ile dolu Okyanuslar.

Barışı ararken, savaşı kutsallaştıran insanlarla dolu dünya. Din mezhep, dil ırk kavgaları devam ederken, güçlünün kılıcı zayıfın başında dönüp duruyor. Vicdanlar ise, sessizliğin gölgesinde huzuru arayadursun, yoksulun emeğinin verilmediği bir sosyal düzen var ki; barışın önünde yıkılmayacak bir duvar gibi abideleşmiş vaziyette bekleyişine devam ediyor.

Zaten hiç bir zaman temiz olmayan siyaset, gittikçe daha da kirlenmeye devam ederken; yalanların içerisinde saklı olan doğrular boğulurcasına sessizliğe bürünüyor. Koltuk kavgası için verilen mücadelede her şeyin çare olarak kullanıldığına şahit oluyoruz.

Oysa ne yok ki bu dünyada… Her şeyden o kadar çok var ki, bir dünya daha barındırır da artar bile.

Soğuk savaşın Doğu-Batı çatışması, yerini Kuzey-Güney çarpışmasına bırakarak, dünya silah sanayinin pazarı olmaktan kendini kurtaramadı. Sömürülenlerin sömürenlere doğru çıktığı yolculukta yaşamlarını Akdeniz’in sularında bırakırken, kendi koyduğu değerleri çöpe atmış bir Avrupa ile insan haklarının girdabında boğulan bir insanlık yaratıldı.

Sosyal düşünceden arındırılmış bir demokrasi düzenine doğru hızla yol almaktayız. Oysa ki; içerisinde sosyal olmayan bir demokrasi, demokrasi olmaktan çok uzaktır. Hak ve hukukun üstünlüğünün zede aldığı, anayasal kanunların kişisel arzulara teslim olduğu bir dünyada, demokrasiden söz etmek, Kuzey kutbunda buzdolabı satmaktan ne farkı vardır ki.

Teknolojide zirveyi zorlayan insanoğlu, medeniyette geriye doğru ilerlediğinin farkında olmadan yoluna devam ediyor. Oysa ki teknoloji; asıl medeniyetin bir parçası olmalıydı.

Çok mu karamsar oldu… önemli değil, ciddiye almayın vesselam…

Mehmet Nuri Sunguroğlu

29. Nisan 2015

TECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR

SIDDETTECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR; İDAM CEZASINI TARTIŞARAK SORUNUN ÖZÜNDEN UZAKLAŞIYORUZ
>>İdam cezasını uygulayan ülkeler, idam ettiklerini ithal etmediklerine göre, idam cezasının caydırıcı olduğuna nasıl umut bağlayabiliriz ki? Sorunun özünü tartışalım, son sahnesini değil!<<

İdam cezasını tartışmak, bizleri asıl kanayan yaraya merhem bulmaktan uzaklaştırır. Öncelikle bilmeliyiz ki; idam cezasını yeniden uygulamaya koymamız mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti 2004 yılında Anayasamızda yaptığı değişiklikle idam cezasını kaldırmıştır. Artık hiçbir şekilde ölüm cezası verilemeyeceği Anayasanın 38. Maddesinde hüküm altına alınmıştır. Demektir ki; idam yasağı öncelikle Anayasal bir norm olarak karşımıza çıkıyor. Tabi olduğumuz uluslararası kuruluşlar ve taraf olduğumuz sözleşmeler uyarınca da, idam cezasını yeniden yürürlüğe koyamayacağımızı bağlayıcı nitelikte taahhüt etmişiz.

Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde idam cezası yoktur. Avrupa Birliğine tam üyelik müzakereleri yaptığımızdan dolayı hukuken de idam cezasını getirmemiz mümkün değildir. Demek ki; idam cezasının yeniden uygulamaya konulması tartışmak bizi bir adım öteye getirmez. Ne zaman ki biz; Avrupa Birliğine üye olmaktan vazgeçeriz, ancak o zaman kendi iç hukukumuzda dilediğimiz düzenlemeyi yapabiliriz. Bunun dışında iç hukukumuzda idam cezasını yeniden düzenleme imkanımız yoktur. O halde tartışmanın da bir anlamı kalmıyor demektir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6 Nolu ek protokolü ile idam cezası tamamen kaldırılmıştır. Sözleşme, ölüm cezasının geri getirilmeyeceğini asıl olarak görür ve Türkiye Cumhuriyeti de sözleşmeye taraf olduğundan dolayı idam cezasını tartışmak duygusal tepkiden ileri bir anlam taşımıyor. Bunu tartışmaktansa; ülkemizde genel olarak sorunun özü olan şiddete karşı ne yapılır olduğunu tartışalım!

Hepimiz biliyoruz ki; hiç bir çocuk dünyaya suçlu olarak gelmez. Gelmez ama; gelmeden önce ana rahminde ruhuna yerleştirdiği ne ise onunla doğar. Çocuk daha doğmadan önce, ana rahminde evdeki atmosferi hisseder ve onu bilinç altına yerleştirir. Çocukluk çağında yaşadığı aile ortamı ve çevre ile büyüyen çocuk, henüz yaşamının başında aldığı izlenimlerin etkisinden ancak güçlü bir eğitim ve sosyoekonomik şartlar ile kurtulabilir.
Yani; şiddet evde başlıyor ve sokakta devam ederek son sahnesini tecavüz olarak, yada bir başka tür suç ile bitiriyor.
Ülkemizde 20 bin kadın şiddetten korunmak için devletin koruması altında olduğunu düşünürsek; bu kanayan yaraya idam cezası ile merhem bulamayız! Sorunu başka türlü tartışalım ve idam cezasını tartışırken ağaçların çokluğundan, ormanı gözden kaçırmayalım!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.02.2015

ÇOK ŞEY Mİ İSTİYORUM?

yargi

İnsanlık olarak son günlerde kendi yarattığımız kaoslu bir dünyanın içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Her yerde akıl almaz bir hiddet ve şiddet..
Nasıl bu hale geldi bu dünya?
Neyi paylaşamıyoruz?
İnsanoğlunun en temel ihtiyaçları beslenme ve barınma değil mi?
Her ne kadar bunların dağılımı eşit olmasa da yeryüzünde herkese yetecek kadar yiyecek, içecek ve üzerinde yaşanacak toprak parçası var, sadece biz bunları paylaşmayı bilmiyoruz.
Ne istiyoruz, daha çok para mı, daha fazla güç mü ve daha da önemlisi niye bunlara bu kadar ihtiyaç duyuyoruz.?

Hepimiz beğenilmek, takdir görmek, şefkatle kucaklanmak kısacası aslında bütün bunların başlığı altında ‘’sevilmek’’ istiyoruz.
Yolda yürürken bacağınıza sürtünen kedinin, sevmeniz için başını uzatan, kuyruğunu sallayan köpeğin beklentisi de daha farklı değil.

Daha güzel daha zengin daha çekici olunca daha çok sevileceğini zannediyor insanoğlu.
Veya bazıları gibi kitlelerin alkışlarını duymadan yaşayamayacağına inanıyor .

