İSPANYA’NIN REFERANDUM SANCILARI

İspanyanın referandum sancıları üzerine kısa bir yorum.

Mehmet Nuri Sunguroğlu 01.10.2017

Mahkeme kararlarına rağmen bağımsızlığını ilan etmek için referanduma giden Katalanlara karşı merkezi İspanyol hükumetinin şiddetle cevap vermesi İspanya’yı karıştırdı.

Bir tarafta hukuk devletini korumak zorunda olan İspanya hükumeti, öteki tarafta Katalan halkına verdikleri sözü tutmak için mahkeme kararlarını dahi dinlemeyen Katalan bölgesi yönetimi.

500 kadar yaralının bildirildiği çatışmanın sonu nereye varır bilinmez ama; her iki taraf da kendisini haklı olarak gördüğü süre kırılan porselenleri yeniden tamir etmek hiçte kolay olmayacak.

Avrupa Birliğinin meseleye nasıl bakacağı ise hiçte kolay olmayacak olup, İspanya hükumetini desteklemek zorunda olacağını düşünüyorum. Zira Katalonların bağımsızlığını ilan etmesi, Balkanlara yada Baltık halklarının durumuna hiçte benzemiyor.

Tam bağımsızlığına kavuşacak olan Katalonlar Avrupa’da başka ülkelere de örnek olabileceği tehlikesi Avrupa Birliğini düşünmeye zorlayacak ve hiçte kolay olmayacaktır.

M.N.Sunduroğlu

01.10.2017

 

 

 

ŞEHİD CENAZELERİMİZE SİYASETİ KARIŞTIRMAYIN!

sehit

Allah’ınızı, Peygamberinizi seviyorsanız, Şehid cenazelerimizi siyasete karıştırmayın! Zaten içimiz yanıp duruyor; utanın biraz!

Cenazelerimiz kutsaldır. Hele ki vatan uğruna Şehid olanların cenazesi, kutsaldan biraz daha öteyedir!
Hangi partiden olursa olsun; Şehid cenazelerimizi kullanarak siyaset yapanlar, kin kusanlar ülkemizin huzurunu bozan, terörü teşvik eden geri zekalılara yüz vermeyin, şımartmayın ve onların verdikleri parti desteğini ret edin!
Hiç bir kişi olamaz ki; „ben Müslümanım diyecek ve katıldığı Şehid cenazesinde siyasi eylem yapacak. Yok böyle bir şey! Olamaz, kabul edilemez!
Umalım ki aklı selim düşünenler bu gibi konulara taviz vermezler! Umalım ki bu gibi eylemlerde bulunanlar kanunların eliyle gereken cezalarını alırlar!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
08.06.2016

ORTA DOĞUYA NE ZAMAN BAHAR GELECEK?

 arabien[Yazık oldu Orta Doğuya, yazıklar olsun Avrupalıya! …ki; uymayan kaftanı, uymayan bedene giydirmeyi zorlayarak kol kanat kesmeyi medeniyet getirmek sandılar!]

Bilinen bir gerçek varsa oda şudur ki; Arap Baharına destek veren Avrupalılar kendi tarihlerini unutmuş olmalıdır.

Bir başka acı gerçek ise; Orta Doğu halkları despot rejimlerin idaresinden kurtulmak istediği için, ayaklanmış olsa da, henüz hayal ettikleri demokratik gelişmişlik yeterli olmadığı için istedikleri devrimleri gerçekleştirmekten çok uzaktadırlar. Yıktıkları yönetimleri paylaşmak sevdasına düşen bu adı geçen Arap ülkeleri, iç çatışmalara düşerek bölgeyi kana bulamış olmaları bunun en bariz delilidir.

Avrupanın gelişiminde yapılan devrimlerden biliyoruz ki; yapılan her devrimin arkasından ülkelerde yaşanılan kaosun bedeli hiçte az olmamıştır. Bu durum gerek Fransa devrimi olsun gerekse Almanya, Rusya devrimi olsun, arkasından mutlaka bir kaos yaşanmıştır ve binlerce, belki de milyonlarca insanın hayatına mal olmuştur. Bunu çok iyi bilen Avrupalılar, kendi tecrübelerini sil baştan yaparak Orta Doğunun „doğal yapısını“ değiştirmek yolunu seçmesi, tarihin affetmeyeceği bir hatadır.

Orta Doğuya baktığımızda görüyoruz ki; dış kaynaklı olsa da yapılan yıkımların arkasından bitmeyen iç kavgalar ile tahribat devam etmektedir. Bu durumu Afganistan, Irak ve arkasından Tunus’da başlayan „Arap Baharı“ ile tüm Orta Doğuyu ateşe veren, son durağı Suriye olan ayaklanmanın bıraktığı yıkımlar içler acısı olmuştur. Baştan beri aklı selim olan insanların sürekli olarak söylediğini burada tekrar edecek olursak: „Suriye düşerse, sıra Türkiye’ye gelir“ sözünün ne kadar doğru olduğuna bir daha şahit oluyoruz.

