IRAK VALİSİ HACCAC BİN YUSUF

haccac

[Allah’ın adını anmadan, bismillah dahi demeden ilk hutbeyi okuyan Irak valisi Haccac bin Yusuf]
Müslümanların Saltanat kavgalarında Irak bölgesine vali dayanmıyordu. Haccac bin Yusuf Hicretin 64. yılında Irak bölgesine Emevi Halifesi Abdülmelik tarafından vali olarak tayın edilir.
Irak valisi Haccac bin Yusuf’un Irak halkına verdiği o meşhur hutbe:
“Ben meşhur bir adamım. Kazandığım zaferler, yaptığım işler benim şöhretimi her gün biraz daha arttırıyor. Sarığımı çıkarayım da kim olduğumu görün (yüzü sarığına iliştirilmiş bir peçeyle kapalıdır). Şimdi beni iyice gördünüz mü? Beni tanıdınız mı? Ha! Bakıyorum, bazılarını beni iyice görebilmek için gözlerini kırpıştırıyor, boyunlarını uzatıyor. Bu uzanan boyunlar üzerindeki kelleler ne güzel kılıçtan geçer!.. Ben kelle uçurmakta gayet ustayımdır. Daha şimdiden şu sarıklarla, şu sakallar arasında kesilen boyunlar dan akan kanların akışını görür gibiyim.
Müminlerin emiri, saçağını boşalttı, oklarının arasından en zalim, en keskin, çelikten ve en sert ağaçtan yapılmış olan oku bulup seçti. O ok da benim.
Ey Iraklılar! Ey isyan ve ihanetten başka bir şey bilmeyen asiler! Kötü kalpliler. Ben öyle hamur gibi yoğrula-bilen cinsten yumuşak kalpli bir insan değilim.
Sizi kırbaç düşmanları, sizi köle karı yavruları sizi! Ben Haccac b. Yusuf’um. Benim tehditle vakit geçirmeyip, çok çabuk dediğini yapan bir adam olduğumuzu göreceksiniz. Ben fazla vakit kaybetmekten, konuşmaktan hoşlanmam. Bundan böyle hiçbir yerde bir kalabalık toplandığını görmeyeceğim.
Toplantı, içtima hepinize yasaktır!
Kendi aranızda gizli gizli konuşma istemem. Bundan böyle kimse kimseye ‘Neler oluyor? Yeni ne haberler var?’ diye sormayacak.
Ne oluyorsa oluyor, size ne, fitne çocukları!
Herkes bundan böyle yalnız kendi işiyle uğraşacak. Kimse başkalarının işlerine karışmayacak.
Elime düşecek adamın vay haline!
Dosdoğru yürüyecek, ne sağa, ne sola döneceksiniz.
Başınıza getirdiğim adamları takip edip, halifeye biat edecek, ona sadakat ve itaat yemini ettikten sonra yola çıkacaksınız.”

**
Haccac bin Yusuf ölümünde arkada bıraktığı miras, sadece bir Kur’anı kerim, 10 dirhem para ve kılıçtan başka bir şey değildi.
Kaynak: Büyük İslam tarihi Cilt II sayfa 348

Boşuna dememişler; “her toplum hak ettiği gibi idare edilir” diye.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
19.06.2016

BU NASIL BİR DİN ANLAYIŞIDIR?

oktarÜLKEMİZDE YAKILACAK KİTAP YOKTUR AMA; KAPANACAK TELEVİZYONLAR VARDIR!

Şimdi Ramazan ayına giriyoruz. Yüzlerce sözüm ona İslam bilginleri bizlere vaazlar verecekler. İyiliğimizi, iyi olmamız için ne yapmamız gerekli olduğunu; Cenneti, huri kızlarını anlatacaklar. Cehennemi, ateşin gücünü izah edecekler. Sakız oruç bozar mı sorusunu tartışacaklar; emeklerinin karşılığını da alarak bayramı kutlayacaklar. Gözümüz yok, neden olsun ki…
Elbette ki hepsini aynı kefeye koymak yanlış olsa da, aralarında bazıları var ki; yüce dinimizle dalga geçmektedirler.

Bunlardan birisi de Harun Yahya mahlası ile dini eserler (!) veren, Adnan Oktar’dır. Adam bir tarafta dini eserler(!) verirken, öteki tarafta tv. sinde göbek attırıyor ama, İslamı kepçe ile dağıtanların sesi çıkmıyor. Yazıklar olsun ki bu güzel ülkemizde her şeyin İslam için yapıldığını iddia edenler, her nedense bu aklı belden aşağı olanlara seslerini çıkarmazlar.

