SEVGİ

hands

Pahası biçilmeyecek kadar güçlü olan sevgi, yaratılışın özünde saklı olan bir mucizemidir? Yoksa; sadece dilimize doladığımız bir “sözcük-müdür?”
Eğer ikincisi olsaydı dünyanın fakirliğine üzülmemek mümkün olurmuydu.
Evet, sevgi gerçekten pahası biçilemeyecek kadar güzeldir ve yaşam için su kadar, teneffüs ettiğimiz hava kadar önemlidir.
Ruhunda sevgi olmayan bir insan, bence yaban arısına benzer. Uğultusunu duyduğumuzda içimizden bir endişe, bir korku hissederiz; kendimizi korumak için çareler aramaya başlarız.
Psikanalist Erich Fromm sevgiyi şöyle tarif eder:
“İnsanlığın sorunlarına bir yanıt olarak, kişideki aktif ve yaratıcı gücün kaynağı bir enerji olarak ve bu söz konusu yaratıcılıkla sevmeyi de bir sanat olarak tanımlar. Bir sanat olması bakımından da uygulamada olgunluk gerektirir”. …der.
Bir başka Psikanalist olan Sigmund Freud ise: “Sevginin her türlü kaynağının cinsellik” olduğunu öne sürer. Bu görüşü için bir çok eleştiriye hedef olmuştur. Freud’a göre sevginin bütün diğer türleri, (aile sevgisi, tanrı sevgisi) “uygarlıkla gelişen yüceltmelerin sonucudur ve cinsellikten türemiştir.”
Bir materyal düşüncenin dışına çıkamayan Freud, ruhumuzdaki yaratılışta saklı olan sevginin mucizesini görmekten mahrumdur. Sanki Darwin’in evrim teorisinde takılmış kalmış gibi bir hali görülmektedir.
Oysa Allah insanı yaratırken, Onu tüm varlıkların üzerinde yaratmış. İnsana sadece yürüyebilen ayak değil, aynı zamanda düşünebilen bir beyin ve ruh vermiştir. Yani, insanı materyal olmaktan daha öteye, elle tutulamayan ama, hisseden, hissedilen, algılayan ve algılanabilen bir yaratık olarak yaratmıştır. İşte benim anladığım yaratılışın mucizesinde saklı olan sevgi de, burada saklıdır.

Batı düşüncesindeki sevgi, görülebilen le sınırlı olmaya daha çok alan tanırken, doğu düşüncesinde sevgi daha çok görülmeyenlere verdiği değer ile yücelmiştir. Bu konuda gerek Mevlana, gerekse Yunus Emre, sevgiyi tarif ederken insanın görülmeyenleri ile, yani ruh dünyasıyla bağlam kurarak sevgiyi tanımlamışlardır.

Bana göre; bir düşünür olarak Sevgi, insanların ruhunda bulunan değerli ve olumlu bir yetenek olmasıyla beraber, kişi sevdikleri için sorumluluk almasını da asla ihmal etmemelidir. Ne yazık ki insanlar bu yeteneklerini her zaman ideale yakın bir değer olarak kullanamamaktadır. Yani insanlar birbirlerini gerektiği gibi sevmekten acizdir.
Oysa ki sevgi her şeyden önce fedakarlıktır; yani hiçbir karşılık beklemeden başkasına kendinden bir şeyler vermek esasına dayanır. Gerçek sevgi merhamet, şefkat, fedakarlık gibi davranışlarla, uygulamalarla kendini gösterir; aksi takdirde kuru bir laftan ibaret kalır, öteye gidemez.
Gerçek mutluluk, ebedi olmayan maddi değerlerle değil, ebedi olan, canlı varlıklara, özellikle insan ruhlarına duyulan sevgiyle ilgilidir. Edayla gelen duyguları göz önüne koyarak verilmesi gereken bir karardır.
Ne yazık ki bazıları sevginin sözünü ederken, Yunus Emre’ye atif yaparak: “Yaratılanı Sev Yaradandan Ötürü” cümlesini sıkça dillerine dolarlar. Ancak bu cümlede saklı olan sevgiyi anlamış gibi davranmazlar. Yunus Emre bu cümlesiyle tüm yaratılanların sevilmeye değer olduğuna dikkat çekmiştir. Dil, din, ırk ayırımı yapmadan, mezheplere bölmeden, arzı alemde ne varsa onları bu kavramın içerisine almıştır.
Bence sevgi, daha bir çok değerler taşıyan kavramlar gibi; bir yetim çocuğa benzer. Her zaman ve her yerde müdafaaya muhtaçtır.

