MADENCİLİK DE GELİŞİM VAR; “FITRAT VE DOĞAL AFET” OLMADIĞINI ANLADIK(!)

madenci-tezcan-gökçe'nin-ailesiSoma maden işletmesindeki felakette kullanılan „fıtrat“ kelimesinin yanlış yerde ve yanlış fiilde kullanıldığını anlayan yetkililer, bu defa Karaman’daki maden felaketinde patronun „ doğal afet“ dediğini kabul etmedi. Sağ olsunlar, Allah razı olsun; içimize su serptiler(!)

Peki nedir bunun adı?
Lafı eğip bükmenin hiç bir anlamı yoktur. Bunun adı resmen “doğal felaketler” gibi bu işlerin başına gelen, her türlü sorumluluktan yoksun, aklında kazançtan başka bir şey olmayan, sorumlu memurların işletmelerde yaptığı kontrol sonunda bulduğu güvenlik noksanlarına para cezası keserek eve giden, bu cezayı ne için kestiğini unutan insanlardır!

Ne demişti Lenin? Trust is good control is better! Yani; güvenmek iyidir ama, kontrol etmek daha iyidir!

Maden ocaklarımızı “rödovans” karşılığı ( anladınız mı bu “rödovans” kelimesinin manasını?) Bilmeyenler için açıklayalım: >> Rödovans kelimesi Latince “Reditus” Türkçe karşılığı ise; gelir/ irad/ harç/ kira/ aidat bedeli kelimesinden günümüz Fransızcasına “Redevance” adıyla yerleşmiş olup, Türk hukuk Sözlüğünün 471. sayfasında redevancenin karşılığı “aidat” olarak açıklanmıştır. Yine bazı kaynaklarda ingilizcesi olan “royalty” kelimesi “rödovans”la aynı anlamda kullanılmaktadır.
Yani; sanki vatandaş anlamasın diye yabancı bir kavram seçilmiş. Yada; kulaklarımızda bir moda sözcüğü gibi daha iyi çınlasın diye! İnsanın çıldırası geliyor. Kelimenin karşılığında 5 Türkçe tanım olduğu halde gitmişiz elin “rödovans”ını almışız!
Yeniden:
Maden ocaklarımızı aidat karşılığında işletmeciye devreden siyaset, işletmeye verdiği maden yada cevher ocaklarının sorumluluğunu üzerinden attığını sanıyorsa; bu çok yanlış bir düşüncedir. Öyle olmadığını bilen siyaset de, her gelen faciada açıklama zorluğuna düşmektedir ve devletin tüm imkanlarını devreye sokmaktadır.
Yine her defasında; meseleyi anladıklarını, önlemlerin bir an önce alınacağını yeminler edercesine beyan eden siyasilerimiz, ne yazık ki bizleri her defasında aynı sözlerle teselli etmekten öteye gidemediklerini görüyoruz ve şahit oluyoruz.

Peki; Türkün aklı sonradan başına gelir sözünü daha ne kadar yaşatacağız?

Uluslar arası iş örgütünün (ILO) iş kazası tedbirleri hakkındaki maddelerinin hepsini ne zaman imza ederek tatbikini kontrol edeceğiz? ILO’nun özellikle maden ocakları için dünyaca tanınmış olan 176 maddesini ne zaman imzalayacağız?

Eğer biz toplum olarak iş kazalarımızı önlemek için gereken tüm uluslararası geçerli olan iş kazalarını önleme kurallarını hiçe sayarsak; çok daha insanımızı tedbirsizlikten ötürü göçükler altında bırakırız.
Çok daha anaların; “Oğlum yüzmeyi de bilmezdi, acaba yer altında ne yapacak?” sorusuyla karşılaşarak vahlanırız!

Çok daha 3 aylık maaşını alamayan insanların maden ocaklarında yaşamını yitirdiğini duyarak öfkeleniriz!

Çok daha çocuklarımızın eve gelemeyen babalarının arkasından ağladığına şahit oluruz!

Çok daha saraylar yaparak 850.– TL asgari ücretle çalışan insanımızın emeğini gasp ederek verdiğimiz bir avuç kömüre muhtaç edip onları sevindirir ve kendimize alkış toplarız!

İhmaller sonucu hayatını kaybedenlere Allah rahmet eylesin, mekanları cennet olsun inşallah… Cehennemi zaten yaşadılar.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
31.10.2014

DERİMİZ Mİ KALINLAŞTI ?

