SPİEGEL SKANDALI VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

spiegel“Der Spiegel olayı”… Tarihi belgelerle 1962 yılında Alman hükumetinin yüz karası.

Batı basınından keyifle okuduğum haber odaklı „Der Spiegel“ dergisi Hamburg’da basılır. Haftalık çıkan bu dergi, 1962 yılında Almanya hükumeti tarafından „vatana ihanet“ suçuyla kapatılması için mahkemeye verilir.
Almanya ve Avrupa için „özgür basının simgesi“ olan bu dergiye atfedilen suçun özeti ise; olası bir üçüncü dünya savaşında Alman ordusunun savunmasının yeterli olmayacağıdır. Haberi dergiye sızdıran ise, Alman ordusunun bir üst düzey subayı idi. Tarihe „Spiegel skandalı“ olarak geçmiş bu olay, günümüzde dahi belleklerde saklı durur. Basın özgürlüğün neyi ifade ettiğini bienler için bir tarihi bilgi olsa da, bilmeyenler için bir ders olsun! Sıkılmadan okuyun, tekrar okuyun derim!

SPİEGEL SKANDALI
1962 yılında dönemin Başbakanı Konrad Adenauer, Almanya Federal Meclisindeki konuşması sırasında; “ülkede vatana ihanet gibi aşağılık bir tutum mevcut” diyordu. Sanki bir sinyal vermiş gibi kulaklara erişen bu cümle, zamanın baş savcısını harekete geçirmişti.
Der Spiegel dergisi, 26 Ekim 1962 tarihinde bir gece yarısı operasyonuyla polis baskınına uğradı. Gerekçe ise; derginin verdiği haberde, hükümetin savunma politikasını sorgulayan, devlete ait gizli bilgilerin ifşa edilmesiydi. Polis baskınında “vatana ihanet” suçlaması yöneltilen derginin genel yayın yönetmeni Rudolf Augstein, yazı işleri müdürleri ve haberi yapan gazeteci Conrad Ahlers tutuklandı. Polis, yazı işlerini basarak arama yaptı ve Spiegel’in yayına hazırlandığı bina uzun bir süre polis kontrolü altında tutuldu. Dönemin başbakanı Konrad Adenauer ise, derginin kurucusu Augstein’e ağır suçlamalarda bulunmaya devam ediyordu. “Bakınız, Augstein adlı kişide iki karmaşık durum birden var. „Bir taraftan da vatana ihanetten kazanç sağlıyor ve bence bu çok kötü niyetli bir yaklaşım.” …diyor Konrad Adenauer.

Alman ordusunun sınırlı savunmasını yazmak, bir ihanet suçu olmuştu. Meselin özü ne idi?
“Spiegel Skandalı” adıyla tarihe geçen bu olay, Almanya’da ikinci dünya savaşından sonra yaşanan en büyük skandallar arasında gösteriliyordu. Totaliter bir devlet yapısının olduğu Nasyonalist sosyalizm döneminden sonra Almanya’da ilk kez bir yayın organı, devlet güvenlik birimleri tarafından eleştiren gazetecileri susturmak amacıyla basılmış olması ilk defa yaşanıyordu. Almanya şok olmuştu. Spiegel Skandalının patlak vermesine neden olan ise; 10 Ekim 1962 tarihinde NATO Tatbikatında gözlenen ve bir üst subayın dergiye sızdırdığı “Fallex 62 Nato tatbikatı” ile ilişkin “Sınırlı Savunma” başlığı ile yayınlanan haberdi.

Haberde Konrad Adenauer hükumetinin savunma stratejisini eleştiren gazeteci Conrad Ahlers, hükümetin savunma politikasında büyük açıklar olduğuna dikkat çekiyordu. Bunun sorumlusu olarak gösterilen isim ise, dönemin Savunma Bakanı Franz Josef Strauss idi.
Alman NATO birliklerinin gücü, askerlerin teçhizatı ve olası bir savaş durumunda hareket kabiliyetinin eleştirildiği bu analiz haberde, askeri bilimsel araştırmalara dayandırılıyordu. Haberde gizli bir belge de ifşa ediliyordu. Ancak Ahlers’in yazısını büyük oranda askeri bilimsel araştırmalara dayanarak kaleme alması, Savunma Bakanlığının talimatıyla soruşturmayı başlatan savcı Siegfried Bauback’ı hiç ilgilendirmedi. Savcı, iddianamesinde “vatana ihanet arz eden eylem ve rüşvet alma” suçlarına yer verdi.
Konu meclise taşınmıştı.
Federal Meclisin konuyla ilgili özel oturumunda, Savunma Bakanı Franz Jose Strauss ise polis baskınındaki rolünün sanıldığı kadar büyük olmadığını iddia ediyor ve ısrarla; „16 Ekim ile 26 Ekim arasında hiçbir görüşmeye katılmadım. Ancak tabii ki yetkili kişilerden böyle bir operasyonun yürütüldüğüne dair bilgiler aldım. Daha fazlasını bilmiyordum. Nasıl gerçekleştiğini bilmiyordum, ne zaman olduğunu bilmiyordum, kiminle ilgili olduğunu da bilmiyorum” diyordu.
Olay kamu oyuna aksamıştı ve geniş yankıların eşliğinde tüm Alman halkı tarafından şaşkınlıkla izlenirken, Spiegel dergisine sahip çıkılıyordu ve olayın yasa dışı bir mesele olduğu akıllarda iz bırakıyordu.
Olay; Almanya’da basın özgürlüğüne bir saldırı olarak yorumlanmaya başlanmıştı. Alman kamuoyunun desteği de gazete çalışanlarının arkasındaydı. Strauss’un operasyonla doğrudan ilgisi olmadığı yönündeki açıklamalarının ardından, beklenen gerçek skandal patlak verdi. Gazeteci Conrad Ahlers’in, dönemin Savunma Bakanı Strauss’un müdahalesiyle, üstelik yasalar hiçe sayılarak tutuklandığı açığa çıktı. Dönemin Federal iç işleri bakanı Hermann Höchler de sözleriyle; “açıkça görülüyor ki, burada da (mecliste) böyle bir süreç izlendi. Bunu nasıl demeli, bu… meşruiyetin biraz dışında kalıyor” diyerek federal mecliste sürecin yasalara aykırı olduğunu itiraf ediyordu.
Konu uzun. Sonuca bakalım.
Spiegel olayı henüz meclisin gündemine gelmeden önce, Konrad Adenauer hükümeti için başlı başına bir skandala dönmüştü.
Operasyonun arkasındaki kişi olduğu ortaya çıkan dönemin Savunma Bakanı Franz Josef Strauss istifa etmek zorunda kalmıştı. Çok geçmeden Adenauer kabinesinin tamamı aynı sonla karşılaştı. Yayımcılar, gazeteciler, sendikalar ve meslek örgütleri ise Spiegel’e sahip çıkmış, hükümetin üzerinde büyük bir baskı oluşturulmuştu. Almanya’nın her yerinde hukuk devleti ilkesine bağlı kalınması ve basın özgürlüğü için protestolar düzenlendi. Der Spiegel’in eski genel yayın yönetmenlerinden Stefan Aust günümüzde geriye dönük olarak: “o dönemde demokrasi tehdit altındaydı” diyor. Stefan Aust: “Spiegel Skandalının açığa çıktığı dönemde demokrasi gerçekten de tehdit altındaydı. Bu olay, devlet otoritesinin hukuki araçlar kullanarak yetkilerinin dışına çıkmasıydı.“
Yayım yönetmeni Augstein 103 gün hapiste kaldı. Spiegel Skandalı, antidemokratik uygulamaların, basın özgürlüğüne karşı uygulamaların çok ciddiye alınması gerektiğini göstermesi bakımından önemli bir semboldü”. …diyor tecrübeli Stefan Aust.