Ülkemize yapılan terör saldırılarının sebepleri çok iyi analiz edilirse, bunda bizim de payımız olduğu ortaya çıkar. İnanç üzerinden bağ kurduğumuz insanları ülkemize aldık. Mülteci politikamızda eksiklik olduğunu kabul etmedik. Hudutlarımızı yeteri kadar sıkı kontrol altına almadık.

Bundan daha kötüsü ise; en azından Avrupalılar kadar, bizde dış politikada yanlış adımlar atarak başka devletlerin iç işlerine karışmayı bir „büyük ağabeylik“ gibi algılayarak, o devrin çoktan tarihe karıştığının farkında olamadık. Sanırım ki; en büyük hatayı da burada yaptık.

Başlıkta sorduğumuz sorunun cevabına gelince.

Bölgemiz olan Orta Doğu, tarihinin en zor çağını yaşıyor. Eski çağlarda yapılan savaşlarda kılıç vardı, günümüzde ise gelişmiş savaş teknolojisi ile yapılan tahribat, öldürülen insan, göçe zorlanan insanların dramı hiç bir zaman bu kadar büyük ve acımasız olmamıştı.

Günümüzdeki Orta Doğu, Romalıların Yahudileri dağıtmasına ölçek olacaktan da daha çok ileri gitmiş olan bir tahribatın ölçüsü olmuştur. Orta Doğuda en azından günümüzde yaşayan kuşak değişmeden Baharı beklemek hayalden başka bir şey değildir. Bu ise en azından 50-100 yıl demektir.

Yazık oldu Orta Doğuya, yazıklar olsun Avrupalıya! …ki; uymayan kaftanı, uymayan bedene giydirmeyi zorlayarak kol kanat kesmeyi medeniyet getirmek sandılar!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

14.01.2016

 

ORTA DOĞU… LÜKSÜN İBADETE DÖNDÜĞÜ COĞRAFYA

abbild_Digital_[Allah kimseyi kendi günahını da şeytana yükleyecek kadar cahil eylemesin!]

Dinlerin çok, inananı çok olsa da samimi olmayan, imanın zayıf, mezheplerin, tarikatların, şeyhlerin “tapıldığı” Kralların altın lavaboda oturduğu, lüks yaşamın inanca döndüğü, açlığın ve sefaletin kol gezdiği, silahların konuştuğu, insanın sustuğu, susturulduğu dünyadır!

Allah’ın; din, peygamber göndermek “zorunda” kaldığı, şeytanın bol olduğu, İlahların lanetlediği, duaları kabul olmayan insanların yaşadığı toprakların adıdır Orta Doğu.

Orta Doğu; geç kalmış sosyal reformların, bir türlü düzelmeyen feodal yapının faturasını ödemektedir.

Orta Doğu; Allah’ın değer verdiği, başta insan olmak üzere yarattığı tüm canlılara yaşam hakkı tanımadığının faturasını ödüyor.

Orta Doğulular bu yaşam geleneklerini inanç dünyasına taşıyarak dinin özüymüş gibi kutsallaştırdığının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; yaratılışın mucizesine ortak olan kadınının değerini bilmediğinin, O’na çirkince, acımasızca, iğrenç, satış listelerine koyduğuna kimsenin sesinin çıkmadığının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; bir yanda hiç bir inancın kabul edemeyeceği lüks hayatı yaşarken; ekmeği özleyen çocukların günahının faturasını ödüyor.

Orta Doğu; Allah’ın sadece Kuran’da adı geçen 25 peygamber göndererek aydınlanmasını istediği ama, gönderilen her peygamberi kovduğunun, öldürdüğünün, hicrete zorladığının faturasını ödüyor.

Orta Doğulular kendi burnundan kıl almadan, aldırmadan, kendisini sorgulamadan, nereye gidiyoruz diyemeden; tüm bunları “dış mihrakların komplosudur” diye bu işin içinden çıkamaz!

Orta Doğunun önemli bir parçası olana ama; üç yüz yıldan beri batıyı arayan biz Türkler ise; Doğu Batı sentezinde farklı kültürlerin kesiştiği bir İmparatorluğun ağır mirasının üzerinde yaşayan farklı etnik ve farklı ibadet ile Alla’ha dua edenlerin oluşumundan kurulmuş bir devletin vatandaşlarıyız. Anadolu coğrafyasında yaşayan bu insanların kökünü, etnik yapısını unutturacak ve tüm bu çeşitlilikten ümmet yapmak düşüncesinin faturasını ödüyoruz.

İnsanlar inandıkları her dinin zaten ümmeti olduğunu yeni bir şeymiş gibi kitlelere takdim ederek insanların inancı üzerinde yapılan siyasetin faturasını ödüyoruz.