SOMASOMA’YI UNUTTUK MU?

<<Acılarını çabuk unutan toplumlarla aramızda ki mesafe her gün daha da kısalmaktadır. Duygularımız, hislerimiz körleşerek acılara karşı duyarlılığımız azalarak soğuk milletlere benzemeye başladık.<<

Alıştık mı her şeye artık ? Derimiz kalınlaşarak olaylara daha mı dirençli olduk?

Yoksa zengin toplumlara mı benzemeye başladık? Duygusal olmak için fakir mi olmak lazım?
Eskilerde üzüldüğümüz olaylara şimdi kısa ifadeler vererek geçiştiriyoruz.
Geçmiş olsun, Allah şifa versin yeterli oluyor artık! Başın sağ olsun, Allah geride kalanlara sabır ve metanet versin deyince vicdanı borcumuzu ödemiş oluyoruz. Anında mesafe alarak yanımızda kine dönüp; “akşama nerede buluşalım” diye sorabiliyoruz. Bazen cenazelerimizde olayı unutarak doğal bir kahve sohbetini yapabiliyoruz.
Bir şehidine günlerce yas tutan bir toplum iken, artık bu gibi acılar bir haberden öteye gidemiyor. Ağaçtan düşerek ölen bir vatandaşımız için ağlarken, şimdi büyük felaketleri çabuk unutabiliyoruz.
Bayramın ilk gününden beri dikkatimi çekti. Hiç bir medya üzerinden; sosyal paylaşım siteleri de dahil; Soma ile ilgili bir habere rastlamadım. Eğer ben kaçırdıysam, lütfen buraya yazın!

Neden böyle olduk ki?
Sosyolojik bir araştırma yapılsa, nasıl bir sonuç çıkar acaba? Akdeniz ikliminden mi uzaklaştık? Batıya daha mı yanaştık?
Bazen düşünüyorum da; Batının da kuzeyine doğru gidiyoruz gibi geliyor bana. Bizim Coğrafyanın insanı heyecanlı, duyguları yüksek, olayların etkisinden çabuk kurtulamaz olurdu.

Ya şimdi?
Acılarını çabuk unutan toplumlarla aramızda ki mesafe her gün daha da kısalmaktadır. Duygularımız, hislerimiz körleşerek acılara karşı duyarlılığımız azalarak soğuk milletlere benzemeye başladık.
Yazıyı uzatmak istemiyorum. Ben yazdığım kadar sizde anladığınızdan eminim.

Bu vesileyle; başta Soma faciasında olmak üzere, bu gibi toplumsal olaylarda hayatlarını kaybedenlerin ruhlarına rahmet diliyorum. Arkada bıraktıkları aile efratlarına geçirdikleri bu buruk bayramın eşliğinde; hayırlı bayramlar diliyorum.
Kalınlaşan derimizin az da olsa incelerek, eskisi gibi acıları da sevinçleri de ruhumuza daha kolay iletebilmesi umuduyla.
Çünkü bizim insanımıza soğukluk hiçte yakışmıyor!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
06 Ekim 2014 Pazartesi

 

 

KAPİTALİZMİN RUHU, SOSYAL PAZAR EKONOMİSİ VE DÖRDÜNCÜ YOL

sömürüDüşünmek, insanı diğer varlıklardan ayıran çok önemli bir hazinedir. Biz bu hazineyi ne kadar kullanıyoruz?

Düşünmenin tarihi, insanın varlığıyla başlasa da, bilimsel olarak bir kaç bin yıldan eski olmadığını zamanın düşünen insanlarının arkada bıraktığı miras-sal bilgilerden bilmekteyiz.

Düşünmenin milyonlarca şekli ve türü olmasına rağmen; genelde iki türlüdür diyenlere katılsam da; günümüzde uygulanan üçüncü yol düşünme tarzı, İnsanlığa verdiğinden daha çok aldığı açıkça görülmektedir.Yoksa; şu an dünyada ve ülkemizde yaşamış olduğumuz bu kadar karışıklıklar olmazdı.

Düşünceyi, ya da düşünmeyi; Özgür ve dogmatik olmak üzere ikiye ayıran düşünürlerin haklılığı inkar edilemez. Özgür düşünce; olayları eleştirel bir düşünce ile araştırıp sonuca varmaya çalışan düşüncedir.