Savcının tüm gayretlerine rağmen; dergide çalışanlar hakkındaki iddialar mahkemede kanıtlanamadı. Federal Mahkeme, 1965 yılında Augstein ve Ahlers hakkında gizli bir belgeyi ifşa ettikleri suçlamasını geri çevirdi ve hatta kararda; savunma bakanı Strauss’un görevini kötüye kullandığının altı çizildi.

1) 103 gün üzerine ceza evinden çıkan genel yayım yönetmeni Augstein, işinin başına geçti.
2) 13 Mayıs 1965 tarihinde Federal yüksek mahkeme davayı ret ederek geri çevirdi.
3) 2 Haziran tarihinde Federal savcı savunma bakanı Strauss’un hakkında; „makamı kötüye kullanmaktan, özgürlüğü kısıtlamaktan“ suç duyurusunda bulundu.
4) 23 Aralık tarihinde bağımsız üçüncü bir heyet, haberin devlet sırrı olmadığını ve bununla beraber vatana ihanet olarak görülmesi mümkün değildir. …diye Spiegel dergisinin asılsız ve hiç bir sebebi olmadan mahkemeye verilmesinin yanlış ve hatalı olduğunun altını çizmiş oldu.

Evet sevgili okuyucularım. Basın özgürlüğü olmayan bir ülkede, siyaseti denetlemek mümkün değildir. İster beğenin, isterseniz beğenmeyin. Sonunda bunun adı siyasettir, denetlenmez ise, acısı fena olur.
Kaynak: Tüm batı medyasında görmek, okumak mümkündür. Hatta savcının tüm şikayet raporunu dahi açıklığıyla izlemek de dahil. Davanın metni, Federal arşivde mevcut dur.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
28.11.2015

 

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ PROVOKASYON OLURSA

DERGIParis’te çıkan Charlie Hebdo dergisinin saldırıdan sonra yayımladığı son sayısında ifade özgürlüğü maskesinin arkasına saklanarak yayımladığı karikatürler, bilgi akımının dışına çıkarak soğuk savaş zihniyetine dönmüştür. Başka dine inanan milletlerin inançlarına saygı duyamayan basın organları; ifade özgürlüğüne darbeyi ilk vuranlardır!
Saldırı öncesi yaptığı gibi, saldırı sonrası da intikam alırcasına Provokasyon yapmaya devam eden Charlie Hebdo dergisini şiddetle kınıyorum !!!

ÖZGÜRLÜK VE TERÖR ÇİFTE STANDARTLI OLAMAZ !

[Avrupa; kendi koyduğu değerleri yeniden gözden geçirmelidir.]

>>Yıl 1998. Madam Danielle Mitterrand şu sözlerle dikkat çekmeye devam ediyor.

‘“Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde çok özel bir yeri var. Yıllardır Apo için mücadele ediyorum. Öcalan iade edilemez; çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Roma’ya giderek Apo ile görüşeceğim.<<

PARISParis olayları için herkes ayağa kalktı ve kucağındaki taşları döktü. Bende bu arada, yerli ve dünya basını takip etmeye çalıştım. Bir avuçta olsa, benimde kucağımda birikmiş taşlar var.

Bu taşları kimsenin bahçesine değil; tüm insanlığın ortak bahçesine dökmeyi bir dünya vatandaşı olarak kendim için görev görüyorum!

Paris’te 12 kişinin hayatını kaybettiği Charlie Hebdo dergisine yapılan terör saldırısından bir daha gördük ki; terörün dini imanı milliyeti ve ülkesi olmaz. Terörü savunanlar bilmelidirler ki; bir gün kendi kapısını da mutlaka çalacaktır.

Türkiye Cumhuriyetinin 1970 yıllarından beri başına bela olan terör saldırılarına destek veren siz batılılar; 11 Eylül New York çifte kulelere yapılan saldırıya kadar, terörün ne kadar aşağılık bir bela olduğunu bilmek istemiyordunuz. Koymuş olduğunuz değerler ölçüsünde; dünya terörünü „özgürlükçüler“ olarak algılamaya çalışan ve destek verenler de sizler idiniz.

Aynı çatı ve bayrak altında yaşayan milletlerde kendi devletine karşı silaha sarılanları „özgürlük istiyorlar“ diye destek çıkarak cesaretlendiren de siz Batılılardır.

Tüm bunları yaparken, dünyanın bir çok yerlerindeki devlet eliyle yapılan terörü de görmezden gelerek göz yuman da siz Batılılardır. Terörün dini imanı olmadığını; Camiye, Kiliseye, Sinagog gibi hiç bir ibadethaneye sığmayacağını anlamanız için; New York, Madrid; London ve İstanbul gibi metropol şehirlerde onlarca insan yaşamını vermeliydi.