Televizyonlarda nasihat, vaaz verirken, din üzerinden daha çok fitne verenlerin ve onlara alkış tutanların faturasını ödüyoruz…

Adını ne koyarsanız koyun; hepsinin altında toplandığı çatının adı cehalettir. İşte bu vahim talihsizliğin kararlılığı olan, cehaletinin esaretinden kurtulamadığının faturasını ödüyor Orta Doğu halkları.

Ödedik, ödüyoruz ve bu güzel coğrafyanın tüm günahlarını şeytana yüklediğimiz süre de, ödemeye devam edeceğiz!

Allah kimseyi kendi günahını da şeytana yükleyecek kadar cahil eylemesin!

Allah kimseyi din ve iman ile sefillerin üzerinden yürüyecek kadar, öldürecek kadar, hapislerde zindanlarda çürütecek kadar, dar ağacına asacak kadar, saltanatları için kutsal toprakları düşman çizmesine teslim edecek kadar kendisinden uzaklaştırmasın!

Allah kimseyi dinden imandan ayırmasın…Amin!

Başka?

Mehmet Nuri Sunguroğlu

13.01.2016

SPİEGEL SKANDALI VE BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ

spiegel“Der Spiegel olayı”… Tarihi belgelerle 1962 yılında Alman hükumetinin yüz karası.

Batı basınından keyifle okuduğum haber odaklı „Der Spiegel“ dergisi Hamburg’da basılır. Haftalık çıkan bu dergi, 1962 yılında Almanya hükumeti tarafından „vatana ihanet“ suçuyla kapatılması için mahkemeye verilir.
Almanya ve Avrupa için „özgür basının simgesi“ olan bu dergiye atfedilen suçun özeti ise; olası bir üçüncü dünya savaşında Alman ordusunun savunmasının yeterli olmayacağıdır. Haberi dergiye sızdıran ise, Alman ordusunun bir üst düzey subayı idi. Tarihe „Spiegel skandalı“ olarak geçmiş bu olay, günümüzde dahi belleklerde saklı durur. Basın özgürlüğün neyi ifade ettiğini bienler için bir tarihi bilgi olsa da, bilmeyenler için bir ders olsun! Sıkılmadan okuyun, tekrar okuyun derim!

SPİEGEL SKANDALI
1962 yılında dönemin Başbakanı Konrad Adenauer, Almanya Federal Meclisindeki konuşması sırasında; “ülkede vatana ihanet gibi aşağılık bir tutum mevcut” diyordu. Sanki bir sinyal vermiş gibi kulaklara erişen bu cümle, zamanın baş savcısını harekete geçirmişti.
Der Spiegel dergisi, 26 Ekim 1962 tarihinde bir gece yarısı operasyonuyla polis baskınına uğradı. Gerekçe ise; derginin verdiği haberde, hükümetin savunma politikasını sorgulayan, devlete ait gizli bilgilerin ifşa edilmesiydi. Polis baskınında “vatana ihanet” suçlaması yöneltilen derginin genel yayın yönetmeni Rudolf Augstein, yazı işleri müdürleri ve haberi yapan gazeteci Conrad Ahlers tutuklandı. Polis, yazı işlerini basarak arama yaptı ve Spiegel’in yayına hazırlandığı bina uzun bir süre polis kontrolü altında tutuldu. Dönemin başbakanı Konrad Adenauer ise, derginin kurucusu Augstein’e ağır suçlamalarda bulunmaya devam ediyordu. “Bakınız, Augstein adlı kişide iki karmaşık durum birden var. „Bir taraftan da vatana ihanetten kazanç sağlıyor ve bence bu çok kötü niyetli bir yaklaşım.” …diyor Konrad Adenauer.

Alman ordusunun sınırlı savunmasını yazmak, bir ihanet suçu olmuştu. Meselin özü ne idi?
“Spiegel Skandalı” adıyla tarihe geçen bu olay, Almanya’da ikinci dünya savaşından sonra yaşanan en büyük skandallar arasında gösteriliyordu. Totaliter bir devlet yapısının olduğu Nasyonalist sosyalizm döneminden sonra Almanya’da ilk kez bir yayın organı, devlet güvenlik birimleri tarafından eleştiren gazetecileri susturmak amacıyla basılmış olması ilk defa yaşanıyordu. Almanya şok olmuştu. Spiegel Skandalının patlak vermesine neden olan ise; 10 Ekim 1962 tarihinde NATO Tatbikatında gözlenen ve bir üst subayın dergiye sızdırdığı “Fallex 62 Nato tatbikatı” ile ilişkin “Sınırlı Savunma” başlığı ile yayınlanan haberdi.