Dogma düşünceler ise, güçlü bireylerin; toplumu kendi istediği yöne yönlendirmeye zorlayan bir düşünce tarzıdır. Yani tek tip  insan türü bir toplum oluşturmaktır.

Tarihte bir çok örnekleri olan dogma düşüncelerin sonunda felaketler kaçınılmaz olmuşlardır. Almanya’da bir Hitler, İtalya’da bir Mussolini, Sovyetler birliğinin Lenin ve Stalin’i, Çin’in Mao’su, ürettikleri dogmalarla ülkelerinde felaketlere yol açan kişilerdir. İspanya’nın Franko’su son Yıllarında özgür düşüncenin değerini anladığı için, ülkesini kendi uyguladığı dogma yönetime bırakmamıştır. Günümüzde bu dogmalar yıkılmış görünüyorsa da, bir çok ülkelerde devam etmekte olduğunu biliyoruz.

ÜÇÜNCÜ YOL

Yaşadığımız çağda uygulanmakta olan „hybrid-düşünce sistemi“…yani; iki düşüncenin karışımlı hali olan üçüncü düşünüş yolu ise; dogma ve özgür düşüncenin karışımından meydana gelen “yumuşak, ama acımayan” düşünce sistemidir. Bunun adı da kapitalizmdir.

Kapitalizm kelimesi ise; yine o bilinen yumuşak düşünce ilkesiyle “liberal ekonomi/ serbest piyasa ekonomisi” olarak değiştirilmiş ve insanlardan bilinen sömürücü yüzünü saklayarak modernize edilmiştir.

Günümüzde iş veren firmaların bir çoğu borsalarda kayıtlıdır. Onların amacı ise; işçisinin emeği üzerinden ortaklarına her Yıl daha fazla kar payı verebilmektir. Çünkü; firmaların yönetim başkanlarının kaderi de, ortakların seçimine bağlıdır. Demektir ki; iş verenler, işçileri için duymak zorunda oldukları sosyal sorumluluk düşüncesinden uzaklaşmışlardır. İşte kapitalizm düşüncenin kara yüzü de budur.

Yumuşak görünen karakteriyle tehlikesini saklamasını çok iyi bilen bu düşünce tarzı, yıllardan beri tartışmaya açılmış olsa da, kolayca değişeceğe de benzemiyor. Yumuşak düşüncenin kökünde “hakkına” razı gelmek kültürüne yer  olmadığı için, güçlünün mazlumu talan ve sömürüsü kaçınılmazdır.

Bu düşünce tarzı, güçlünün güçsüzü yumuşakça esir almasıdır. Yumuşakça teslim olmayanları ise, zoraki teslimiyete zorlamaktır ve adını da demokrasi ihracatı koymuşlar.

Bunun en bariz misallerini Afganistan, Irak ve Arap baharı maskesiyle halkların ayaklanmasının nasıl organize edildiği belleklerimize yer etti.

Ülkemizde ise, her gün yaşadığımız ve son olarak Soma faciasının arkasından ortaya çıkan iş güvenliğinin ne kadar ihmal edildiğini; sanki felaketi davet edercesine iş ve İnsan güvenliğinin ne kadar ilkel bir durumda olduğunu maalesef gördük ve yaşadık.

Sermaye pazarında ise, uzakların yakın olduğu Globalleşme prosedüründe yumuşak düşüncenin emekçiye verdiği sus payı olan günlük yevmiyesi, insan onuruna yakışmayan asgari ücretle ölçülmektedir. Sesini çıkarmak isteyene karşı kullanılan silah ise, yumuşak düşüncenin oluşturduğu sosyal düşünce sorumluluğunu devre dışı bırakan; “istersen çalış” cevabıdır.

Bu “yumuşak” düşünce türünün tehlikesi ise; düşünenleri düşünmeye ihtiyacı olmadığını onlara kabul ettiren/ettirmek isteyen, tahammülü kısıtlı olan, „yumuşak dogma“ düşüncedir. Bu düşünce tarzı, bu gün dünyada geçerliliğini hala korumakta olan yumuşak ve gülerek ısıran düşüncedir. Öteki düşünme şekillerinden daha da tehlikelidir. Çünkü; içerisinde yalan ile yanlışı ayırabilmenin zor olduğu bir düşünce şeklidir.