Özellikle son terör olaylarının muhatabı olan Fransızlar; terörü desteklemekte ilk sıralarda olması kaderin cilvesi-midir bilinmez ama; umalım ki bu acı ve lanet olası terör saldırısından sonra kendi değerlerini yeniden gözden geçirirler.

Türkiye Cumhuriyetine karşı takındıkları hasmane tutumlarını yeniden masaya yatırarak, içinde bulunduğumuz Ermeni tehcir olaylarının 100. yıl dönümünde „ifade özgürlüğünün“ izahını tarafsız olarak yeniden dizayn ederler.

Henüz tarihin karanlıklarına gömülmemiş olan; PKK terörüne destek veren eski Fransa Cumhurbaşkanının eşi madam Danielle Mitterrand’ın PKK ve onun terörist başı için nasılda sempatiden öteye sevgi duyduğunu, onunla mektuplaştığını, kalbinde özel yeri olduğunu ve ona nasıl da taptığını kendi ifadelerinden yeniden okuyarak, dünya terörüne asla destek verilmez olduğunu anlarlar.Madam Danielle Mitterrand’ın onlarca basın açıklamalarından sadece bir tanesini buraya alıyorum. Umarım ki; okurlar benim yukarıdan beri neyi anlatmaya çalıştığımı anlarlar.

Yıl 1998. Madam Danielle Mitterrand şu sözlerle dikkat çekmeye devam ediyor.

‘“Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde çok özel bir yeri var. Yıllardır Apo için mücadele ediyorum. Öcalan iade edilemez; çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Roma’ya giderek Apo ile görüşeceğim.

Fransa Özgürlükler Vakfının başkanı da olan Madam Danielle Mitterrand, tüm Fransız parlamenterlere gönderdiği bir broşürün ön sözünde şu cümlelerin yer aldığının nasıl yorumlanacağını bilmeyen var mı dır.

‘‘Kürtler, bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde özel bir yeri var. Yıllardır onlar için mücadele ediyorum. Kürtler François’nın (Fransa umhurbaşkanı François Mitterrand) Cumhurbaşkanı olduğu dönemden bu yana, yaşamımda önemli bir yer tutuyor. Bunun için de artık korkmuyorum ve ulus olarak var olma haklarını savunmaktan çekinmiyorum.

Evet değerli okurlar, devletine karşı isyan edenleri koruyan milletler, bir gün acı da olsa aynı duyguyu kendileri de yaşamaktan gerye kalmazlar. Özgürlük ve terör çifte standartlı olamaz. Avrupa kendi koyduğu değerleri yeniden gözden geçirmelidir.

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

12.01.2015

 

İNTERNET VE SOSYAL AĞLAR YASAĞI DOĞRU MU?

>> Eğer birileri suç işliyorsa, ceza ona verilir. Milyonlarca İnsanı topluca cezalandırmak…>hak<’kın özünü gasp etmektir.<<  

YASAK-1

Bence bu sorunun cevabı hayırdır! Çünkü; yasaklar ile yönetilen toplumlardaki bireyler, hiç bir suçu olmasa da, kendisini sürekli olarak takip altında hissedecektir. Ortada “bireyleri değil,” ülkeyi tehlikeye koyacak bir durum olursa varsın kapansın, buna itiraz edecek en son kişi ben olurum.

Bizim ülkemiz zaten yasaklardan geliyor. Geçmişten ders çıkarmasını bir türlü öğrenemedik.Yasak olan şeylere karşı insanlar doğaları gereği fazla ilgi duydukları bilimsel bir gerçektir.Yasak koymak kolaycı bir anlayıştır. Yasaklar sorunu çözmez, bastırır açığa çıkmasını önler. Bu durumda insanın doğal olarak gelişmesini engeller.Yasaklar pratikte hemen fayda verdiği görünse de, uzun vadede olumlu bir sonuç vermez. Nedense gelişmemiş ya da ahlaken erozyona uğramış toplumlarda yasaklama getirici kurallar koyma yoluna çok sıkça gidilmektedir. Toplumda yozlaşma her geçen gün artıyorsa, ahlaken çözülme varsa sebeplerini oturup tartışarak ve demokratik anlayış içerisinde bir consensüs <<toplumsal uzlaşma>> sağlanarak bulmak gerekmez mi? Toplumda sevgi, saygı ve barış içerisinde birlikte mutlu yaşamak duygusu her geçen gün artmıyorsa nedenleri nelerdir? Sorumlu yerlerde olan insanlarımız görevlerini layıkıyle yapıyormu,yoksa bizleri avutuyorlarmı diye sorgulanması gerekmez mi? Kısaca; sorunları konuşup tartışmazsak, daha önemlisi önce kendimizi sonra toplumsal sorumluluk üstlenmiş kişileri içten yürekliliğmiz ve cesaretimiz ile sorgulayamazsak problemlerimizi çözemeyiz, …ancak ileriye öteleriz. Hastalıkların tanısını doğru koyamazsak yanlış tedavi yöntemi uygulamış oluruz ve yanlış tedavi ise hayatımızı şansa bırakır…Kısa bir sürede belki çok iyileştiğimizi sanırız ama…daha sonraları bedelini ödemek çok pahalıya mal olur diye düşünüyorum.

Ülkemizde son alınan twitteri engelleme kararı bazı mahkeme kararlarıyla alınmış olsa bile; bu kararları okuduğumuzda, ülkeyi tehlikeye düşürecek bir suç delili mevcut olmadığı görülmektedir. Öyle söylendiği gibi devlet sırrı, yada ülkenin güvenliğiyle alakası olmayan kararlar.

Dinlemelere gelince. İnternet üzerinden dinleme yapıldığı duyulmadı ama…dinlemelerin İnternet üzerinden görülüp dinlendiği doğru. Geçmişte olduğu gibi, gelecekte de dinlemeler devam edecektir. Eklemek gerekirse; dünyada yönetici olup ta dinlenmeyen zaten yok.

Yani…daha çok özel suç duyurusundan kaynaklanan kararlar.  Bu kararlar; örnek karar olarak görülebilinir mi? Bunu hukukçulara bırakmak gerek. Ne var ki…bir kaç münferit olaylardan dolayı yapılan suç duyurusu için, milyonlarca sosyal ağ paylaşanları cezalandırmak ne kadar doğrudur?