Farkında mısınız?
Dünyada şu aralar her şey var,
ortada bir tek sevgi yok. Hayatın bir yerlerinde kayboldu gitti o.
Nefret nefreti, şiddet şiddeti besliyor.
Kötülük sonunda yaşamımızın ayrılmaz bir parçası oldu ve hepimizi kocaman bir çığ parçası gibi altına alıp yok edecek hale geldi.
Böyle bir ülkede halkın kendi kendini idare etmesi demek olan demokrasinin nimetlerini göremiyoruz ve bu sistemi oturtamıyoruz.
Ama bunu oturtmanın yolu da birbirimizi ezmek ve üzmekten geçmiyor.
Dünya tarihine bakın;
Nefret, ayırımcılık, adaletsizlik, kışkırtıcılıkla bir yere gelmiş ve varlığını sürdürebilen bir ülke de yok, gidilecek daha iyi bir yer de yok.
Halkın birbirine karşı bu kadar kışkırtıldığı ülkelerde eninde sonunda o insanlar birbirine girer ve sonuçta kimse kazanamaz.
Er ve ya geç bu kadar gerginlik bir yerde muhakkak patlayacaktır. Bu patlamadan sonra bazı gerçekleri anlasak bile düzeltmek için çok geç olabilir.
Şiddetin ve ayrımcılığın orta doğu ülkelerini getirdiği yer ortada.
Sizce de yanı başımızda olup bitenlere bakarak kendimize bazı dersler çıkarmamız gerekmiyor mu ?
Yangına körükle gitmek yerine bizi bu derece birbirimizden ayıranların bunu ne için ve kimin menfaatine yaptığına bakmamız lazım.

Milletin menfaatine olmadığı kesin çünkü..

Ve bence bu kadar nefret ve şiddetin arttığı bir ortamda bizlerin birleştirici, içimizdeki sevgiyi bize hatırlatacak söylemlere, kibarlığı elden bırakmayan, sükunetini bozmadan konuşmasını bilen, fikrini zikrini ağzını bozmadan anlatabilen, yalanı dolanı olmayan, adı yolsuzluklara karışmamış, ‘’milletimin yanındayım’’ deyip milletin canına okumayan, ‘’hukukta benim, adalette benim’’ demeyen yöneticilere ihtiyacımız var…
Biraz ara verelim, bizi birbirimize düşüren ve bundan kendi iktidarlarını sürdürmek için menfaat sağlayanlara değil, bizi birleştireceğine inandıklarımıza bakalım lütfen…
Her gün televizyonlarda izlediğimiz gibi,
çirkin söylemlerle, hepimizin içinde bir nebze de olsa var olduğuna inandığım kabadayıyı besleyenler çıkabilir.
’’Malum öfke baldan tatlıdır’’ diye bir atasözü var.
Ama unutmayalım ki bir tarafta dünyaca insanlık olarak artık neredeyse varlığını unuttuğumuz bir sevgi var, toplumca hasret kaldığımız bir saygı var.

Ben; huzurlu bir ülke de yaşamak ve adalete güvenmek istiyorum. Küfür bağırış çağırış,savaş,olmasın. Dini, dili, etnik kökeni, mezhebi yüzünden kimse birbirine düşman olmasın, kimse sokaklarda kefenlerle, palalarla dolaşmasın istiyorum.

Siyaset konuşmaya gerek kalmayacak kadar huzurlu bir ülke gündemi olsun ve ben işime gücüme bakayım istiyorum.
Söyleyin bana çok şey mi istiyorum?

Mehmet Nuri Sunguroğlu

15.10.2014

YOLSUZLUK İDDİALARI VE YABANCI KOMPLO TEORİLERİ

geld-brennt>>Halk bankın sahiplerinin listesine baktığımızda durumun izahı hiçte zor değildir. Ben bu yabancı komplo teorilerine inanmakta zorluk çekiyorum. Bu bir ahlak erozyonudur, başka türlü izah edilemez!<<

>>Halk bankasının gerçek sahipleri kimlerdir?
%80’ine 159 adet büyük yabancı yatırımcı sahip.
%10’nu içeriden 268 banka, şirket, yatırım fonuna ait.
Kalan %10‘nu da 29 bin 869 küçük yatırımcıya.<<