Riyakar yönetimlerde görev alan, etek öpenlerin, sendikaların pes ettiği, basının susturulduğu, Üniversitelerin konuşmadığı bir dünyada, yumuşak düşünce ile yaşamak zor olduğu düşünülse de; başka bir yol olmadığı için katlanmaktan başka da bir çare görülmüyor gibi olsa da, çözümü olmayan bir durum da değildir!

DÖRDÜNCÜ YOL

1960 lı yıllarda Federal Almanya Şansölyesi Ludwig Erhard’ın ortaya attığı “Sosyal Pazar ekonomisi”( Social Market Economy / Soziale Marktwirtschaft) olmasaydı, Almanya adaletli kalkınmaya ulaşamaz ve refahın zirvesini de yakalayamazdı.

Bundan 50 Yıl önce dördüncü yolu çizen ve pratikte uygulamasını da başarıyla zirveye taşıyan; aynı zamanda bir ekonomist ama, kapitalist olmayan Ludwig Erhard, günümüzün sorunlarını görür gibiydi. Yaşa ve yaşat düşüncesi onun rehberi olmuştu.

 

Ne yazık ki; bu dördüncü yol olarak benim de hayal ettiğim “Sosyal-Pazar ekonomisi” devre dışı bırakılmıştır.

 

Devre dışı bırakılan bu dördüncü yol; yeniden yaşama geçirilmelidir!

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

19.05.2014

Not:

Soma faciası nedeniyle 19 Mayıs için ayrıca bir paylaşım yapmak içimden gelmiyor.

Tüm milletimizin bu Yıl buruk geçen 19 Mayıs bayramını içtenlikle kutluyorum…sevgiyle kalın!

 

DOKUNMA…ACIYOR İŞTE

DOKUNMABu akşam bir sızı var yüreğimde;
Dokunma…
Ellerim bağlı;
Dilim dönmüyor…
Saramam seni gecenin karanlığında…
Sokulma.

Açma maden çukuru yüreğimin kapısını!
Görme içimdeki kara sızıyı!
Dokular titreşim yapıyor;
…yüreğimde.
Acılar feryat ediyor…susarcasına…
…ciğerimde.
Dokunma…!

Karanlık gecenin sessizliğinde.
Kulaklar çınlatan suskunluğuma.
Avuçlarımda kalan son özlemimle.
Rahat bırak beni;
Dokunma…!
Ben feryat ederken duymayan sendin!
Susunca anladın kimsizliğimi!
Şimdi sen feryat eyle!
Bağır çağır istersen!…ama;
Bana dokunma!

Dokunma bana sen…ordaki…evet, sen!
Sende…dokunma!
Heyy sen, alttaki!
Sana diyorum…orda üstteki!
Sağımdaki…
Solumdaki…
Heyy sen…! Kalemi bozuk serseri!
….mürekkebi tükenmiş mecnun…
Sizde duyun…duyun artık!
Dokunmayın yüreğime!
Bozmayın sessizliğimi!
Ben karanlığa alışmışım!
Rahat bırakın da uyuyayım artık!
Sonsuzluğuma…

Dokunmayın yarama diyorum!
Acıyor işte…
Dokunmaaaaa!…dokunma.
Dokunma……acıyor işte…(?)

Mehmet Nuri Sunguroğlu
19.05.2014

NE OLDU BİZE ?

Y-YERKEL>>“Bu tekme bir insan için küçük olsa da…İnsanlık için büyük bir ayıptır !“<<

Ne oldu bize?
Rahatlık mı battı diyeceğim ama…dilim dönmüyor; çünkü herkesin rahat olmadığı belli.
Kibir hat boyuna çıkmış ama…neyimize kibirleniriz pek de bilen yok.
Mucit olmadığımızı bakan ağzından duymuştuk. Yazdığımız klavyeyi başkaları icat etmiş. 18 milyon trafiğe açılmış motorize araçların arasında bir tane kendi emeğimizle ürettiğimiz araç yok. Eğitimde, iş güvenliğinde, İnsan gelişiminde hep arka sıralardayız. Sinirlerimiz çok zayıf, sigorta çabuk atıyor. Yani…kibirlik bir halimiz yok!
Peki ne oldu bize…neden dünyanın diline düştük?