İster doğal yaşamda, isterse sanal yaşamda olsun; suçun ortamı ve cezası değişmez. Kim suç işlerse, cezasını çekmeye de mahkum edilmelidir. İşten çıktığında eve giderken, söverek, naralar atarak gitmediğine göre…İnternet ortamında da buna kimsenin hakkı yoktur.

Eğer birileri suç işliyorsa, ceza ona verilir. Milyonlarca İnsanı topluca cezalandırmak…>hak<’kın özünü gasp etmektir.
Bir ehliyetsiz yüzünden, tüm şoförlere ceza uygulanır mı? Eve hırsız girince, evi yıkmak ne kadar doğrudur? Sn. Başbakanımızın sözüyle: “Uçak düşüyor diye, uçağa binmek yasaklanır mı?”

Ne demişti eskilerimiz? “Bir Acem için Acemistan yakılmaz”!

Sonuç olarak kişisel düşüncem:

Twittere konulan yasak ile güdülen amaç, twitter firmasını Türkiye’de temsilcilik açarak, Türk yargısının verdiği kararları uygulamaya zorlamaktır. Yargının bağımsızlığı tartışılan ülkemizde, ileride verilecek kararların ne olabileceğini düşünmek hiçte zor olmasa gerek(?)

Dünyaya meydan okumak hoşumuza gidiyor da…dünya bizi nasıl görüyor o ayrı bir soru; nasıl görürse görsün dersek…tabi ki o da ayrı bir soru…

>>İnternet toplumların aynasıdır; asıl olan, aynayı kırmak değildir; aynaya bakan yüzü eğitmektir!<< diye düşünüyorum.

Mehmet Nuri Sunguroğlu

22.03.2014

“GÜNAH ÇIKARAN ENTELEKTÜEL GAZETECİLİK HAKKINDA”

>> Bizler; perde arkasındaki ipleri ellerinde tutanların, zenginlerin araçları ve kuklalarıyız. Onların çaldığı melodiyle oynamaktır bizim işimiz. Bizim yeteneklerimiz, bizim olanaklarımız ve hayatımız onların malıdır. Bizler birer entelektüel fahişeleriz!<<
ZEITUNG
Her nedense fahişe denildiğinde aklımıza hep belirli bir cinsiyet gelir. 
Tanımlamasını tarih boyunca sosyolojik baskı altında kalmış olan kadının cinsiyetinden almış olan bu kavram, hiçte adaletli olarak ifade edilmemiştir. Fahişelik bir cinsiyet olmaktan daha öteye; bir karakter ve kişilik meselesi olduğu göz ardı edilmiştir. 

Bunun en bariz örneğini bizlere günün 24 saatinde sunulan haberlerdeki medya çalışanlarında görmek mümkündür. Aralarında tenzih edilecek olanlar mutlaka vardır; onlara saygı duymak ise bir erdemlik olması gerekirken…aksine işlerinden atılır hale gelmişlerdir.

İfa ettikleri mesleğe ihanet edercesine görev yapan “bu medyacılar”; kendi kişiliklerine olmayan saygılarının yanında, gazetecilik gibi kutsal bir mesleği de rezil kepaze ederken; bu güzel ülkenin kaderiyle fütursuzca oynamaktadırlar. 

>>Yandaşlık, yalakalık, el öpenler, kıl olmak<< gibi utandırıcı kavramların türemesinde büyük payı olan bu “enteller”, mesleğin yüz karası haline gelmişlerdir. 

Her dönemin gazetecisi olmayı başaran bu “entelektüel fikir fahişeleri”…hiç bir zaman kendileri olmayı başaramamışlardır.

Basını takip ettiğimizde…özellikle köşe yazarlarının dünkü yazılarıyla bu günkü yazılarında çok farklı bir fikir değişiminin olduğunu görmekteyiz. Bu fikir değişimi dünden öteye de vardı ve yarından öteye de olacaktır. 
Aslında gazetecilik mesleği dediğimizde, aklımıza halkın sesi gelir. Doğru haberleri yazması gereken bir meslek dalı gelir. Ne yazık ki bu durum hiçte böyle olmamıştır ve olmayacaktır.

Bundan 134 Yıl öncesine baktığımızda, gazetecilik mesleğinde fazla bir şey değişmediğini görmekteyiz.

1880 yılında onuruna verilen bir ziyafette konuşan New York Times sorumlu yazarı, John Swinton; kendisinden gazetecilik ve gazeteciler hakkında bir şeyler söylemesi rica edildiğinde kürsüye gelerek: 
Gazetecilerin işi, gerçeği yok etmek, neredeyse arsızca yalan söylemek, ihtirasları ve geçim uğruna kişiliklerini kaybederek günlük ekmek kavgası için, gerekirse; ırkını da, ülkesini de satabilmekten kaçınmayan iştir. Bunu sizlerde biliyorsunuz, ben de biliyorum! Bizler; perde arkasındaki ipleri ellerinde tutanların, zenginlerin araçları ve kuklalarıyız. Onların çaldığı melodiyle oynamaktır bizim işimiz, Bizim yeteneklerimiz, bizim olanaklarımız ve hayatımız onların malıdır. Bizler birer entelektüel fahişeleriz!

Ne yazık ki bu kutsal meslek dalında çalışanların arasında, mesleğinin hakkını verenler hiçte fazla değil; az olanları da durdurulmaktadırlar. Kimileri ceza evlerinde esarette yaşarken, bir ötekileri işlerinden kovularak erdemsiz bir duruma düşürülmektedirler. 

Gazeteci meslektaşının içeri tıkılmasından memnun olanlar da var bunların arasında…maalesef!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
10.03.2014

HUKUK DEVLETİ OLMAK

Christian WulffALMANYA TARİHİNDE İLK DEFA BİR CUMHURBAŞKANI HAKİM ÖNÜNDE.

Almanya tarihinde ilk defa bir Cumhurbaşkanı hakim önüne çikarılarak kendisine 753 Avro ve 90 Cent için hesap soruluyor.

Aşağı Saksonya eyalet  başbakanlığından 2010 Yılında Almanya’nın Cumhurbaşkanlığına seçilen Christian Wulff, ( Foto: Martina Nolte  http://creativecommons.org/licenses/by-sa/3.0/de/legalcode  ) dün Hannover’de hakimin huzurundaydı.