Değerli okurlar, ülkemizde yaşadığımız yolsuzluk suçlamaları ve karşı suçlamaları nasıl izah edebiliriz ?
İstifalar, partiden ihraç gibi çok önemli gelişmeleri nasıl oluyor da, anlamakta zorluk çekiyoruz? Bir tarafta yolsuzluklar vardır diyenler sesini mümkün olduğu kadar yüksek tutmaya çalışırken; öteki tarafta; „hayır bu gelişmeler yabancıların komplosudur“ diye ısrar edenler, önce susmayı tercih ettikten sonra karşı atağa geçerek tüm olayları yabancıların hazırladığını ve içeriden onlarla iş birliği yapanların beraberce komplo yaptıkları iddia etmektedirler.
Eğer bu iç ve dış güçler beraberce çalışarak ülkemize bir komplo hazırlamış iseler…ki iddialar öyle. İşte o zaman içeride yolsuzluğa adı karışanlar iki defa yargılanmalıdırlar. Birincisi; yolsuzluk suçundan…ikincisi ise daha vahimdir. Yabancılarla iş birliği yaparak vatana ihanet ve hükumeti yıkmak suçundan yargılanmalıdırlar.
Gel gör ki…her ikisi de zor görünüyor. Ne yazık ki; yargı „hamam oğlanına“ döndürüldü ve işlemez hale getirilmeye çalışılmaktadır. Buna paralel olarak gerginliğin artması için herkes elinden geleni yapmaktan da kaçınmıyor.
Ülkemizin ihtiyacı olan „soğukkanlı“ düşünebilmeyi özlüyoruz. Yargıya destek yerine köstek olmayı bırakarak, demokratik hukuk devleti olmanın imtihanından başarılı olarak çıkabilmeyi özlüyoruz.
Yolsuzluk ve rüşvet suçlamalarının özüne baktığımızda, daha çok iç ilişkiler olduğunu görmekteyiz. Bunların en önemlileri; arazi ve ihale meselesi. Rüşvet almış iddialarıyla göz altına alınanlara baktığımızda, aralarında bir İran kökenli Türk vatandaşından başka hepsi T.C. vatandaşı.
Halk bankası müdürünün evinde yakalanan 4,5 milyon doların izahını nasıl yapabiliriz? Bağış parası olduğu iddia edilen bu parayı kimler getirip oraya koydu? Bu kadar büyük bir meblağ neden evde saklanmaktadır? Bağış için neden bir banka hesabı açılmamıştır?
Eski iç işleri bakanı Muammer Güler: „Oğlunun evinde yakalanan paralar, oğlunun satmış olduğu bir villadan alınan paralardır“ diyor. O villa nasıl alınmıştır? O paralar vergi kayıtlarında var mı dır? Bir sürü yanıtlanmamış sorular var önümüzde.
Gelelim yabancıların komplo teorilerine.
Burada sormak lazım ki…yabancılar Türk ekonomisinin çökmesini isterler mi?
Bence bu sorunun cevabı hayırdır! Çünkü; hiç bir ülke kendi yatırımlarının çökmesini istemez; bu mümkün değildir. Bunu anlamak için sadece son Yıllardaki özelleştirmelere bir göz atmak yeterlidir. Ülkemizdeki tükettiğimiz ürünlerin kimler tarafından üretildiğine bakmak yeterlidir. Bankalarımız kimlere satıldığına bakmak yeterlidir.

Söz bankalara gelmişken şunu da eklemekte fayda vardır diye düşünüyorum.
Bankalarımız da bir çok diğer satılmışlar gibi, çoğu zaten bizim değil. Adı geçen Halk bankası ise; 2012 Kasım ayından itibaren %80 olarak yabancılara satıldığına göre, bu bankanın batmasını hangi yabancılar isterler? Ülkemizde bu kadar yabancı yatırımlar varken; ve toplum olarak tüketimde birinci lig de oynarken, neden yumurtlayan tavuğu kessinler? Bizim ekonomimiz çöktüğünde, yabancı yatırımcılar en fazla zarar edenler olacaktır, bunu neden istesinler?
Halk bankın sahiplerinin listesine baktığımızda durumun izahı hiçte zor değildir. Ben bu yabancı komplo teorilerine inanmakta zorluk çekiyorum. Bu bir ahlak erozyonudur, başka türlü izah edilemez.