Aslında Adnan Oktar’ın ne yaptığı değildir mesele. Mesele Harun Yahya ile Adnan Oktar’ın aynı kişi olmasıdır. Bir tarafta inanç dünyası için İslam üzerinden eserler(!) vererek bir alim gibi ortaya çıkarken, öteki tarafta tamamen karşıtı olan bir sohbet ile toplumun önüne çıkacaksın. Ve ülkemizde her şeyi İslam için yapıyoruz diyenler bu duruma göz yumarak sesini çıkarmayacaklar. İşte meselenin bütün sırrı ve iğrençliği burada saklıdır. Üzücü olan da budur! Yani; bir “patroniçenin” icazet vermesi gibi bir durum var ortada.
Allah hiç bir toplumu şaşırtmasın, amin!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
06.06.2016

“O SAATTE ORADA NE İŞİ VARDI?”

alleine“O SAATTE ORADA NE İŞİ VARDI?” …diye soranlar var bu ülkede tecavüzler arkasından. Tecavüze meşrutiyet verecek kadar bundan daha başka sapık bir düşünce olabilir mi?
Soralım o zaman yurdumun insanına!
Eşeğin tarlada, atın otlakta, köpeğin ormanda, tavuğun ördeğin kümeste, kedinin tavanda ne işi vardı? Ne işi vardı çocuğun beşikte, okulda, kuran kursunda? Ne işi vardır bu milletin minibüste, taksi de? Ne işi olur mankenlerin vitrinde? Tüm bunlara tecavüz edilmedi mi bu ülkede?

Siz hangi mahlugattansınız? Zoofili*, parafili*, yoksa nekrofili* neslinden misiniz?

Belki de hiç birinden değilsiniz de, sadece toplumdaki düşüncelerin cesaretlendirdiği adi mahluklarsınız!
Bir toplum ki slogan halinde, koro şarkıları gibi dilinden düşürmez: “Kısa etekle gezersen böyle olur, en iyi kadın sokağa çıkmayan kadındır, hamilelerin sokağa çıkması ayıptır, çalışan kadın ne olacağı bellidir“ gibi söylemlere karşı kazan kaldırmazsa, kafasını iki bacak arasından çıkaramazsa, elbette ki hiç bir canlının, cansızın o saatte hiç bir yerde işi olamaz!
Lanet olsun bu zihniyete!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
28.01.2016

*Açıklama:
Zoofili* Hayvanlarla […]
Parafili* Cansız varlıklarla […]
Nekrofili“ Ölülerle [….]

ORTA DOĞU… LÜKSÜN İBADETE DÖNDÜĞÜ COĞRAFYA

abbild_Digital_[Allah kimseyi kendi günahını da şeytana yükleyecek kadar cahil eylemesin!]

Dinlerin çok, inananı çok olsa da samimi olmayan, imanın zayıf, mezheplerin, tarikatların, şeyhlerin “tapıldığı” Kralların altın lavaboda oturduğu, lüks yaşamın inanca döndüğü, açlığın ve sefaletin kol gezdiği, silahların konuştuğu, insanın sustuğu, susturulduğu dünyadır!

Allah’ın; din, peygamber göndermek “zorunda” kaldığı, şeytanın bol olduğu, İlahların lanetlediği, duaları kabul olmayan insanların yaşadığı toprakların adıdır Orta Doğu.

Orta Doğu; geç kalmış sosyal reformların, bir türlü düzelmeyen feodal yapının faturasını ödemektedir.

Orta Doğu; Allah’ın değer verdiği, başta insan olmak üzere yarattığı tüm canlılara yaşam hakkı tanımadığının faturasını ödüyor.

Orta Doğulular bu yaşam geleneklerini inanç dünyasına taşıyarak dinin özüymüş gibi kutsallaştırdığının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; yaratılışın mucizesine ortak olan kadınının değerini bilmediğinin, O’na çirkince, acımasızca, iğrenç, satış listelerine koyduğuna kimsenin sesinin çıkmadığının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; bir yanda hiç bir inancın kabul edemeyeceği lüks hayatı yaşarken; ekmeği özleyen çocukların günahının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; Allah’ın sadece Kuran’da adı geçen 25 peygamber göndererek aydınlanmasını istediği ama, gönderilen her peygamberi kovduğunun, öldürdüğünün, hicrete zorladığının faturasını ödüyor.

Orta Doğulular kendi burnundan kıl almadan, aldırmadan, kendisini sorgulamadan, nereye gidiyoruz diyemeden; tüm bunları “dış mihrakların komplosudur” diye bu işin içinden çıkamaz!

Orta Doğunun önemli bir parçası olana ama; üç yüz yıldan beri batıyı arayan biz Türkler ise; Doğu Batı sentezinde farklı kültürlerin kesiştiği bir İmparatorluğun ağır mirasının üzerinde yaşayan farklı etnik ve farklı ibadet ile Alla’ha dua edenlerin oluşumundan kurulmuş bir devletin vatandaşlarıyız. Anadolu coğrafyasında yaşayan bu insanların kökünü, etnik yapısını unutturacak ve tüm bu çeşitlilikten ümmet yapmak düşüncesinin faturasını ödüyoruz.

İnsanlar inandıkları her dinin zaten ümmeti olduğunu yeni bir şeymiş gibi kitlelere takdim ederek insanların inancı üzerinde yapılan siyasetin faturasını ödüyoruz.

Televizyonlarda nasihat, vaaz verirken, din üzerinden daha çok fitne verenlerin ve onlara alkış tutanların faturasını ödüyoruz…

Adını ne koyarsanız koyun; hepsinin altında toplandığı çatının adı cehalettir. İşte bu vahim talihsizliğin kararlılığı olan, cehaletinin esaretinden kurtulamadığının faturasını ödüyor Orta Doğu halkları.