Haberde Konrad Adenauer hükumetinin savunma stratejisini eleştiren gazeteci Conrad Ahlers, hükümetin savunma politikasında büyük açıklar olduğuna dikkat çekiyordu. Bunun sorumlusu olarak gösterilen isim ise, dönemin Savunma Bakanı Franz Josef Strauss idi.
Alman NATO birliklerinin gücü, askerlerin teçhizatı ve olası bir savaş durumunda hareket kabiliyetinin eleştirildiği bu analiz haberde, askeri bilimsel araştırmalara dayandırılıyordu. Haberde gizli bir belge de ifşa ediliyordu. Ancak Ahlers’in yazısını büyük oranda askeri bilimsel araştırmalara dayanarak kaleme alması, Savunma Bakanlığının talimatıyla soruşturmayı başlatan savcı Siegfried Bauback’ı hiç ilgilendirmedi. Savcı, iddianamesinde “vatana ihanet arz eden eylem ve rüşvet alma” suçlarına yer verdi.
Konu meclise taşınmıştı.
Federal Meclisin konuyla ilgili özel oturumunda, Savunma Bakanı Franz Jose Strauss ise polis baskınındaki rolünün sanıldığı kadar büyük olmadığını iddia ediyor ve ısrarla; „16 Ekim ile 26 Ekim arasında hiçbir görüşmeye katılmadım. Ancak tabii ki yetkili kişilerden böyle bir operasyonun yürütüldüğüne dair bilgiler aldım. Daha fazlasını bilmiyordum. Nasıl gerçekleştiğini bilmiyordum, ne zaman olduğunu bilmiyordum, kiminle ilgili olduğunu da bilmiyorum” diyordu.
Olay kamu oyuna aksamıştı ve geniş yankıların eşliğinde tüm Alman halkı tarafından şaşkınlıkla izlenirken, Spiegel dergisine sahip çıkılıyordu ve olayın yasa dışı bir mesele olduğu akıllarda iz bırakıyordu.
Olay; Almanya’da basın özgürlüğüne bir saldırı olarak yorumlanmaya başlanmıştı. Alman kamuoyunun desteği de gazete çalışanlarının arkasındaydı. Strauss’un operasyonla doğrudan ilgisi olmadığı yönündeki açıklamalarının ardından, beklenen gerçek skandal patlak verdi. Gazeteci Conrad Ahlers’in, dönemin Savunma Bakanı Strauss’un müdahalesiyle, üstelik yasalar hiçe sayılarak tutuklandığı açığa çıktı. Dönemin Federal iç işleri bakanı Hermann Höchler de sözleriyle; “açıkça görülüyor ki, burada da (mecliste) böyle bir süreç izlendi. Bunu nasıl demeli, bu… meşruiyetin biraz dışında kalıyor” diyerek federal mecliste sürecin yasalara aykırı olduğunu itiraf ediyordu.
Konu uzun. Sonuca bakalım.
Spiegel olayı henüz meclisin gündemine gelmeden önce, Konrad Adenauer hükümeti için başlı başına bir skandala dönmüştü.
Operasyonun arkasındaki kişi olduğu ortaya çıkan dönemin Savunma Bakanı Franz Josef Strauss istifa etmek zorunda kalmıştı. Çok geçmeden Adenauer kabinesinin tamamı aynı sonla karşılaştı. Yayımcılar, gazeteciler, sendikalar ve meslek örgütleri ise Spiegel’e sahip çıkmış, hükümetin üzerinde büyük bir baskı oluşturulmuştu. Almanya’nın her yerinde hukuk devleti ilkesine bağlı kalınması ve basın özgürlüğü için protestolar düzenlendi. Der Spiegel’in eski genel yayın yönetmenlerinden Stefan Aust günümüzde geriye dönük olarak: “o dönemde demokrasi tehdit altındaydı” diyor. Stefan Aust: “Spiegel Skandalının açığa çıktığı dönemde demokrasi gerçekten de tehdit altındaydı. Bu olay, devlet otoritesinin hukuki araçlar kullanarak yetkilerinin dışına çıkmasıydı.“
Yayım yönetmeni Augstein 103 gün hapiste kaldı. Spiegel Skandalı, antidemokratik uygulamaların, basın özgürlüğüne karşı uygulamaların çok ciddiye alınması gerektiğini göstermesi bakımından önemli bir semboldü”. …diyor tecrübeli Stefan Aust.

Savcının tüm gayretlerine rağmen; dergide çalışanlar hakkındaki iddialar mahkemede kanıtlanamadı. Federal Mahkeme, 1965 yılında Augstein ve Ahlers hakkında gizli bir belgeyi ifşa ettikleri suçlamasını geri çevirdi ve hatta kararda; savunma bakanı Strauss’un görevini kötüye kullandığının altı çizildi.