Ağalık paşalık tutkusu, ruhumuzun saklı köşelerinden sıçrayışa geçince hakimiyetimizi kaybediyoruz. Öfkemizi yenmek şöyle dursun, öfke arayan bir millet olmuşuz.
Günaydın diyeni, selam vereni şüpheliler arasında görmek istiyoruz.
Yaşadığımız coğrafya, heyecanlı İnsanların coğrafyası olduğunu bilmek bazen duygularımıza eşlik ederken, yüreğimizdeki acıların ifadesinde yardımcımız olsa da; aynı heyecan bizleri bazen sonu belli olmayan maceralara da getirebiliyor.

Başımıza bir facia, bir afet geldiğinde, ülkenin her kesimini de içerisine alacak bir kriz masası oluşturup olayların koordinasyonunu, akımını, idare ve sevkini yönlendirecek kişilerin düşünce ve tecrübelerini kullanmak yerine…tv lerde tartışmalar başlatarak, her kafadan bir ses anlatımlarıyla vatandaşın kafasını daha da fazla karıştıran sözde bilim adamlarına işi bırakıyoruz.
Particiliğin hat safhaya ulaştığı ülkemizde, ölülerimizin mezarları başında da siyaset yapmayı bir beceri olarak algılıyoruz. Birileri kalkıp da; elmanın elma, biberin biber olduğunun tespitini de yapsa, hemen arkasında siyasi düşünce vardır fikrine kapılıp, elmanın da biberin de gerçek olduğundan şüphe ediyoruz; onu diyenleri de doğduğuna pişman edebiliyoruz.

Hislerimizi kamçılayan sloganlar atan arsızlar da var aramızda. Lafı tersine çevirenler olduğu gibi, lafın özünü değiştirenler hiçte az değil. Hükumet sözcüleri bazı resimleri izah ederken; insanımızın düşünce gücünü zorluyor.
İş kazaları tarihini bize yansıtan sn. Başbakanımızın sözleri hiçte sıcak değildi. Soma’da ki maden faciasını geçmişteki 150 – 200 Yılın iş kazalarıyla izah etmesi ise; soğuktu…çok soğuktu; duygularımıza rehber olamadı.

Yüreği yaralı İnsanlar vurgun yemiş balinaya benzer. Onların duyguları bazen edep sınırını da zorlayarak öfkeye dönüşebilir; kriz durumlarında bunu anlamak çok önemlidir.
Her bağıranı düşman olarak görmek bir idarecinin işi değildir.
Devlet erkanı gittiği yere, yeteri kadar korumalarıyla gidiyorsa, devlet erkanının kişilerle doku irtibatı olmaz, olamaz. Olsa olsa taziye için olur, kavga için değil. Bu olmayış her şeyden önce güvenlik sorunu ile bağımlıdır. Eğer güvenlik ile sorumlular bunun önünü alamıyor-salar, ifa ettikleri görevde yanlış bir yerdedirler, acilen evlerine gönderilerek yerlerine uzman kadro alınmalıdır.

2014 Yılına gelmişiz ama, hala ilkel şartlar altında emek vererek, modern yaşam standardını yaşamak istiyoruz. Sömürüye dur diyecek gerçek bir sendikamız yok; onlarda kendilerini sömürü düzenine kaptırmışlar. Sivil toplum örgütlerimizin adı kalmış sadece…kendilerini duymak, önerilerini beklemek sabır işi.
Dünyanın bilim adamları Ay’ı çoktan bırakmışlar; uzayın sonsuzluğunda yaşam emareleri ararken, biz hala birbirimizle siyasi kavgalarla uğraşıyoruz. Uzlaşıdan uzak tutumumuzla…aklın yolunun bir olduğunu unutmuşuz!

Ne demişti Ay’a ilk ayağını basan Neil Armstrong?
“That’s one small step for man… one… giant leap for mankind.” = „Bu adım, bir insan için küçük olsa da…İnsanlık için bir sıçrayıştır“
Buradan yola çıkarsak; bizde İnsanlık adına, barış adına, şunu diyebilmeliyiz ki…yarınlar için bir şeyler yapabilmenin yolunu açalım ve öz eleştiri kültürümüze katkıda bulunalım; çünkü öz eleştiriye bu günlerde her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

>> “Bu tekme bir insan için küçük olsa da…İnsanlık için büyük bir ayıptır !”<<

Mehmet Nuri Sunguroğlu
5/17/2014

SOMA

SOMAİhmalkarlık, rehavet severlik, vurdumduymazlık, bencilliğin sardığı sarhoşluk neticesinde yaşanan felaketler hiç bir insanın kaderi olamaz, asla olmamalıdır da.!!