Ödedik, ödüyoruz ve bu güzel coğrafyanın tüm günahlarını şeytana yüklediğimiz süre de, ödemeye devam edeceğiz!

Allah kimseyi kendi günahını da şeytana yükleyecek kadar cahil eylemesin!

Allah kimseyi din ve iman ile sefillerin üzerinden yürüyecek kadar, öldürecek kadar, hapislerde zindanlarda çürütecek kadar, dar ağacına asacak kadar, saltanatları için kutsal toprakları düşman çizmesine teslim edecek kadar kendisinden uzaklaştırmasın!

Allah kimseyi dinden imandan ayırmasın…Amin!

Başka?

Mehmet Nuri Sunguroğlu

13.01.2016

TECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR

SIDDETTECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR; İDAM CEZASINI TARTIŞARAK SORUNUN ÖZÜNDEN UZAKLAŞIYORUZ
>>İdam cezasını uygulayan ülkeler, idam ettiklerini ithal etmediklerine göre, idam cezasının caydırıcı olduğuna nasıl umut bağlayabiliriz ki? Sorunun özünü tartışalım, son sahnesini değil!<<

İdam cezasını tartışmak, bizleri asıl kanayan yaraya merhem bulmaktan uzaklaştırır. Öncelikle bilmeliyiz ki; idam cezasını yeniden uygulamaya koymamız mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti 2004 yılında Anayasamızda yaptığı değişiklikle idam cezasını kaldırmıştır. Artık hiçbir şekilde ölüm cezası verilemeyeceği Anayasanın 38. Maddesinde hüküm altına alınmıştır. Demektir ki; idam yasağı öncelikle Anayasal bir norm olarak karşımıza çıkıyor. Tabi olduğumuz uluslararası kuruluşlar ve taraf olduğumuz sözleşmeler uyarınca da, idam cezasını yeniden yürürlüğe koyamayacağımızı bağlayıcı nitelikte taahhüt etmişiz.

Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde idam cezası yoktur. Avrupa Birliğine tam üyelik müzakereleri yaptığımızdan dolayı hukuken de idam cezasını getirmemiz mümkün değildir. Demek ki; idam cezasının yeniden uygulamaya konulması tartışmak bizi bir adım öteye getirmez. Ne zaman ki biz; Avrupa Birliğine üye olmaktan vazgeçeriz, ancak o zaman kendi iç hukukumuzda dilediğimiz düzenlemeyi yapabiliriz. Bunun dışında iç hukukumuzda idam cezasını yeniden düzenleme imkanımız yoktur. O halde tartışmanın da bir anlamı kalmıyor demektir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6 Nolu ek protokolü ile idam cezası tamamen kaldırılmıştır. Sözleşme, ölüm cezasının geri getirilmeyeceğini asıl olarak görür ve Türkiye Cumhuriyeti de sözleşmeye taraf olduğundan dolayı idam cezasını tartışmak duygusal tepkiden ileri bir anlam taşımıyor. Bunu tartışmaktansa; ülkemizde genel olarak sorunun özü olan şiddete karşı ne yapılır olduğunu tartışalım!

Hepimiz biliyoruz ki; hiç bir çocuk dünyaya suçlu olarak gelmez. Gelmez ama; gelmeden önce ana rahminde ruhuna yerleştirdiği ne ise onunla doğar. Çocuk daha doğmadan önce, ana rahminde evdeki atmosferi hisseder ve onu bilinç altına yerleştirir. Çocukluk çağında yaşadığı aile ortamı ve çevre ile büyüyen çocuk, henüz yaşamının başında aldığı izlenimlerin etkisinden ancak güçlü bir eğitim ve sosyoekonomik şartlar ile kurtulabilir.
Yani; şiddet evde başlıyor ve sokakta devam ederek son sahnesini tecavüz olarak, yada bir başka tür suç ile bitiriyor.
Ülkemizde 20 bin kadın şiddetten korunmak için devletin koruması altında olduğunu düşünürsek; bu kanayan yaraya idam cezası ile merhem bulamayız! Sorunu başka türlü tartışalım ve idam cezasını tartışırken ağaçların çokluğundan, ormanı gözden kaçırmayalım!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.02.2015

AFFETME BİZİ ÖZGECAN… HEPİMİZ SUÇLUYUZ !

ÖCGECANAFFETME BİZİ ÖZGECAN… HEPİMİZ SUÇLUYUZ !

Sevgili ÖZGECAN!

Henüz 20 yaşında aramızdan ayrıldın. Hunharca işlenmiş bir cinayet seni bizden aldı. Şimdi arkandan dualar okuyup, Allah’tan rahmet dileyerek vicdanımıza olan borcumuzu ödeyeceğiz! Ne kadar üzüldüğümüzü anlatabilmek için kelime dağarcığımızda olan tüm kelimeleri dizeler halinde sıralayacağız.

Ancak…bütün bunlar seni geriye getirmeyecek. Sen artık aramızda değilsin ve bir daha da olmayacaksın.