Mehmet Nuri Sunguroğlu

YOLSUZLUK; RÜŞVET VE İÇİMİZDEKİ POLİS

RÜSVET>>Bir dünya markası olan yolsuzluk, insanlığın baş belasıdır. Bu beladan kurtulamayan milletler; ne bu dünyada, ne de öbür dünyada adalet bulamazlar.<<

Eskilerde işini görmek için bir memura hediye alanlar kurnazlıklarıyla övünürler di.

20-30 Yıl devlet dairesinde çalışan memurun, bir kaç apartmanı yoksa; „aklını kullanamayan“ olarak tanımlanırdı. Rüşvet vermeden işini gördürmek isteyenler ise; bu gün git, yarın gel ile teselli edilirlerdi.

Peki…şimdilerde durum nasıldır?

Dünya düzeni değişir de, rüşvet düzeni değişmez mi…elbetteki değişir. Artık rüşvet işleri küçük adamların işi değildir; büyük adamlar bu işe el koymuşlardır. Büyük firmalar ihale almak için büyük paralar ödemektedirler. Yani; rüşvet olayı; „salona uyumlu“ hale gelmiştir.

Dünyanın her ülkesinde yolsuzluk var ve olmaya devam edecektir. Ancak gelişmiş ülkeler ile, gelişmekte olan ülkeler arasındaki fark, yargının özlüğünde saklıdır.

Gelişmiş ülkelerde yargı tamamen bağımsız, tamamen vesayet altında olmadan anayasanın tanımladığı hukuk dahilinde hareket edebilirken, gelişmekte olan ülkelerde, özellikle Orta Doğu ülkelerinde… ne yazık ki…yargı özgür değildir. Ne savcısı, nede hakimi. Hatta bu hukuk sac ayağının üçüncü ayağını oluşturan avukatlar dahi tam bağımsızlığına kavuşmuş değillerdir.

Dünya yolsuzluk verilerine göre, Türkiye, yolsuzluk algısında 177 ülke arasında 53. sırada bulunmaktadır.

Bir İslam ülkesi olarak bu sıralama bize hiçte yakışmıyor.

Peki neden rüşvet alıyoruz? İnancımız bağlamında hak yemek en büyük günah olduğuna göre…başkasının malını, devletin parasını, yetim fukaranın rızkını yemenin bu kadar günah olduğunu bildiğimiz halde, yine de bu suçu işliyoruz…neden?

Çünkü bizler içimizdeki polisi öldürmüşüz.

Bize: Dur !…diyen içimizdeki polisi öldürmüşüz.

Hak ve hakkaniyeti unutmuşuz.

Şükür etmeyi unutmuşuz.

Gözümüz aç, ruhumuz doymaz olmuş.

Eve getirdiğimiz ekmeği alın teriyle kazanmayı unutmuşuz.

Yine de Allah’a çok şükür ki; toplum olarak bu kategoride olmayanların sayısı daha fazla; yoksa başımıza taş yağardı…(?)

Sevgiyle kalın…

Mehmet Nuri Sunguroğlu

19.12.2013

 

DÜNYA İNSAN HAKLARI GÜNÜ; İSLAMDA İNSAN HAKLARI VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ

menschen rechte>>Anayasal haklarımız bizleri hukukun üstünlüğüyle korumak için vardır. Bizler ise; Anayasayı korumak için var olmalıyız. Aksi halde; ne Anayasa bizi koruyabilir, ne de bizler Anayasayı!

Düzen bozulur, hukuk yara alır, toplumda adalete güven kalmaz ve sonunda sosyal huzur yara almaya mahkum edilir!