Peki; Almanya’nın eski Cumhurbaşkanının suçlu olmasına sebep veren olay nedir? Ne olmuştu da savcılar bir Cumhurbaşkanına karşı dava açmışlardı?

Basında çikan bir çok iddialardan fazla bir şey kalmamıştı. Kala kala, bir aile dostu tarafından davet edildiği Bavyera’daki meşhur Ekim festivaline katılması ve Münih’te kaldığı otelin masrafları davet eden dostu tarafından karşılanması. Hesapmı ne kadar?

Tam  753 Avro ve 90 Cent.

20 bin Avro para cezası karşılığında davanın düşmesi için kendisine yapılan teklifi kabul etmeyen eski Cumhurbaşkanı  Christian Wulff, mahkemenin dünkü birinci celsesinde suçsuz olduğunu tekrarlayarak; “bu davetten her hangi bir avantaj, ya da daveti yapana avantaj uygulamak gibi bir durumun söz konusu olmadığını söyledi”.

22 celse sürecek olan davanın sonu merak edilmektedir.

Christian Wulff kimdir?

1959 yılında Almanya’nın Osnabrück kentinde katolik bir ailenin çocuğu olarak doğan Christian Wulff, liseyi bitirdikten sonra Osnabrück Üniversitesi’nde hukuk fakültesini bitirdi. 1987 ve 1990 yıllarında iki devlet sınavına girerek savcı olmaya hak kazandı.

Daha sonra Aşağı Saksonya eyalet başbakanı olarak görev yaparken Almanya Cumhurbaşkanı olan Christian Wulff, 2012 Yılında hakkında yapılan basın kampanyaları sonunda makamından istifa etmişti.

Cumhurbaşkanı iken yaptığı konuşmada ilk defa İslam inancını Almanya’nın bir gerçeği olduğunu söyleyen Christian Wulff, “İslam Almanya’nın bir gerçeğidir” sözü için çok eleştiri almıştı.

Sevgiyle kalın.

Mehmet Sungur

FERMAN PADİŞAHIN(MI)DIR…(?)

kizkulesiDeğerli okurlar, bu yazıyı, başlığından başka hiç bir ekleme yapmadan okumanıza sunuyorum. Aranızda bardağı duvara vurmak isteyenlerin olduğunu biliyorum. Ancak; peşinen söylemek isterim ki…bardağı duvara vuranlar: Olayları inkar etmeyi tercih eden, durumu „sadece kurtarmaya çalışanlardır“. Ancak; asıl olan bireysel durumun kurtarılması değil, toplumsal durumun özgürce bir geleceğe gidebilmesini kurtarmaktır. Bu günlerde ülkemizin milli misakı sınırları içerisinde „PKK“ şehitlikleri açılıp halkın ziyaretine sunulmaktadır. Toplum ise…; özellikle Türk medyası bu duruma sessiz kalmayı tercih etmektedir. Tabi ki, bu böyle olunca vatandaş yeteri kadar bilgiye erişmekte zorluk yaşamaktadır. Buradan yola çıkarak; aramızdan ayrılmış olan Aziz Nesin’in bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum…buyurun!

KIZ KULESİ ÖNÜNDE KIRK SEKİZ SAAT BEKLETİLEN GEMİ

Dünya tarihinin en alçakça yargılanmalarından biri; …belki de başlıcası Mithat Paşa davasıdır.

Bu davanın acı sonu ve o korkunç siyasi cinayet satılmışlarını bu siyasi davada oynadıkları alçakça rol bir yana, bu eski olayda beni en çok üzen, Ahmet Mithat Efendi gibi büyük bir yazarın, yazılarıyla Abdülhamit’i desteklemiş, bir büyük haksızlığı haklı göstermeye çalışmış olmasıdır.

Bilindiği gibi; Anayasa “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” yapıcısı Mithat Paşa; Yıldız’daki uydurma mahkemede, kiralık yargıçlar önünde, yapma ve uydurma suçlardan mahkum edilir. Sonradan boğdurulacağı zindana sürgün edilecektir. Bir gemiye bindirilir ve gemi kalkar…Ama Boğaz’dan dışarı çıkmaz. Kız kulesi önüne gelince demir atar, durur. Kırk sekiz saat burada yatar gemi. Halk ise neden bekletidiğini ve ondan sonra yola çıktığını bir türlü anlıyamamışlar.

Pek öyle üstünde durup düşünen de yok ya… Mithat Paşa kimdir,  ne yapmak istemiştir, Abdülhamit ona neden kızmıştır? Bütün bunlar kimin umurunda… Ama yine, ne de olsa birkaç meraklı var. Mithat Paşa’nın bindirildiği geminin kazanı mı patladı, makinası  mı bozuldu, daha yolun başında dibi mi delindi? Nedir, ne oldu da gemi birkaç yüz metre açıldıktan sonra, kırksekiz saat Kızkulesi açığında demir atıp durdu?

Yakınlarından olanlar, bir yolunu bulup uygun biçimde bunu Abdülhamit’e sormuşlar.

Padişahların en işkillisi ve en kurnazı olan Sultan Abdülhamit şu cevabı vermiş:

– Mithat Paşa, uğrunda kendisini feda ettiği milleti, bakalım onun için ne yapacak, Mithat Paşa’yı kurtarmaya çalışacak mı, diye merak ettim de, bunu anlamak için gemiyi hareket ettirdikten sonra Kızkulesi önünde kırksekiz saat beklettim…diye yanıtlar.

Mithat Paşa’yı, millettinin Anayasayla yönetilmesini istediği için, boğdurulacağı zindanına götürecek olan gemi, kırksekiz saat değil, kırksekiz gün kızkulesi önünde demirli kalsa, kimsenin kılının kıpırdayacağı yok.

Sağır bir ortam, sağırlaştırılmış bir ortam, vurdum duymaz olmuş bir ortam…

Tanrının yeryüzündeki gölgesi “Zillullah-ı fil-alem” olan Sultan Abdülhamit bunu çok iyi biliyor. Biliyor ama, işkilli ve kurnaz olduğu için, bir kere daha denemek, anlamak istiyor.