Bizler ki; ülkemizde çocuklarımızın değerini bilmekte aciz kalmış toplum olmuşuz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; dövülen eşlerin sesini duyduğumuzda sivil cesaretimizi kullanarak polise telefon edemeyen bir toplum olmuşuz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; çocuğumuzun gelişiminden, eğitiminden, beslenmesinden vb. tasarruf ederek harcamalarımıza başka türlü öncelik tanırız…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; çocuklarımızı koruyamaz hale gelmişiz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; cinneti, şiddeti, sapıklığı, barbarlığı rutin olarak görür hale geldik…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; taciz suçundan mahkumiyeti dönüşü kahveye, mahalleye gelen ırz düşmanına geçmiş olsun diyerek çay ısmarlarız…sakın bizleri affetme Çocuk !

Liste çok uzun sevgili Özgecan …çok uzun ! O kadar uzun ki…tüm dünyayı bir kaç defa dolayacak kadar uzun…kin ve nefret, cinnet ve şiddet, sapıklık ve barbarlık akıyor dünyanın her tarafından.

Bu rezaletin birde raporu var sevgili Özgecan !

UNICEF rapor etmiş bu rezaleti; okuyalım!

Dünyadaki Çocuk İstismarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bu raporda hepsi olmasa da, olanlar bizleri utandıracak kadar yeterli.

– Dünya genelinde 246 Milyon çocuk, çalıştırıldıkları çeşitli işlerde emeklerinin sömürülmesine maruz kalmaktadır.

– Dünya genelinde 1.2 Milyon çocuk, ailelerinden koparılarak köle ya da işçi olarak kullanılmak üzere satılmaktadır.

– Dünya genelinde 300 Bin çocuk, 30′dan fazla ülkedeki çatışmalarda ellerine silahlar verilerek piyon asker olarak kullanılmaktadır.

– Dünya genelinde 2 Milyon çoğu kız çocuk, yine tacirler tarafından seks ticaretine alet olmaktadır.

Ülkemizdeki durum nedir ?

Bir adli Tip uzmanı olan ve ülkemizde bir çok projelere imza atan sn. Prof Dr. Oğuz POLAT Hocamızın bu konudaki açıklamalarına bir bakalım.

– Türkiye’de 42 bin çocuk sokakta yaşıyor.

– Yılda 7.000 çocuk tecavüz ve tacize uğruyor.

– Son 5 yılda, haklarında koruma kararı alınan ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumunda barınan toplam 14.398 çocuğun 2.678’i, yani yüzde 18,6’sının anne-babası tarafından ihmal veya istismar edildiği görülüyor.

– Suça itilen çocuk sayısı yılda yüzde 5 ile 10 oranında artıyor,

– Yılda 125.000 çocuk mahkemeye çıkıyor.

– Altı yaş altındaki çocuklarda fakirlik oranı yüzde 34 olduğunu, bu oran kırsal kesimde yüzde 40’a ulaşıyor.

– Sokakta yaşayan çocukların yüzde 11’i hiç okula gitmedi, yüzde 52’si madde kullanıyor.

– Sokakta  yaşamak ta en büyük etken ise aile içi şiddet.

– Adalet Bakanlığının son açıkladığı verilere göre yılda ortalama 7.000 çocuk tecavüz ve tacize uğruyor.

– İstismar ve ihmal, çocuk hakkında koruma kararı alınmasında ekonomik nedenden sonra ikinci sırada yer alıyor.

Gelelim Türkiye’nin taciz ve tecavüz bilançosuna. Önce bizleri korumakla görevli olanların durumuna bir göz atalım.

Türkiye’de son 10 yılda ciddi oranda arttığı belirtilen taciz ve tecavüz vakıaları her gün yeni bir olayla karşımıza çıkıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı verilerine göre son 15 yılda 241 polis, 91 asker, 17 özel timci, 15 korucu, 45 gardiyan tecavüzden yargılandı…fakat hiçbiri ceza almadı.

Bunlar bizi koruyacak olanlardı.

Devam edelim!

Ayrıca kadınları istismar eden erkeklerin yüzde 83’ünü de eşler oluşturuyor.

Sadece 2002-2008 arası 62 bin tecavüz olayı kayıtlara geçerken, Adalet Bakanlığı’na göre katledilen kadınların sayısı son 7 yılda yüzde bin 400 yükseldi.

2002 yılı kayıtlarına 66 olarak geçen kadın katliamı sayısı, 2007 yılında 1011 olarak saptandı.

Tecavüze uğrayanların yüzde 50’si 18 yaş altında ve bunlardan yüzde 10’u erkek çocuktur.

5-10 yaş arası çocukların yüzde 55’i ensest (mahrem sayılanlar arası ilişki) mağdurudur. 10/16 yaş arası çocukların yüzde 40’ı ensest mağdurudur.

Cinsel saldırganların yüzde 75’i tanıdık biridir.

Acil yardım hattını arayan kadınlardan yüzde 57’si fiziksel şiddete, yüzde 46,9’u cinsel şiddete, yüzde 14,6’sı enseste ve yüzde 8,6’sı tecavüze maruz kaldı.