Hukukun üstünlüğünün tartışıldığı ülkelerde ise; insan haklarından söz etmek… Kuzey Kutbunda buzdolabı satmaya benzer!<<

Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, cemaat çokluğundan dolayı Resulüllahın mescidini genişletmek ihtiyacı duymuştu. Bunun için Türbe-i Saadetin etrafındaki arsaları, evleri istimlak edip mescide katması gerekiyordu. Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulunulmuş, herkes büyük bir memnuniyetle arsasını, evini; değerini düşünmeksizin mescide vermiş. Ancak; Peygamberimizin amcası olan Hz. Abbas yerini vermemekte israrlıydı. Resulüllahın hem de amcası olan Abbas, mescide de olsa arsasını vermeyi düşünmüyordu. Bu defa bizzat Halife Hazreti Ömer meşgul olup tekliflerini tekrarlar.

– Ya Abbas, Resulüllahın mescidine zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi uygun bulmuyoruz. Şayet verilen değer az geliyorsa fazlasını verelim, bu hayırlı iş tamamlansın. Resulüllahın mescidi ihtiyacı karşılayacak kapasiteye ulaşsın. Halifenin bu teklifine Hz. Abbas’tan beklenmeyen cevap:

– Mal benimse fazla fiyat verseniz de, mescide ilave etmeyi düşünseniz de vermek istemiyorum. Zorla elimden alacaksanız o başka…der!

Halbuki, Halife, şahsı için değil; amme menfaati için istimlak etmeyi istemektedir. Ammenin menfaati için Abbas vermelidir arsasını diye düşünen Hz. Ömer, bunun için mahkemeye müracaat etmek zorunda kalır.

Zamanın hakimi ise, meşhur hukukçu Übey bin Kaab’tır.

Devletin iddiası şu:

– Biz yönetim olarak Abbas’a değerinden fazla fiyat verdik, artık diretmeyip arsasını vermelidir.

Mal sahibi Abbas’ın cevabı da şu:

– Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden fazla da verseler, mescide ilave niyetiyle de alsalar mülkümü satmak istemiyorum. Mahkeme, devlete karşı benim hakkımı korumalıdır. Durumu düşünen hakim Übey bin Kaab, kararını açıklar:

– Kimse başkasının mülkünü, arsasını zorla elinden alamaz, mescide ilave için de olsa mal sahibinin rızası olmadan istimlak edilemez.

Abbas’ın mülkü Abbas’ta kalacak. Halife de olsa istimlak için mal sahibini zorlayamayacaktır!

Adaletin kararına karşı Halife’nin boynu büküktür. İtiraz yok, hukuka itaat vardır. Taraflar kalkıp kapıya doğru yönelirken Abbas’tan son bir soru gelir.

– Ya Übey! (Hakime) Şimdi mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiş midir?

– Evet ya Abbas!.. Mescide ilave niyetiyle de olsa kimse sahibinin elinden malını zorla alamaz! Karar kesinleşmiştir. İşte bu söz üzerine Abbas’ın tarihe geçen açıklaması duyulur.

– Öyle ise der, şimdi beni dinleyin lütfen, yüce mahkemenize açıkça ifade ve ilan ediyorum ki, değerinden fazla para verildiği halde elimden alınamayan arsamı şu andan itibaren Resulüllahın mescidine ilhak edilmek üzere hiçbir karşılık beklemeden hibe ediyorum! Arsam şu andan itibaren Halifenin emrindedir. Bu böyle biline ve karar ona göre verile. Hakim Übey bin Kaab biraz şaşırmıştı.

– Ya Abbas! der, önce fazla fiyatla da olsa vermedin, kararımızı dinledikten sonra ise parasız hibe ediyorsun! Neden böyle bir tavrı tercih ettin? Abbas’ın tarihe geçen cevabı.

- İslam’ın insan haklarına verdiği değeri dünyaya duyurmak için!..

Ne dersiniz, onlar insan hakları mahkemesini böyle kurmuşlar, böyle hayata geçirmişler, böyle de duyurmuşlar o günkü dünyaya. Biz ise aynı şekilde bir adalet örneği verebiliyor muyuz bugünkü dünyaya? Yoksa biz de kendi değerlerimizi unutup yabancıların mahkemelerinden mi medet umar hale gelmişiz son devrelerde?.. Yorum size aittir.