Mithat Paşa’nın hapsedildiği gemi, Kızkulesi önünde demirliyken, gazeteler bu karara karşı yayın yapsalar, İstanbul’da küçük bir kıpırdanma, başkaldırma, ayaklanma başlangıcı olsa, kurnaz padişah, Mithat Paşa’yı Taif Zindanına göndermekten vazgeçecek.

Ya bir aff-ı şahane, ya bir karar değişikliği yaparak Mithat Paşayı affedecek.

Ama, Mithat Paşa’nın kiralık, satılık kalemler, hem de en büyük tanınanları, en ünlüleri, sözde kanun yoluna sokulmuş, bir meşru biçim verilmiş bu eşsiz siyasi cinayeti savunmakta, onun doğru olduğunu millete isbata çalışmaktadırlar.

Kısaca anlatmaya çalıştığım, ortamın sağırlığını gösteren bu olay, beni çok düşündürür. Mustafa Kemal’i düşünürüm; milletinin kurtuluşu uğruna yalnız rütbelerini, nişanlarını salnatın suratına çarpan değil, canını ortaya koyan Mustafa Kemal’i…

Makam-ı saltanatın  elinde Mustafa Kemal’in idamı için ölüm fermanı vardır. Osmanlı Müslümanlığının en ulu, en yüce din adamı, Mustafa Kemal’in idamına fetva vermiştir.

Biliyorum, pek çokları şimdi söyleyeceklerime sinirlenecekler kızacaklardır.

Bir varsayım olarak şöyle tasarlıyorum:

İdamına fetva verilmiş Mustafa Kemal’i padişahçı ve emperyalist uşağı kuvvai inzibatiye ele  geçirip yakalamış olsaydı. Mithat Paşayı hapsetttği gemiyi de İstanbul Limanında kırksekiz saat bekleten Sultan Abdülhamid gibi, Sultan Vahdettin  de Mustafa Kemal’i darağacına göndermeden, bakalım ne olacak diye kırksekiz saat, kırksekiz gün, kırksekiz hafta bekletseydi, ne olurdu, dersiniz?

Uğruna canını ortaya koyduğu insanlar, Mustafa Kemal için ne yaparlardı?

Bu varsayımın pekçok kişinin canını sıkacağını biliyorum. Başka bir şey, bir başka varsayım daha söylemek isterim.

Mustafa Kemal’in idam fetvasına meşihat mührünü basmış olan din adamı, bugün aramızda yaşayabilmiş olsaydı, hepimizden çok Atatürkçü kesilecek ve herkesten çok “Atam sen ölmedin, kalbimizde yaşıyorsuuuun!” diye bağırmaktan sesi kısılacaktı.

Toplumumuz, Mithat Paşa dönemi sağırlığından bugün ne oranda bir duyarlığa gelmiştir?

Sağır bir ortam… Ama gerçek ulusseverler ortamın sağırlığına kızmazlar, bilinçle duyarlı bir ortam yaratmak için yine de çalışırlar.

Aziz Nesin

Derleme.
Mehmet Sungur

YAŞADIĞIMIZ OLAYLARIN ASIL SORUMLULARI KİMLERDİR?

m1990-1Değerli okurlarım,

Hepimiz kişiliğimize yakışır şekilde sorumluyuz söylersek, belki kimseye haksızlık yapmak istemediğimizden dolayı suçu paylaşmak istemiş oluruz. Ancak; “kişiliğimize yakışır şekilde sorumluyuz” diyorsak; işte o zaman kişilerin ağırlığını, toplumdaki yer ve mevki itibariyle üstlendiği sorumluluk şartları da değişir.

Bence: Türkiye’nin bu duruma gelmesinde en büyük sorumluluk Türk basın ve medyasının dır. Yani: Beşinci güç dediğimiz, toplumun sesini duyurmaya aracı olan basın ve medya; asıl görevini suistimal ederek ülkemize en büyük kötülüğü yapmıştır. Bunların arasında bir kaç gazete çırpınınarak toplumun sesini duyurmaya çalışmışsa da, bu yeterli olmaktan uzak kalmıştır. Basının bir kesimi rant için basın ahlakını hiçe sayarken, bir başka kesimi korkmuştur, korkutulmaya aday olmuştur. Gerçekleri yazmadıkları gibi, yağ çekerek yönetimi şımartmıştırlar. Çünkü; bir gazeteci korkutulduğunda, diğerleri ona sahip çıkmamıştır, yalnızlığına terk edilmiştir. Beraberlikten güç doğar ve kimseye oyuncak olunmaz ilkesi unutulmuştur. Bu durum görsel medya için de aynen geçerlidir.

İkinci sorumluluk icraatin başındadır. Sosyal yardım fonunu kullanarak yaptığı yardımları parti hesabına kaydeden ve toplumda aynı duyguyu yaratan icraatın başı, karşılığında aldığı oylar ile her seçimden sonra daha da şımararak toplum mühendisliğine soyunmuştur.

Çalışkan ve atılımcı bir yapıya sahip olan sn. Başbakanımız, ne yazık ki aynı başarıyı devlet yönetiminde sergileyememiştir. İnsan gelişiminde 85. sırada olan, yaşam standartlarında 34 ülkenin 34. olan halkımıza henüz kavrayamayacağı “ileri demokrasi” modelinden söz etmiştir. Etmesine etmiştir de…kendisi hiç bir zaman örnek bir demokrat olamamıştır. Kimine; ananı al git derken, bir başka kesimi inançlarından ötürü dışlamıştır.

Terörle mücadelede teslim olmuştur ve terör sorununu Kürt sorunu olarak millete inandırmaya çelışmıştır. Aynı zamanda teröristlere bir tek silah bıraktırmaya gücü yetmemiştir. Daha da ağır olan ise; Kandil, İmralı ve hükumet üçgeni beraber çalışmaya başlayarak devletin anayasasını, milletin kimliğini ve bayrağını tartışmaya açmıştır. Akil propagandacılar görevlendirerek bu millete akıl öğretmeye çalışmıştır.

Ya dış politika?