TÜİK verilerine göre tecavüz ve taciz gibi cinsel saldırı suçlarında son beş yılda yüzde 30 artış meydana gelmiştir.

Buna göre; 2006’da 528, 2007’de 473, 2008’de 577, 2009’da 652 kadın tecavüze uğrarken, 2006 yılında 489, 2007 yılında 540, 2008 yılında 589, 2009 yılında 624 cinsel taciz olayı yaşanmıştır.

 

Evet sevgili Özgecanlar, Gizemler, Ayşeler, Fatmalar…Ahmetler, Umutlar…bizleri toplum olarak sakın affetmeyin !

Mersin Çağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü 1’inci sınıf öğrencisi Özgecan Aslan; henüz yaşamının baharındayken, hunharca bir cinayet sonunda yaşamından koparıldı. Bu ne ilk, nede son olacaktır. Henüz çocuk yaşta olan ve hayata doymadan hunharca bir cinayetin sonunda  öldürülen Özgecan Aslan çocuğumuzun ve binlerce çocuklarımızın ailelerine Allah’tan sabır ve metanet diliyorum.!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

15.02.2015

 

 

 

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ PROVOKASYON OLURSA

DERGIParis’te çıkan Charlie Hebdo dergisinin saldırıdan sonra yayımladığı son sayısında ifade özgürlüğü maskesinin arkasına saklanarak yayımladığı karikatürler, bilgi akımının dışına çıkarak soğuk savaş zihniyetine dönmüştür. Başka dine inanan milletlerin inançlarına saygı duyamayan basın organları; ifade özgürlüğüne darbeyi ilk vuranlardır!
Saldırı öncesi yaptığı gibi, saldırı sonrası da intikam alırcasına Provokasyon yapmaya devam eden Charlie Hebdo dergisini şiddetle kınıyorum !!!

ÖZGÜRLÜK VE TERÖR ÇİFTE STANDARTLI OLAMAZ !

[Avrupa; kendi koyduğu değerleri yeniden gözden geçirmelidir.]

>>Yıl 1998. Madam Danielle Mitterrand şu sözlerle dikkat çekmeye devam ediyor.

‘“Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde çok özel bir yeri var. Yıllardır Apo için mücadele ediyorum. Öcalan iade edilemez; çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Roma’ya giderek Apo ile görüşeceğim.<<

PARISParis olayları için herkes ayağa kalktı ve kucağındaki taşları döktü. Bende bu arada, yerli ve dünya basını takip etmeye çalıştım. Bir avuçta olsa, benimde kucağımda birikmiş taşlar var.

Bu taşları kimsenin bahçesine değil; tüm insanlığın ortak bahçesine dökmeyi bir dünya vatandaşı olarak kendim için görev görüyorum!

Paris’te 12 kişinin hayatını kaybettiği Charlie Hebdo dergisine yapılan terör saldırısından bir daha gördük ki; terörün dini imanı milliyeti ve ülkesi olmaz. Terörü savunanlar bilmelidirler ki; bir gün kendi kapısını da mutlaka çalacaktır.

Türkiye Cumhuriyetinin 1970 yıllarından beri başına bela olan terör saldırılarına destek veren siz batılılar; 11 Eylül New York çifte kulelere yapılan saldırıya kadar, terörün ne kadar aşağılık bir bela olduğunu bilmek istemiyordunuz. Koymuş olduğunuz değerler ölçüsünde; dünya terörünü „özgürlükçüler“ olarak algılamaya çalışan ve destek verenler de sizler idiniz.

Aynı çatı ve bayrak altında yaşayan milletlerde kendi devletine karşı silaha sarılanları „özgürlük istiyorlar“ diye destek çıkarak cesaretlendiren de siz Batılılardır.

Tüm bunları yaparken, dünyanın bir çok yerlerindeki devlet eliyle yapılan terörü de görmezden gelerek göz yuman da siz Batılılardır. Terörün dini imanı olmadığını; Camiye, Kiliseye, Sinagog gibi hiç bir ibadethaneye sığmayacağını anlamanız için; New York, Madrid; London ve İstanbul gibi metropol şehirlerde onlarca insan yaşamını vermeliydi.

Özellikle son terör olaylarının muhatabı olan Fransızlar; terörü desteklemekte ilk sıralarda olması kaderin cilvesi-midir bilinmez ama; umalım ki bu acı ve lanet olası terör saldırısından sonra kendi değerlerini yeniden gözden geçirirler.

Türkiye Cumhuriyetine karşı takındıkları hasmane tutumlarını yeniden masaya yatırarak, içinde bulunduğumuz Ermeni tehcir olaylarının 100. yıl dönümünde „ifade özgürlüğünün“ izahını tarafsız olarak yeniden dizayn ederler.

Henüz tarihin karanlıklarına gömülmemiş olan; PKK terörüne destek veren eski Fransa Cumhurbaşkanının eşi madam Danielle Mitterrand’ın PKK ve onun terörist başı için nasılda sempatiden öteye sevgi duyduğunu, onunla mektuplaştığını, kalbinde özel yeri olduğunu ve ona nasıl da taptığını kendi ifadelerinden yeniden okuyarak, dünya terörüne asla destek verilmez olduğunu anlarlar.Madam Danielle Mitterrand’ın onlarca basın açıklamalarından sadece bir tanesini buraya alıyorum. Umarım ki; okurlar benim yukarıdan beri neyi anlatmaya çalıştığımı anlarlar.