Bu gün dünya İnsan hakları günü; tüm İnsanlığa kutlu olsun!

Mehmet Sungur

10/12/2013

HUKUK DEVLETİ OLMAK

Christian WulffALMANYA TARİHİNDE İLK DEFA BİR CUMHURBAŞKANI HAKİM ÖNÜNDE.

Almanya tarihinde ilk defa bir Cumhurbaşkanı hakim önüne çikarılarak kendisine 753 Avro ve 90 Cent için hesap soruluyor.

Aşağı Saksonya eyalet  başbakanlığından 2010 Yılında Almanya’nın Cumhurbaşkanlığına seçilen Christian Wulff, ( Foto: Martina Nolte  http://creativecommons.org/licenses/by-sa/3.0/de/legalcode  ) dün Hannover’de hakimin huzurundaydı.

Peki; Almanya’nın eski Cumhurbaşkanının suçlu olmasına sebep veren olay nedir? Ne olmuştu da savcılar bir Cumhurbaşkanına karşı dava açmışlardı?

Basında çikan bir çok iddialardan fazla bir şey kalmamıştı. Kala kala, bir aile dostu tarafından davet edildiği Bavyera’daki meşhur Ekim festivaline katılması ve Münih’te kaldığı otelin masrafları davet eden dostu tarafından karşılanması. Hesapmı ne kadar?

Tam  753 Avro ve 90 Cent.

20 bin Avro para cezası karşılığında davanın düşmesi için kendisine yapılan teklifi kabul etmeyen eski Cumhurbaşkanı  Christian Wulff, mahkemenin dünkü birinci celsesinde suçsuz olduğunu tekrarlayarak; “bu davetten her hangi bir avantaj, ya da daveti yapana avantaj uygulamak gibi bir durumun söz konusu olmadığını söyledi”.

22 celse sürecek olan davanın sonu merak edilmektedir.

Christian Wulff kimdir?

1959 yılında Almanya’nın Osnabrück kentinde katolik bir ailenin çocuğu olarak doğan Christian Wulff, liseyi bitirdikten sonra Osnabrück Üniversitesi’nde hukuk fakültesini bitirdi. 1987 ve 1990 yıllarında iki devlet sınavına girerek savcı olmaya hak kazandı.

Daha sonra Aşağı Saksonya eyalet başbakanı olarak görev yaparken Almanya Cumhurbaşkanı olan Christian Wulff, 2012 Yılında hakkında yapılan basın kampanyaları sonunda makamından istifa etmişti.

Cumhurbaşkanı iken yaptığı konuşmada ilk defa İslam inancını Almanya’nın bir gerçeği olduğunu söyleyen Christian Wulff, “İslam Almanya’nın bir gerçeğidir” sözü için çok eleştiri almıştı.

Sevgiyle kalın.

Mehmet Sungur

ANNELERİN, BACILARIN, KIZLARIN “ANASINI AĞLATAN” ERKEKLER!

nene-hatunSizler insanlığın birer yüz karasısınız!

Sevgili okurlarım,

Bu günün kadına şiddet haberi Samsun’dan geldi. Karısını döven bir koca, kinini ve hırsını alamadıktan sonra…birde kadının üç dişini kerpetenle çekerek cezalandırmış olduğunu okuduk.

Sonra okuduk ki…bu insanlıktan nasibini almamış olan koca, savcı tarafından serbest bırakılmış. Bu nasıl bir hukuktur?…anlamak mümkün değil!

Dünyada bir daha emsaline rastlanmamış olan fedakarlığıyla bilinen Türk kadınlarının; analığı, eşliği, vatan sevgisi, din sevgisi; dostun da düşmanın da takdir ve kıskançlıkla bildiği üstün vasıflarıdır. Üstün vasıflarıdır diyoruz; çünkü: Hiçbir millet, Türk milletinin çıkardığı gibi yüksek karakterli kadınları yetiştirmemiştir.