Yüreğinizden sevgi eksik olmasın… Sevgiyle kalın!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
23.09.2016

YIKAMADIĞIMIZ, AŞAMADIĞIMIZ DUVARLARIMIZ VAR

 duvar-2[Berlin duvarından çok daha kalın, çok daha acımasız olarak, tarih boyunca yüreklerimize oturtulmuş, ön yargılı, acımasız, ruhu soğuk, gölgesi gözümüze perde olmuş duvarlarımız var.

…ve her gün örülmeye devam edilen duvarlarımız var]

Duvarlarımız var.

Aşılamayacak kadar yüksek örülmüş duvarlarımız var.

Günlük yaşamdan tutun da, geleceğimize dahi gölge olmuş duvarlarımız var; aynen geçmişten günümüze kalmış olan duvarlar kadar, geleceğimiz için de inşa ettiğimiz duvarlarımız var. Bentleri sağlam, ruhları soğuk, görüş mesafemizi engelleyen duvarlarımız var.

Yoksulun fakirin arasında kocaman duvarlarımız var.

Farklı inanç dünyasına inanmışların arasında kin ver nefret ile örülmüş duvarlarımız var.

Aynı inanç dünyasında, farklı mezhepler ile aynı yüce makama inanan insanların arasında, çelikten örülmüş duvarlarımız var.

Aynı yurdu paylaşan, iç içe kaynamış, homojen olmuş bir milletin beyinlerinde çözülemeyecek sorunlarla örülmüş duvarlarımız var.

Kişiyi sosyal yaşam için hazırlamakta, verdiğimiz eğitimde yaşadığımız sıkıntılarımızla geleceğin duvarlarını ördüğümüzün farkında değiliz.

Kişiyi kendisi ve ülkesi için hazırlamakta verdiğimiz öğrenim ve bilimde, sorunlarımızın her biri gelecekteki duvarların taşları olduğunun bilincinden yoksun olmamız, ne kadar da büyük bir talihsizliktir.

Sanayide istihdam yaratamayışımız aşılacak duvarların en zırhlısı olduğunu kavramakta zorluk yaşıyoruz.

Sanayileşme merakımız uğruna, Anadolu topraklarının o güzelim verimli ovalarını ihmal etmemiz, gelecek nesillere bırakacağımız en kalın duvarlardan birisi olduğunu ne zaman anlayacağız.

Var…duvarlarımız var. O kadar çok duvarlarımız var ki; burada bir duvara sığmayacak kadar çok ve kalın duvarlarımız var.

Sevgisizlik, saygısızlık duvarlarımız var.

Ötekilerin duvarları var.

Berikilerin duvarları var.

Beyinlerimizde kazılı duvarlar var.

Berlin duvarından çok daha kalın, çok daha acımasız olarak, tarih boyunca yüreklerimize oturtulmuş, ön yargılı, acımasız, ruhu soğuk, gölgesi gözümüze perde olmuş duvarlarımız var.

…ve her gün örülmeye devam edilen duvarlarımız var

Yıkılacak duvarlarımız var…!

…yıkılacak duvarlarımız var vesselam!!

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

28.08.2015

 

 

TECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR

SIDDETTECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR; İDAM CEZASINI TARTIŞARAK SORUNUN ÖZÜNDEN UZAKLAŞIYORUZ
>>İdam cezasını uygulayan ülkeler, idam ettiklerini ithal etmediklerine göre, idam cezasının caydırıcı olduğuna nasıl umut bağlayabiliriz ki? Sorunun özünü tartışalım, son sahnesini değil!<<

İdam cezasını tartışmak, bizleri asıl kanayan yaraya merhem bulmaktan uzaklaştırır. Öncelikle bilmeliyiz ki; idam cezasını yeniden uygulamaya koymamız mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti 2004 yılında Anayasamızda yaptığı değişiklikle idam cezasını kaldırmıştır. Artık hiçbir şekilde ölüm cezası verilemeyeceği Anayasanın 38. Maddesinde hüküm altına alınmıştır. Demektir ki; idam yasağı öncelikle Anayasal bir norm olarak karşımıza çıkıyor. Tabi olduğumuz uluslararası kuruluşlar ve taraf olduğumuz sözleşmeler uyarınca da, idam cezasını yeniden yürürlüğe koyamayacağımızı bağlayıcı nitelikte taahhüt etmişiz.

Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde idam cezası yoktur. Avrupa Birliğine tam üyelik müzakereleri yaptığımızdan dolayı hukuken de idam cezasını getirmemiz mümkün değildir. Demek ki; idam cezasının yeniden uygulamaya konulması tartışmak bizi bir adım öteye getirmez. Ne zaman ki biz; Avrupa Birliğine üye olmaktan vazgeçeriz, ancak o zaman kendi iç hukukumuzda dilediğimiz düzenlemeyi yapabiliriz. Bunun dışında iç hukukumuzda idam cezasını yeniden düzenleme imkanımız yoktur. O halde tartışmanın da bir anlamı kalmıyor demektir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6 Nolu ek protokolü ile idam cezası tamamen kaldırılmıştır. Sözleşme, ölüm cezasının geri getirilmeyeceğini asıl olarak görür ve Türkiye Cumhuriyeti de sözleşmeye taraf olduğundan dolayı idam cezasını tartışmak duygusal tepkiden ileri bir anlam taşımıyor. Bunu tartışmaktansa; ülkemizde genel olarak sorunun özü olan şiddete karşı ne yapılır olduğunu tartışalım!

Hepimiz biliyoruz ki; hiç bir çocuk dünyaya suçlu olarak gelmez. Gelmez ama; gelmeden önce ana rahminde ruhuna yerleştirdiği ne ise onunla doğar. Çocuk daha doğmadan önce, ana rahminde evdeki atmosferi hisseder ve onu bilinç altına yerleştirir. Çocukluk çağında yaşadığı aile ortamı ve çevre ile büyüyen çocuk, henüz yaşamının başında aldığı izlenimlerin etkisinden ancak güçlü bir eğitim ve sosyoekonomik şartlar ile kurtulabilir.
Yani; şiddet evde başlıyor ve sokakta devam ederek son sahnesini tecavüz olarak, yada bir başka tür suç ile bitiriyor.
Ülkemizde 20 bin kadın şiddetten korunmak için devletin koruması altında olduğunu düşünürsek; bu kanayan yaraya idam cezası ile merhem bulamayız! Sorunu başka türlü tartışalım ve idam cezasını tartışırken ağaçların çokluğundan, ormanı gözden kaçırmayalım!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.02.2015

AFFETME BİZİ ÖZGECAN… HEPİMİZ SUÇLUYUZ !

ÖCGECANAFFETME BİZİ ÖZGECAN… HEPİMİZ SUÇLUYUZ !

Sevgili ÖZGECAN!

Henüz 20 yaşında aramızdan ayrıldın. Hunharca işlenmiş bir cinayet seni bizden aldı. Şimdi arkandan dualar okuyup, Allah’tan rahmet dileyerek vicdanımıza olan borcumuzu ödeyeceğiz! Ne kadar üzüldüğümüzü anlatabilmek için kelime dağarcığımızda olan tüm kelimeleri dizeler halinde sıralayacağız.

Ancak…bütün bunlar seni geriye getirmeyecek. Sen artık aramızda değilsin ve bir daha da olmayacaksın.

Bizler ki; ülkemizde çocuklarımızın değerini bilmekte aciz kalmış toplum olmuşuz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; dövülen eşlerin sesini duyduğumuzda sivil cesaretimizi kullanarak polise telefon edemeyen bir toplum olmuşuz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; çocuğumuzun gelişiminden, eğitiminden, beslenmesinden vb. tasarruf ederek harcamalarımıza başka türlü öncelik tanırız…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; çocuklarımızı koruyamaz hale gelmişiz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; cinneti, şiddeti, sapıklığı, barbarlığı rutin olarak görür hale geldik…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; taciz suçundan mahkumiyeti dönüşü kahveye, mahalleye gelen ırz düşmanına geçmiş olsun diyerek çay ısmarlarız…sakın bizleri affetme Çocuk !

Liste çok uzun sevgili Özgecan …çok uzun ! O kadar uzun ki…tüm dünyayı bir kaç defa dolayacak kadar uzun…kin ve nefret, cinnet ve şiddet, sapıklık ve barbarlık akıyor dünyanın her tarafından.