Yıl 1998. Madam Danielle Mitterrand şu sözlerle dikkat çekmeye devam ediyor.

‘“Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde çok özel bir yeri var. Yıllardır Apo için mücadele ediyorum. Öcalan iade edilemez; çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Roma’ya giderek Apo ile görüşeceğim.

Fransa Özgürlükler Vakfının başkanı da olan Madam Danielle Mitterrand, tüm Fransız parlamenterlere gönderdiği bir broşürün ön sözünde şu cümlelerin yer aldığının nasıl yorumlanacağını bilmeyen var mı dır.

‘‘Kürtler, bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde özel bir yeri var. Yıllardır onlar için mücadele ediyorum. Kürtler François’nın (Fransa umhurbaşkanı François Mitterrand) Cumhurbaşkanı olduğu dönemden bu yana, yaşamımda önemli bir yer tutuyor. Bunun için de artık korkmuyorum ve ulus olarak var olma haklarını savunmaktan çekinmiyorum.

Evet değerli okurlar, devletine karşı isyan edenleri koruyan milletler, bir gün acı da olsa aynı duyguyu kendileri de yaşamaktan gerye kalmazlar. Özgürlük ve terör çifte standartlı olamaz. Avrupa kendi koyduğu değerleri yeniden gözden geçirmelidir.

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

12.01.2015

 

YILIMIZ TAZELENDİ; YA İNSANLIK, ONUN DURUMU NASIL?

>>Bir şey daha ekleyeyim de yazıyı bağlayalım.