İşgal altındaki Vatan savunmasından, tarlasındaki kazmasına kadar görev almıştır Türk kadını.

Bebeğinin üzerinden örtüsünü alıp mermiye sarmıştır, cepheye giden kağnı arabasına “öküz” olmuştur Türk kadını.

Gurbete giden kocasının, askere giden oğlunun boşluğunu, kimseye şikayet etmemiştir; yokluğunu kimseye hissettirmemiş tir Türk kadını.

Türk kadını eşine sadıklığıyla, bir iffet anıtının silueti değil, anıtın kendisidir.

Çocuğuna verdiği sütünü emzirirken göğüslerinin bozulacağını düşünmeyen bir annedir Türk kadını.

Gel gör ki; bu acımasız dünyada en çok ağlatılan yine de Türk kadınıdır. Dövülür, sövülür, kapıya atılırken kendisine bir bohçadan fazla bir şey çok görülür.

Dayağı yediğinde, Polise gider öğüt alır. Savcıya gider; “ne yaptın da kocan seni dövdü ” ilk soru olur.

Irzına geçilir, “rızasıyla” oldu diyenler daha inandırıcı olur hakimin karşısında.

Kimse sormaz ki…henüz 13-15 yaşlarındaki çocuğun rızası bir savunma delili olabilir mi?…diye!

Kimse sormaz ki; yirmi yıllık, otuz yıllık ev kadınının hatası ne olabilir ki? Dayaktan sonra bir de kerpetenle dişleri çekilerek cezalandırılmasının sebebi ne olabilir?…diye!

Kimse sormaz ki; hiç bir vasfı olmasa dahi(?)… Allah’ın yarattığı bir insana bu kadar zulüm yapılır mı?…diye!

Döverler Türk kadınını, söverler Türk kadınına…eğitimlisine de, cahiline de. Cahili bağımlıdır, eğitimlisi mahallede kimse duymasın diye sesini çıkarmaz

Çünkü:

Biliyordur Türk kadını; bilenler de duyanlar da onun arkasında olup destek vermeyeceğini!

Biliyordur Türk kadını; yalnızlığının, dul kalmışlığının faturasını daha da yüksek ödeyeceğini!

Döverler Türk kadınını, söverler Türk kadınına…eğitimlisi de cahili de yapar bu yobazlığı.

Cahili cehaletten, eğitimlisi yobazlık ve hokkabazlıktan.

Kimisi şeriatı kalkan yapar, kimisi içtiği içkiyi taşıyamayacak kadar ahlak duvarlarını aştığından!

İnsanlar vardır, atılırlar ortaya.

Destek çıkmak isterler; vicdanlarının emrettiği sesin emrettiğini dinlerler. Gel kardeşim der. Tutar kolundan. Götürür kanun mercilerine, şikayet edeceksin der! İkna olur Türk kadını!

Götürürler savcının karşısına. Ama gel gör ki, yolda pişman olmuştur Türk kadını!

Karakolda, savcıda inkar eder başına gelenleri…!

İnek vurdu der!

Dolaba çarptım der!

Merdivenden düştüm der!

Rızam vardı der!

Sormazlar Türk kadınına:

İnek nasıl vurdu da kulağının zarı patladı?

Dolaba nasıl çarptın da gözünün tam içi morardı?

Merdivenden nasıl düştün de, dişlerinin üçü birden kırılmadan çekildi?

Otuz kişiye nasıl rıza gösterdin de, ırzına geçtiler?…diye

Savcı “çaresizdir”.(?) İfadelere dayanarak “eli kolu bağlıdır.”

Savcıya da kimse sormaz neden salıverdin?…diye!

Ve…

Salıverilirler memleketin İneklerini, dolaplarını, merdivenlerini, rızacılarını birer birer…ta ki bir daha ki öküzlerin ahırdan çıkmasına kadar!

 

Saygılarımla, selamlarımla…sevgiyle kalın!

Mehmet Nuri Sungur