1) 103 gün üzerine ceza evinden çıkan genel yayım yönetmeni Augstein, işinin başına geçti.
2) 13 Mayıs 1965 tarihinde Federal yüksek mahkeme davayı ret ederek geri çevirdi.
3) 2 Haziran tarihinde Federal savcı savunma bakanı Strauss’un hakkında; „makamı kötüye kullanmaktan, özgürlüğü kısıtlamaktan“ suç duyurusunda bulundu.
4) 23 Aralık tarihinde bağımsız üçüncü bir heyet, haberin devlet sırrı olmadığını ve bununla beraber vatana ihanet olarak görülmesi mümkün değildir. …diye Spiegel dergisinin asılsız ve hiç bir sebebi olmadan mahkemeye verilmesinin yanlış ve hatalı olduğunun altını çizmiş oldu.

Evet sevgili okuyucularım. Basın özgürlüğü olmayan bir ülkede, siyaseti denetlemek mümkün değildir. İster beğenin, isterseniz beğenmeyin. Sonunda bunun adı siyasettir, denetlenmez ise, acısı fena olur.
Kaynak: Tüm batı medyasında görmek, okumak mümkündür. Hatta savcının tüm şikayet raporunu dahi açıklığıyla izlemek de dahil. Davanın metni, Federal arşivde mevcut dur.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
28.11.2015

 

TOPLUM OLARAK BAŞKANLIK SİSTEMİNE HAZIRMIYIZ?

BASKAN[Eğer diyorsak ki başkanlık sistemine geçelim, hepimiz; ama gerçekten hepimiz; önce demokrasi anlayışımızı, kanunlara karşı olan saygımızı ve mahkeme kararlarına karşı olan davranışımızı gözden geçirmeliyiz.]
TOPLUM OLARAK BAŞKANLIK SİSTEMİNE HAZIRMIYIZ?

Ne zaman ki ülkemizde siyasi kilitlenmeler olmuştur, konu başkanlık sisteminin tartışmasını başlatmıştır. Bu durum Turgut Özal ile başlamış olsa da, daha önceleri de dile getirilmiş olduğunu biliyoruz. Şimdiki Cumhurbaşkanımızın başbakanlığında çok daha istekli olarak tartışılan başkanlık sistemi, önümüzdeki günlerde gündemin ortasında olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Peki… Başkanlık sistemi denilince konu hakkında ne düşünüyoruz? Konu hakkında ne kadar bilgimiz var?
Başkanlık sistemi tüm yönetimlerde mümkün olan bir hükumet sistemidir. Günümüzde örnek olarak Komünist olan Kuzey Kore’de olduğu gibi, Amerika Birleşik Devletleri de başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Aralarındaki fark başkanlık da değil, idare sistemini oluşturan demokrasi, hukuk ve yasalara uyulması, yada uyulmamasında saklıdır.
ERKLER
Yasama, yürütme ve yargıdan oluşan bu üç erk; halk adına yetki kullanan organlardır. Yani; Parlamento, hükumet ve mahkemeler halkın adına yetki kullanmak salahiyetine sahiptir. Günümüzdeki parlamenter sistemde Cumhurbaşkanı yürütme yetkisine sahip değildir. Başkanlık sistemine geçilirse, Cumhurbaşkanı yürütme yetkisinin başındadır tüm atamalardan sorumlu olduğu gibi, azil etme yetkisi de başkanın elindedir.
Güney Amerika’da ve Afrika ülkelerinde olmak üzere, dünyada 42 ülkede başkanlık sistemi uygulanmaktadır. Günümüze kadar tek başarılı olarak bilinen, sadece Amerika’da uygulanan başkanlık sistemidir.
Amerika Birleşik Devletleri Anayasasına göre başkan, içe ve dışa karşı yüksek yetkilerle donatılmış olup, aynı zamanda başbakan ve silahlı kuvvetlerinde başkomutanıdır.

Anayasanın bu kadar yetki ile donattığı başkanlık sisteminin dengesini de unutmayan Amerikan anayasası, olası bir duruma karşı aldığı tedbir ile; Senato ve temsilciler meclisinin yanında, yüksek mahkemeye de kontrol yetkisini vermeyi unutmamış. Karşılıklı kontrol oluşumunun özü olan “check and balance” denilen “denge ve fren” sistemin özünü oluşturmaktadır.
Yürütmenin başı olan başkan, Kongre ve Senato tarafından frenlenebilir olması, Amerika başkanlığının başarılı olmasının ana unsuru olmuştur.
Görüyoruz ki; yönetimlerde mesele başkanlık yada parlamenter sistem değil; tüm mesele nasıl uygulandığıdır. Gerek parlamenter, gerekse başkanlık sistemi olsun; öncelikle demokrasi anlayışının, yasalara saygı, kanunların tümüne uyulmasının önemidir sistemi başarıya getiren.