2015 yılında Osmanlının arkada bıraktığı ağır bir miras olan Ermeni sorunu; 2015 yılının en sıkıntılı günleri olacağını şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.<<
Yeni yıla girerken geleceğimiz için umutlarımızı tazeledik. Dilekler tuttuk, dostlarımıza başarılar diledik, daha neler istemedik ki…
Bazıları sokaklarda havai fişekler atarak yeni yılı kutlarken, bir başkaları komşu akraba ziyaretlerine gitti, bir ötekiler evde kalmayı tercih ettiler.
Farklı ortamlarda olsalar bile hepsinin ortak bir dileği olmuştur. Bu hangi dilektir bilmesi kolay olmasa bile, tahmin edilebilinir diye düşünüyorum. Ben kendimce her gün biraz daha kaybettiğimiz değerlerimizin bunların arasında olduğunu tahminlerim arasında görüyorum.
Gelişen iletişim teknolojisi dünyayı küçültmeye devam ederken, insanlar reel dünyadan uzaklaşmayı tercih eder hale gelmişler. Sosyal paylaşım sitelerinde sanal bir dünya oluşturarak bu dünyadan her gün biraz daha kopmaya devam ediyorlar.
Bir çokları kişiliklerini de saklayarak  sanal bir isimle dolaşmayı; anonim kalmayı tercih edenler arasında. Bir ötekiler, psikopat beynini ve ruhunu kontrol edemez halde; doktora gidecek yerde, sosyal paylaşım sitelerinde sorunlarına çözüm arıyorlar. Özellikle erkeklerin kadınları rahatsız etmesi bunların başında geliyor.
Havaya ve suya ihtiyacımızın olduğu kadar informatik haberlere de ihtiyacımız olduğu bilinen bir gerçektir. Ne var ki… insan bazen haber dinlemekten de korkuyor. Korkuyor, çünkü haberlerin iyisini sanki bizden “saklıyorlarmış” gibi geliyor insana. Bir başlıyor haberler; tabii bizde haberler bağırarak okunur(!) … insanın üzülmemesi imkansız.
Nerede ve kimler… kaç kişi ölmüştür?  Trafikte kaç kişinin ölümüne sebep olunmuştur? Gizli kameralar yine kimleri gözetlemiş, kimlerin telefonları hukuk dışı dinlenmiş, teröristler  Orta Doğu’da ne kadar İnsan öldürmüş;  ve daha bir çok haber „zenginliği“ evlerimize kadar her gün taşınmakta. Hele bir de magazin haberleri var ki; sanki olmazsa olmaz gibi bizlere sunulmaktadır…(!)
Dış haberlere gelince; onlar daha da düşündürücü.
Sowyetler birliğinin dağılmasıyla bozulan askeri denge dünya politikasına nasıl da damgasını vurduğuna 1990 lı Yıllardan beri hepimiz şahidiz. Sayısını bilemediğimiz insanların hayatını kayıp ettiği Afganistan ve Irak savaşları günümüzde yaşadığımız aktif savaşlar arasında belleğimizde kalacaktır.
Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de ki dışarıdan destekli iç ayaklanmaların aldığı ölü sayısı tahminlerin ötesine gidemeyecektir. Bu tespiti ne yazık ki boşalan silah depolarındaki listelerden elde etmek mümkün olmadığı gibi, onların yerine daha „modern“ daha öldürücü üretilen; kapital sermayenin cebini doldurucu olarak satışa arz edilen silahların sayısından da anlayabilmek mümkün olmayacaktır !
Birde İŞİD olayı var ki, hiç sorma gitsin. Müslüman olduklarını iddia ederek ne kadar Müslüman varsa hepsinin başlarını kesseler kana doymayacak kadar canavar bir ruh haliyle, Orta Doğu’da kan akıtıyorlar.  İslam dünyası da buna karşı tek ve en güçlü savunmayı; yıl başı kutlamalarının „gavur bayramı“ olduğunu iddia ederek halkı „gavur olmaktan“ korumaya uğraşıyorlar.
Ya Afrika…? Somali gibi kaç tane daha aç ülke var Afrika’da? Her gün binlerce çocuk açlıktan ölüyor . Silah fabrikaları bir gün üretimi durdursa dünyada açlıktan ölen çocuk kalmazdı.
Ya ülkemiz?
Yıllardan beri yaşadığımız terör olayları? Dışarıdan ve içeriden destekli PKK….ve süreç?
Ya ekonomi ? Başta kredi kartları olmak üzere vatandaşı yeteri kadar aydınlatmadan sunulan servisler görünürde kalkınma gibi olsa da; aslında bir makyajdan öteye değildir. Çünkü; üretim bizim değil, biz sadece tüketici olarak seçilmiş bir toplum olmuşuz.
Sorular bitmiyor ki; Pandoranın kutusu gibi açılınca arkası gelmiyor; insan bir an „insanlığın tedavülden“ çıktığını düşünüyor.
Medyamız ise kendi başına bir çelişki içerisinde. Eğitici programları mercek ile arar hale geldik. Bizleri…özellikle genç dimağları nasıl da etkilediklerini görmek insanın gelecekteki umutlarını karamsarlığa döndürüyor.
Ya seyircimiz; onlar ne yapıyor? Hiiiç…sofrada ne varsa yenilir misali sunulanı seyrediyor. Biraz kaba olacak ama… bazıları “tekrar” olarak verilenin üzerine yazılan “Özet” kelimesinin yanlış yerde kullanıldığının farkında bile değiller; üzücü ama…maalesef gerçek. Dünyanın hiç bir ülkesinde kendi diline bu kadar acımasız davranan başka bir millet düşünemezsiniz.
Ya geleneklerimiz…bizleri bağlayan, sosyal düzenimizi oluşturan „yazılmamış“ kanunlara ne oldu?
Hepsi birer birer, yine yazılmayan kanunlarla tedavülden kaldırılıyor. Yerlerine konulan yazılmış kanunlar ise hangi ölçüye dayanılarak biçilmiş olduklarını da anlamakta zorluk çekiyoruz. Bir çoklarını AB hevesimizden ötürü yürürlüğe koyarken sormayı unutuyoruz; „bu kanun bizim aile yapımıza uygun mudur“ diye ?
Eskilerde Otobüste trende, bir büyüğümüze yerimizi vermeyi bir onur olarak addeder dik; ya şimdi? …bırakın yer vermeyi, ayaklarını dahi toparlamak ihtiyacını hissetmeyen bir gençlik yetiştiriyoruz. Bir an düşündüğümüzde; insanlığın kendi kendini nasıl da bitirdiğini düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Bu bozulan sosyal düzenin çeşitli sebeplerinin başında şükür etmesini unuttuğumuz, batının unuttuğuna biz yeni olarak özendiğimiz, hatta bazı konularda kraldan daha kralcı olmamız geliyor.
Bütün bunları ve daha bir çok şeyleri anlamakta zorluk çekiyoruz.
Çekiyoruz… çünkü biliyoruz ki; tazelenmiş yeni Yıl da eskisinin devamı olacaktır. Yine cellatlar olduğu kadar kurbanlar da olacak ve insanlığın bunu engellemesi şöyle dursun; aksine, yangına ateşle koşar gibi davranacaktır ve masalarda ki haritalar üzerinde hesaplar yapılacaktır; nerede ve ne kadar petrol, ham madde vardır diye.
Bazen şükrediyorum ki…bizim ülkemizde göze çarpacak petrol kuyularımız yok diye.
Ve bunların yanında doğa felaketleri, mevsimlerin alışılagelmişin dışında oluşmaları; bunda da insanlığın payı az değil. Çevreye püskürttüğümüz kirletici maddeleri sadece gözümüzden uzaklaştırıyoruz, atmosferi bozarak geriye dönmelerinin hesabını yapmaktan aciziz.
Sanayimizde sanki kontrolsüzmüş gibi bir durum var; derelerimizde kirlilikten balık görmeye hasret kaldık. Oturum alanlarında arıtma tesislerinin sayısı yeterli olmadığı için ülkemizde haklı olarak bir “Fosseptik” çukuru kanunu vardır; gel gör ki uygulanmasında zorluk görülür. Kontrolsüz lağımlar derelerimize akar, akar gider…! Neyse ki… doğa felaketlerine katlanmanın en azından bir tesellisi var. Yukarıdan geldi ne yapalım diyoruz. Ya insanların insanlara yaptıklarına nasıl bir sebep bulabileceğiz. Ne koyalım bu insanlık dışı yapılanların adını?
Ya sevmek, sevebilmek, sevilebilmek?
Nezaket kurallarımızı, karşımızdakine davranmamızı unutanlar hiçte az değil.
Sevinebilmeyi unutmuşuz; sanki doymuşuz her şeye. Midemizin doyumu, giydiğimiz kıyafet, aldığımız oyuncakların doyumu esas açlığımızı gideremediğini bilmiyoruz.
Esas ihtiyacımız olan eğitimi dilden bırakmayız; teknik öğrenimlerimizi eğitim olarak kabulleniriz. Öğrenimin bir teknik bilgi edinmek olduğu gözümüzden kaçtığı için, onu “eğitim ve aile” terbiyesi ile karıştırırız…maalesef !
Eskilerimiz hatırlarlar; yolda giderken tanımadıklarımıza da selam verirdik. Şimdi selam verirken yanımızda şahit arıyoruz; olur ya adam „küfretme“ diye çıkışa-bilir korkusu var içimizde. Çünkü yazılı kanunlarda selam vermek mecburiyeti yoktur!
Sokakta yolun ortasından yürüyeni korna çalarak ikaz etmekten korkar hale geldik; adamın nasıl reaksiyon göstereceğinden korkuyoruz…ya „küfrederse“… o zaman ne olacak sorusu beynimizi kurcalamaktadır.
Her gün açık verdiğimiz harcamalara nasıl cevap bulabiliriz? 5 kuruş kazanıp 10 kuruş harcamakla nereye gittiğimizin hesabını nasıl vereceğiz?
Binlerce şükür olsun yüce Tanrı’ya, ülkemizde iyi şeylerde oluyor.  Oluyor da, kötü yapılanların ağırlığı fazla geldiği için iyileri düşünmeye zamanımız kalmıyor.
Allah’tan neyi ne zaman ve nasıl isteyeceğimizi bir öğrenebilsek belki yardımcımız olurdu.
Sorumsuz medyanın sayesinde; Noel babadan neyin nasıl isteneceğini çocuklarımız nasıl olsa “bedava“ öğreniyorlar
Başka ne kaldı ?
Bir şey daha ekleyeyim de yazıyı bağlayalım.
2015 yılında Osmanlının arkada bıraktığı ağır bir miras olan Ermeni sorunu; 2015 yılının en sıkıntılı günleri olacağını şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.
Umutlar bizlere en son veda edenlerdir !…diyerek yazıyı kapatalım.
Yeni yılınız kutlu olsun, sevgiyle kalın!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
02 Ocak 2015