Dış politikada tamamen yanlış bir politika uygulayan hükumet, tüm ısrarlarına rağmen batıdan destek göremeyeceğini geç anlamış olması da ileriyi görebilmekten yoksun olmanın getirdiği sıkıntılardır. Arap baharına tam destek verirken, Suriye’de yalnız kalmasını bir türlü hazmedemeyen sn. Başbakanımız, Amerika seyahatinde  de istediğini alamayınca, daha da hırçınlaşmayı denemiştir. Bu hırçınlığını frenleyemeyen başbakanımız; bu ülkeyi küller arasından yeniden kuran ecdadımıza ayyaş diyebilecek kadar işi ileri götürmüştür.

Uluslararası kriz durumlarında başarıdan uzak olması, bir yana; içeride de başarılı olamadığını, verdiği beyanatlardan halkı daha da kışkırttığı çok üzücüdür. Çapulcular diye hitap ettiği millet, sessizce başlattığı Gezi Parkı eyleminde, polisin gücüne cevap vermek zorunda bırakılarak memlekette daha büyük hasarlara sebebiyet vermiştir. Bu arada kışkırtmacılar da işlerini görmeye çalışmıştır.

Gezi Parkı olaylarında kendisinden beklenenden çok uzak kalarak; bir babanın, bir devlet adamının yapması gerekeni yapamamıştır. Aksine; kabadayıca laflar ederek, “bizim de karşı gücümüz vardır, onları evde tutuyoruz” diyerek bir nevi karşıt grupların tavrını almıştır. Ülkemizin; O’na…sn. başbakanımıza, en çok ihtiyacı olduğu durumda dış seyahate çıkması da hatalar zincirinin bir halkasıdır.

Muhalefete gelince.

Parti olmalarına partiler ama; muhalefetten beklenecek olanları yapmaktan acizdirler. Sn. Kemal Kılıçdaroğlu partisinin başından giderse; hem partisine, hemde ülkeye daha faydalı olur. Sn. Devlet Bahçeli de yerini bir başkasına bırakırsa, MHP ye en büyük desteği vererek tarihte yerini alır.

Daha kimler yok bu listede.

Üniversiteler, sivil toplum örgütleri, sendikalar…ve seçmenler. Hepsi bu günkü olaylardan kendi çapında sorumludurlar.

Dış dünya verdiği haberlerde ülkemizdeki olayları, “Türkiye baharı” diye yazarken…sosyal medyalarda kısır parti çekişmeleri, karşılıklı ithamlar, “gerekirse Anıt kabri de yıkarız” gibi paylaşımlar henüz meselenin ve olayların boyutunu anlayamamış olanların kibirli cehaletidir.

Sn. Cumhurbaşkanımız: “Mesaj alınmıştır” diyor sa…bizde aynı sağduyuyu göstermeye çalışalım. Bırakın horoz dövüşünü, onu sonra yaparsınız!

Sonuç olarak: Gezi Parkıyla başlayan ve yurdun bir çok illerine sıçrayan olaylar, üç tane ağaç meselesi değildir. Yıllardan beri her yıl gaz ithalini arttıran idarenin, topluma yaptığı basınca dayanamayan ventillerin/supapların patlamasıdır.

Selam ve saygılarımla

Mehmet Sungur

03.06.2013

 

REYHANLI FACİASININ DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ

m1990-1Reyhanlı faciasında bir kere daha gördük ki, terörün ne dini vardır nede imanı. Acımasız ve bir o kadar insanlığa intikam kini oluşan İnsanlar tarafından canice hazırlanmış ve işlenmiş olan bu toplu cinayet, dünya siyasetinin yüz karasıdır. Aslında bunların İnsan cinsinden oldukları da şüphelidir ama…İnsanlar gibi iki ayak üzerine yürüyorlar olmaları şaşırtmaktadır.

Reyhanlı katliamını şu ana kadar henüz kimse üstlenmedi.  Türkiye hükumeti ise  Suriye istihbarat teşkilatını sorumlu gördüğünü açıkladı.

Buna karşı cevap veren Suriye ise, olaylarla bir ilgisi olmadığını basına açıkladı ve başkan Esad „araştırmayı beraber yapalım“ diye de teklif getirdi. En azından basında çıkan haberler böyle. Bu işin teknik tarafı.

Meseleye siyasi olarak baktığımızda; Reyhanlı katliamı kesinlikle bilinçli ve aynı zamanda, planlı olarak yapılmıştır. Bu plan kim tarafından projeye döndürülmüştür, onu bir tarafa bırakalım.

Siyasi olarak baktığımızda; sn. Başbakanın ABD. Ziyareti öncesi Orta Doğu için, özellikle Suriye için verilecek kararlarda, Suriye’ye yapılması düşünülen müdahalenin bir an önce gerçekleşmesinin kararına yardımcı olması için uygulanmıştır bu katliamlar. Bu bir gerçektir. Bu düşüncemde yalnız olmadığımı batı basınında çıkan haberlerde de görmekteyim. Ben onlar kadar ileri gitmesem de; aynı düşüncenin özünde eşlik olduğunu gözlüyorum.

Mahkeme kararı ile toplumun bilgi edinmesini de önleyen siyaset, bu konuda kendisine bir iyilik yapmamıştır ve şüphelere ve şüpheli görenlere fırsat yaratmıştır.

Çünkü; Reyhanlı faciasında dünyada görülmemiş sansür sistemi uygulanmıştır. Görmek, yazmak, duymak hiç bir zaman suç delillerinin tespitini engellemez olduğu unutulmuştur. “Zaten engellenmeye gönüllü olan” basın da meselenin üzerine gitmemiştir.

Peki medya bu imtihanında nasıl bir görev üstlenmiştir? Cevap hazır! Hiç bir şey yapmadan, görevini yerine getirmiştir; yani susmuştur. Kamunun gözü ve kulağı olması gereken medya asıl görevi olan 5. güç olmakta çitayı göğüslemekte sınıfta kalmıştır.

Bu suskunluğuyla da yetinmeyen medya; ölülerimize karşı saygıyı dahi „unutarak“, hiç bir program değişikliğini düşünmeden her zaman ki gibi “vur patlasın çal oynasın” hesabı, yayınlarına devam etmişlerdir.

El alem bu gibi durumlarda bir ölüsü için yas günleri ilan ederken, bizde bu korkunç ve canice işlenmiş katliamdan sonra 50 civarında kaybettiğimiz ve 100 üzerinde yaralı olan vatandaşlarımız için doğal olarak yas günü/günleri beklenirdi. Bunu unutan siyasetin yanında, basından da bir uyarı gelmediği çok üzücü olmuştur. Bu konuda hiç bir düşünce dahi akla gelmeyen ülkemizde, yine her zamanki gibi futbol ve reklam sevdası üstün gelmiştir.