Mahkeme kararlarının hiçe sayılmasının mümkün olmadığı Amerika’da, başkanlık sistemi sayesinde hiç bir kesintiye uğramadan 200 yıldan beri yaşayan Amerikan demokrasisi, Amerikan başkanlık sisteminin başarı öyküsüdür. Buna rağmen Başkanlık sistemi tartışılmaya devam ettiği de bir gerçektir.
Eğer diyorsak ki bizim ülkemizde de başkanlık sistemine geçelim, önce kendimizi sorgulamak zorundayız ki; yukarıda adı geçenler bizde de geçerli midir?

Mehmet Nuri Sunguroğlu
05.11.2015

TARİHİN YANILGISI, GELECEĞİMİZİN YALANI OLMASIN !

baris1) TBMM’e seçilmiş olarak giren HDP milletvekilleri terörist-midir?
2) Eğer bunlar terörist iseler, 45 günde mi terörist oldular?
3) Madem ki bu insanlar terörist idiler, neden yüksek seçim kurulu bu insanların milletvekili adaylıklarını onaylayarak, seçilmek için izin verdiler? Neden daha önce tutuklanarak yargıya teslim edilmediler?
Seçimin ilk gününden beri bu sayfalarda ve basının bir çoğunda, HDP’ye karşı yoğun bir kampanya başlatılmış olması, ülkemizin demokrasi anlayışının zayıf bir karnesidir! AK partinin tek başına iktidar olamayışı, başkanlık sisteminin oluşmasının önünün kapanması, seçim sonrası engine engine hükumet kurma(mak) arayışları bence çok düşündürücü olmalıdır.
Ülkemizin bütünlüğünü vurgularken, tüm sınırlarımıza atif yapıyorsunuz da; bu bütünlüğün oluşturduğu coğrafyada oturan tüm insanların bu birlikte yeri olması gerekli olduğunu neden inkar ediyorsunuz?
Ülkemizin asıl sorunu, bu inkarcı düşüncenin yıllardan…evet asırlardan beri devam etmesidir ve görülüyor ki, değişmeye de niyetli değil.
Günümüzde ülkemizin Kürt etnik halkını temsil edecek bir parti varsa, bunun çok geç kalmış olduğunu neden anlamıyoruz? Eğer; 1946 yılında çok partili sisteme geçtiğimizde, 1950 seçimlerinde Doğu ve Güney Doğuyu temsil edecek bir parti meclise girmiş olsaydı, 1980 yılından beri başımıza bela olan PKK terör örgütünün sıkıntılarını belkide yaşamazdık.
Toplum olarak demokrasi kelimesini dilimize dolamışız ama, içeriğinden fazla da haberimiz olmamıştır.
Demokrasi ile yönetilen toplumlarda, kişiler önemli değildir, toplumların barış ve mutluluk içerisinde yaşamaları önemlidir. Hiç kimse düşünmesin ki; bu ülkenin gerçekleri inkar edilebilir, baskı altına alınabilir, yada; kişisel amaç için kullanılabilinir ve bu doğrultuda ülkemize barış güvercini konar.
Ülkemiz bir İmparatorluğun mirasının devamı gereğiyle; gerek inanç, gerekse kültürel olarak bir çok etnik kökenli insanların oluşturduğu bir milletin barındığı coğrafyadır. Burada %25 kadar nüfus oranına sahip olan Kürt kökenli vatandaşlarımızı görmezden gelmek, tarihin yanılgısı olduğu kadar, geleceğinde yalanıdır!
Bir zamanlar haykıra haykıra diyorduk ki; “silahları bırakın, siyasete girin”!
Onların siyasete girdiklerinde, hak ve hukuk aramayacaklarını mı sanmıştık? Bu ülkede hak ve hukuk aramak için hiç bir sebep yok mudur diye düşünüyorsunuz? Hak ve hukuk arayanların susturulduğu bir ülke olmayı mı hayal ediyorsunuz, yoksa hiç bir haksızlık olmadı ve asla da olmuyor inancında-mısınız?
Efendiler !
Eğer bu ülke barış ve huzur istiyorsa, bunun yolu inkar ederek değil, bu hedefe gerçekler üzerinden düşünerek ulaşabiliriz. Parti kapatmak, dokunulmazlıkları kaldırarak, kişisel arzuların gerçekleşmesi için atılacak adımlar, geriye tepmek ten başka bir işe yaramaz. Sürecin nasıl başlatılmış olması hatalı olmuş ise de, başlamış olması ve devam etmesi kaçınılmazdır. Ve ben adım gibi biliyorum ki; kullanılan araçlar, amaca ulaştığında, kan dökülüp şehitler ölünce, analar bacılar, duvağı leke almamış gelinleri görüp acılı çığlıklarını duyduktan sonra; yeniden masaya oturmanın yolları aranacaktır. Hemde ne Oslo’da nede İmralı’da; doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyetinin en başının oturduğu sarayda; hemde HDP partisinin de katılımıyla.
Umalım ki her dökülen kan, geleceğimize yeni kan davalarının mirasını bırakmaz. Aklıselim düşünerek, Şark kurnazlığından vaz geçerek; “tarihin yanılgılarını ve günümüzün yalanlarını, geleceğimize rehber yapmadan en kısa zamanda bu kin ve nefretin girdabından çıkabiliriz!”