 

TÜRK AİLE YAPISINDA ÇÖKMELER DEVAM EDİYOR

mate>>Her gün 368 kişi hakimden boşandınız kararını alarak mahkemeyi terk ediyor.<<

TÜİK verilerine göre her yıl ortalama 125 305 aile boşanarak ayrılmaktadırlar. Bu rakam evlenenlerin yarısına gelmekte olduğu ülkemizde, aile bağlarının ne kadar da yıpranmış olduğunun göstergesidir. Yapılan evlilikler bu sayının iki katı olsa da, bu asla bir teselli olamaz. Hiç bir evlilik bir başka evliliğin sayısal istatistiklerden başka yerini tutması mümkün değildir.
Tüm boşanmaların sonunda faturayı ödeyen çocuklarımızın geleceğini düşünmek dahi insanı bunalıma sokacak kadar zor bir düşünce.

Türkiye Psikiyatri Derneği Ruh Sağlığı ve Medya Çalışma Birimi Koordinatörü Doç. Dr. Burhanettin Kaya, boşanmaların genellikle sosyo-ekonomik faktörlerden kaynaklandığını belirterek, ailelerin dağılmasında yoksulluk, gelir eşitsizliği, işsizlik, uygunsuz çalışma koşulları ve şiddet gibi sorunların ciddi rol oynadığını söylüyor.
Pek çok evliliğin baştan mutsuz kurulduğuna ve ilk 5 yılda sonlandırıldığı na işaret eden Kaya, 16 yıl ve üzeri evliliklerde boşanmaların yüksek olmasının kadının boşanabileceği erki ancak o yıllardan sonra kendinde bulmasıyla ilgili olduğuna işaret ediyor.

Uzmanların kibarca ifade ettiklerini öz Türkçeye tercüme edersek, çok daha farklı anlamlara erişebiliriz.
Başta dayak ve hakaret olmak üzere, sorumsuzca harcamalar, içki kumar ve aldatmalar gibi, son yıllarda ülkemizdeki kültür değişiminin etkisi çok büyük olduğunu görmek mümkündür.

Medeni olmak, hak ve hukuk istemek çok güzeldir. Ancak veremediğiniz şeyleri istemekse bir o kadar da medeni insana yakışmaz ve sonunda iş ayrılığa kadar gider.

Eşini döven erkekler olduğu gibi, eşine hakaret eden kadınlarımızın da olduğu bu toplumda, eğitimsizlik yine her yerde olduğu gibi, evliler arasında da kendini gösteriyor; ve sonunda faturayı çocuklar ödüyor.
Çok yazık!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
12.11.2014