İnsanın bu kadar değersiz olduğunu… her gün “kafir” diye sıfatlandırdığımız, ama öteki taraftan arkasında koştuğumuz  batı dünyasında göremezsiniz. Dünya literatüründe, ölü İnsana ceset yerine “kadavra” diyen tek millet biziz. Ölüsüne bu kadar sahip çıkmayan bir toplum olmayı hiç bir zaman hayal edemezdim.

Saygılarımla

Mehmet Sungur

16.05.2013

SIRALAMA 85 OLURSA, AKIL ZIVANADAN ÇIKAR.!

tc-fors001Dünya tarihçilerinin yazdıkları İslam tarihine baktığımız zaman,Türkler hakkında birleştikleri birinci nokta da görüyoruz ki; İslamı yücelten, İslama en büyük hizmeti verenlerin Türkler olduğudur.

Yani ne kadar evirsen de çevirsen de, altından Türk çıkıyor. 

Yazan: Mehmet Sungur

Merhaba ülkemizin güzel insanları.

Her şey “mubahtır” zihniyetiyle, bizlere kimliğimizi veren asıl ve köklü değerlerimiz ile oynanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan insanların bu güne kadar alışmış ve inanmış olduğu kavramların tartışılmaya açılmış olması, kimleri sevindiriyor bilinmez ama…sağcısıyla, solcusuyla üzülenlerin çoğunlukta olduğu inkar edilemez.

Neymiş efem…bayrağın adı değiştirilsin, T.C. simgesi kurumlardan kaldırılsın. Anayasada Türk milleti kelimesi olmasın. Atatürk ile ilgili inkılaplar maddesi silinsin. Memleket eyaletlere bölünerek yönetilsin…vb.

Bütün bunları tartışmaya açabilen bir toplumun eğitim düzeyine baktığımızda; dünya sıralamasında 85. sırada olduğunu görmekteyiz. Kitap okuma sevgisini „kitaba nefret“ duygusuna çeviren bir toplumu buluyoruz karşımızda. Günde 6 saat tv. Seyreden, ama yıllık kitap okuma zamanını 6 saate çıkaramayan bir toplumdan bahis edebiliyoruz.

Şiddet…özellikle kadına şiddet meselesinde dünyada benzeri olmayan bir barbarlık örneği sergileyen sosyal yaşamı normal görebilecek insanların her gün biraz daha arttığını görmekteyiz.

İşte bu yapıyı oluşturan çoğunluk; ülkenin milli değerlerini tartışabiliyor ve Türk medyası; basınıyla, köşe yazarlarıyla ortama başka bir yön verebilmek imkanlarını kullanmak yerine…adeta yangına gaz dökercesine yarış ediyorlar. (bazıları tenzih edilir)

Tüm dünya tarihçilerinin, Türkler hakkında birleştiği noktalar da dahi şüpheye düşen, hatta inkar eden insanların çoğunluk kazandığı bir millet olmanın yolunda, üst düzey dikta ve basın yolu ile yolumuza devam ediyoruz. O kadar ki…durum paradoks bir hal alıyor.

Vatandaş öyle bir duruma getirildi ki; kimi işin şaşkınlığını henüz üzerinden atamamış iken, bir diğerleri haklı olarak durumu protesto amacıyla sosyal medyada isyanını dile getirmeye çalışıyor.

Dünya tarihçilerini de şaşırtacak kadar inkarcı bir tarih anlayışı, bizim tarihçilerimizin yüz karasıdır söylersek abartmış olmayız. Çünkü; tarihimizi milletimize öğretmekte aciz kalmışlardır.

Dünya tarihçilerinin yazdıkları İslam tarihine baktığımız zaman,Türkler hakkında birleştikleri birinci nokta da görüyoruz ki; İslamı yücelten, İslama en büyük hizmeti verenlerin Türkler olduğudur.

Yine yabancı tarihçilerin; Cumhuriyet tarihimiz hakkındaki tarihi belgelerinden okuyoruz ki; Tükler’i yok edemediklerini ve yeniden bir devlet kurarak yollarına devam ediyorlar olmasını kabul ettikleridir.

Konu eğer Atatürk ise; burada tarihçilerden çok daha öteye giden bir fikir beraberliği görülmektedir.

Atatürk; dünyada hakkında en çok yazılar yazılmış bir kişilik. Yaptığı inkılaplarla, devrimlerle, komutan sıfatıyla, askeri dehasıyla olduğu kadar, sivil bir dehaya da sahip olduğunu okuyoruz dünya tarihçilerinden.

Dünya politikacılarına gelince:

Dünyanın tüm politikacıları hiç bir kıskançlık göstermeden, hiç bir komplekse kapılmadan; sanki hep bir ağzındanmış gibi Atatürk’e hayranlıklarını saklamıyorlar. Bu konuda dünya liderlerinin yüzlerce hitabı sözleri vardır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün bir dünya lideri olduğunu kabul etmekte bir sıkıntısı olmayan bu liderler, acaba yanlış mı düşünüyorlar?

Dünyada Türkiye Cumhuriyeti dediğinizde, akla gelen ilk isim Atatürk.

 “Atatürk” kelimesini tercüme ederken İngilizler: Father of the Turks diye…Almanlar: Vater der Türken (Türklerin babası) diyerek onu daha yücelterek hitap ediyorlar.

Yani, ne kadar evirsen de çevirsen de, altından Türk çıkıyor. 

Peki o zaman bu tartışmaların sebebi ne olabilir?

Bence bu tartışmalar Allah’ın lutfu değildir…olamaz! Olsa olsa Allah’ın bir gazabıdır. 

En iyimser ihtimali düşünürsek bile; Allah’ın Türkleri imtihanıdır…diyebiliriz. 

Dünyada eğitim ve insan gelişimi sıralamasında 85 lerden 10 lara düşene kadar…yani yükselene kadar bu durum böyle devam eder gibi görünmektedir… maalesef!

Sevgiyle kalın!

Mehmet Nuri Sungur

11.04.2013