Sevgiyle kalın!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
02.08.2015

SN. CUMHURBAŞKANIM, ETRAFINIZDA ÖLÇÜYÜ KAÇIRAN PROVOKATÖRLER VAR!

TEXAS>>Sizler “Yiğit”ler değilsiniz, rüzgarın estiği yöne kayan “Bulut”larsınız. Yazıklar olsun sizlere ki, devletin size verdiği makamın ne olduğunu dahi anlamayacak kadar okumuş cahillersiniz!<<

Sn. Cumhurbaşkanım, Sizinle aynı fikirleri paylaşmasam da, Cumhurun başısınız. Bu devletin gücü, Sizi koruyacak kadar vardır. Bu görevi kişisel olarak üstlenmek isteyenler, ne Size, nede bu millete hayır dua okumayacak kadar bencil, şovmen ve okumuş cahillerdir…sakının bunlardan!

Sn. Cumhurbaşkanımızın danışmanı Yiğit Bulut, iki tabancası ve yüzlerce mermisiyle Cumhurbaşkanımızın önüne siper olmuş. Türkiye Cumhuriyetinin Reisicumhurunun koruması kovboy militanlar gibi korunuyorsa, devlet bitmiş, aşiretlik başlamış demektir (!)

Değerli okurlarım, sevgili dostlarım.

Sn. Cumhurbaşkanımızın danışmanı olan Yiğit Bulut, nerede ve hangi makamda danışman olduğunu bilmeyecek kadar okumuş cahillerimiz den birisi olmalı ki; iki tabancasıyla Cumhurbaşkanımızın önüne yatarak onun korumalığını üstlenmekte büyük laflar ediyor. Katıldığı bir tv. Programında aynen şunları söyleyen Yiğit Bulut efendi, kendisini demokratik bir ülkede değil de, 200 yıl önceki batı kovboylarının ülkesinde sanıyor olmalı ki, bu kadar cüretkar olarak toplumu kışkırtmakta sakınca görmüyor.

Haberin özü:

Yiğit Bulut: “Varsa cesareti meydana gelen, varsa denemek isteyen hodri meydan!” sözleriyle TRT ekranlarından ‘meydan okudu’. TRT Haber kanalında işlek olarak yayınlanan Derin Çözümleme adlı programda, iki ruhsatlı tabancası onlarca de kurşunu olduğundan dem vuran Bulut, “Ben can vermeden, beni vurmadan, ben asılmadan bu ülkenin seçilmiş Cumhurbaşkanına kimse elini süremez”. ‘Milyonlar şehit olmadan Cumhurbaşkanı şehit olmaz’!

Ey gidi Yiğit Bulut efendi, size iki lafım olsun, fazlasına gerek yok zaten. Siz ve sizler gibi, daha dün Recep Tayyip Erdoğan’ın karşısında olanlar ve bugün çifte tabancayla onun önüne yatmaya soyunanlardır bu ülkenin asıl sorunu. Sizler “Yiğit”ler değilsiniz, rüzgarın estiği yöne tapan “Bulut”larsınız. Yazıklar olsun sizlere ki, devletin size verdiği makamın ne olduğunu dahi anlamayacak kadar okumuş cahillersiniz!

Sizler ki… Sorumsuzca laflar ederek milleti kışkırtmaktan umut bekleyen sorumsuz, okumuş cahillersiniz… Sizin konuştuğunuz yabancı dilde, ağzınıza batsın!

Özetlersek:

Sn. Cumhurbaşkanım… Sizin bu okumuş cahillere ihtiyacınız olmamalıdır, kovun bu okumuş cahilleri, bu şarlatan ruhlu insanları etrafınızdan. Makamın kadrini bilmeyen bu cahiller, sizi de, bu ülkeyi de heba edecek kadar sorumsuzca laflar ediyorlar. Toplumu kışkırtmaktan başka laf bilmeyen bu ilkesi belli olmayanlar, daha düne kadar sizin karşınızda idiler.

Rüzgarın estiği yöne dönen bu “Bulut” lardan ne Size, nede bu ülkeye hayır gelir…kovun gitsin bunları, bir kaybınız olmaz!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

22.05.2015

8 MAYIS 1945 FRANSIZLARIN YÜZ KARASIDIR

CEZAYIR2“Ermeni soykırımının ateşli savunucusu Fransızlar, 8 Mayıs 1945 yılında bir taraftan Hitler Almanya’sının istilasından kurtulurken, aynı gün soykırımı yapmaktan geri kalmamışlardır.”

Avrupa’nın Hitler rejiminden kurtuluşunun 70. yıl dönümü olan bu gün; Fransızların’da kurtulduğu ama; aynı zaman da da yüz karası olduğu gündür.

8 Mayıs 1945 tarihinde tüm Avrupa’da Almanların soykırımı sona ererken, aynı gün Cezayir’de Setif ve Guelma katliamlarında soykırımı yapan Fransa, 8 Mayıs tarihinde 2. dünya savaşının sona ermesi ve Almanların kayıtsız şartsız teslim olması üzerine Cezayir bayrakları ile kutlama yapan tüm Müslüman Cezayirlilerin üzerine, Fransız ordusu ve polisi tarafından makinalı tüfeklerle ateş açılarak 45.000 silahsız sivil Cezayirlileri görüldükleri ve yakalandıkları her yerde katletmişlerdir. Bağımsızlık için gösteri yapan halktan binlerce sivil katledilmiştir. Bununla birlikte Fransa, Cezayir’in bağımsızlığını ilan ettiği 1962 tarihine kadar sivil Cezayirlileri sistematik bir şekilde katletmiştir. Cezayirlilere göre, Fransa’nın 132 yıl süren işgali sırasında 1 milyondan fazla insan öldürülmüştür.

Ermeni soykırımının ateşli savunucusu Fransızlar, 8 Mayıs 1945 yılında bir taraftan Hitler Almanya’sının istilasından kurtulurken, aynı gün soykırımı yapmaktan geri kalmamışlardır.

Mehmet Nuri Sunguroğlu

8 Mayıs 2015

ŞİİR Mİ DEDİN…? BU ARA OLMUYOR İŞTE

ŞİİR Mİ DEDİN…?

>>Teknolojide zirveyi zorlayan insanoğlu, medeniyette geriye doğru ilerlediğinin farkında olmadan yoluna devam ediyor. Oysa ki teknoloji; asıl medeniyetin bir parçası olmalıydı.

Çok mu karamsar oldu… önemli değil, ciddiye almayın vesselam…<<

Yok, hayır…bu günlerde tıkanmışım, kalem mürekkep tutmuyor, beceremiyorum, heceler, kelimeler nakış tutmuyor. Ruhumu okşayacak, yüzümü güldürecek bir haber gelmiyor bu aralar; herhalde ondandır.

Nereye baksan bir azgınlık, nereden bir ses gelse içerisi dert dolu. Her an hedefe kilitlenmiş gibi denizler üzerinde yüzen azgın savaş gemileri ile dolu Okyanuslar.

Barışı ararken, savaşı kutsallaştıran insanlarla dolu dünya. Din mezhep, dil ırk kavgaları devam ederken, güçlünün kılıcı zayıfın başında dönüp duruyor. Vicdanlar ise, sessizliğin gölgesinde huzuru arayadursun, yoksulun emeğinin verilmediği bir sosyal düzen var ki; barışın önünde yıkılmayacak bir duvar gibi abideleşmiş vaziyette bekleyişine devam ediyor.

Zaten hiç bir zaman temiz olmayan siyaset, gittikçe daha da kirlenmeye devam ederken; yalanların içerisinde saklı olan doğrular boğulurcasına sessizliğe bürünüyor. Koltuk kavgası için verilen mücadelede her şeyin çare olarak kullanıldığına şahit oluyoruz.

Oysa ne yok ki bu dünyada… Her şeyden o kadar çok var ki, bir dünya daha barındırır da artar bile.

Soğuk savaşın Doğu-Batı çatışması, yerini Kuzey-Güney çarpışmasına bırakarak, dünya silah sanayinin pazarı olmaktan kendini kurtaramadı. Sömürülenlerin sömürenlere doğru çıktığı yolculukta yaşamlarını Akdeniz’in sularında bırakırken, kendi koyduğu değerleri çöpe atmış bir Avrupa ile insan haklarının girdabında boğulan bir insanlık yaratıldı.

Sosyal düşünceden arındırılmış bir demokrasi düzenine doğru hızla yol almaktayız. Oysa ki; içerisinde sosyal olmayan bir demokrasi, demokrasi olmaktan çok uzaktır. Hak ve hukukun üstünlüğünün zede aldığı, anayasal kanunların kişisel arzulara teslim olduğu bir dünyada, demokrasiden söz etmek, Kuzey kutbunda buzdolabı satmaktan ne farkı vardır ki.

Teknolojide zirveyi zorlayan insanoğlu, medeniyette geriye doğru ilerlediğinin farkında olmadan yoluna devam ediyor. Oysa ki teknoloji; asıl medeniyetin bir parçası olmalıydı.

Çok mu karamsar oldu… önemli değil, ciddiye almayın vesselam…

Mehmet Nuri Sunguroğlu

29. Nisan 2015