Bu rezaletin birde raporu var sevgili Özgecan !

UNICEF rapor etmiş bu rezaleti; okuyalım!

Dünyadaki Çocuk İstismarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bu raporda hepsi olmasa da, olanlar bizleri utandıracak kadar yeterli.

– Dünya genelinde 246 Milyon çocuk, çalıştırıldıkları çeşitli işlerde emeklerinin sömürülmesine maruz kalmaktadır.

– Dünya genelinde 1.2 Milyon çocuk, ailelerinden koparılarak köle ya da işçi olarak kullanılmak üzere satılmaktadır.

– Dünya genelinde 300 Bin çocuk, 30′dan fazla ülkedeki çatışmalarda ellerine silahlar verilerek piyon asker olarak kullanılmaktadır.

– Dünya genelinde 2 Milyon çoğu kız çocuk, yine tacirler tarafından seks ticaretine alet olmaktadır.

Ülkemizdeki durum nedir ?

Bir adli Tip uzmanı olan ve ülkemizde bir çok projelere imza atan sn. Prof Dr. Oğuz POLAT Hocamızın bu konudaki açıklamalarına bir bakalım.

– Türkiye’de 42 bin çocuk sokakta yaşıyor.

– Yılda 7.000 çocuk tecavüz ve tacize uğruyor.

– Son 5 yılda, haklarında koruma kararı alınan ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumunda barınan toplam 14.398 çocuğun 2.678’i, yani yüzde 18,6’sının anne-babası tarafından ihmal veya istismar edildiği görülüyor.

– Suça itilen çocuk sayısı yılda yüzde 5 ile 10 oranında artıyor,

– Yılda 125.000 çocuk mahkemeye çıkıyor.

– Altı yaş altındaki çocuklarda fakirlik oranı yüzde 34 olduğunu, bu oran kırsal kesimde yüzde 40’a ulaşıyor.

– Sokakta yaşayan çocukların yüzde 11’i hiç okula gitmedi, yüzde 52’si madde kullanıyor.

– Sokakta  yaşamak ta en büyük etken ise aile içi şiddet.

– Adalet Bakanlığının son açıkladığı verilere göre yılda ortalama 7.000 çocuk tecavüz ve tacize uğruyor.

– İstismar ve ihmal, çocuk hakkında koruma kararı alınmasında ekonomik nedenden sonra ikinci sırada yer alıyor.

Gelelim Türkiye’nin taciz ve tecavüz bilançosuna. Önce bizleri korumakla görevli olanların durumuna bir göz atalım.

Türkiye’de son 10 yılda ciddi oranda arttığı belirtilen taciz ve tecavüz vakıaları her gün yeni bir olayla karşımıza çıkıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı verilerine göre son 15 yılda 241 polis, 91 asker, 17 özel timci, 15 korucu, 45 gardiyan tecavüzden yargılandı…fakat hiçbiri ceza almadı.

Bunlar bizi koruyacak olanlardı.

Devam edelim!

Ayrıca kadınları istismar eden erkeklerin yüzde 83’ünü de eşler oluşturuyor.

Sadece 2002-2008 arası 62 bin tecavüz olayı kayıtlara geçerken, Adalet Bakanlığı’na göre katledilen kadınların sayısı son 7 yılda yüzde bin 400 yükseldi.

2002 yılı kayıtlarına 66 olarak geçen kadın katliamı sayısı, 2007 yılında 1011 olarak saptandı.

Tecavüze uğrayanların yüzde 50’si 18 yaş altında ve bunlardan yüzde 10’u erkek çocuktur.

5-10 yaş arası çocukların yüzde 55’i ensest (mahrem sayılanlar arası ilişki) mağdurudur. 10/16 yaş arası çocukların yüzde 40’ı ensest mağdurudur.

Cinsel saldırganların yüzde 75’i tanıdık biridir.

Acil yardım hattını arayan kadınlardan yüzde 57’si fiziksel şiddete, yüzde 46,9’u cinsel şiddete, yüzde 14,6’sı enseste ve yüzde 8,6’sı tecavüze maruz kaldı.

TÜİK verilerine göre tecavüz ve taciz gibi cinsel saldırı suçlarında son beş yılda yüzde 30 artış meydana gelmiştir.

Buna göre; 2006’da 528, 2007’de 473, 2008’de 577, 2009’da 652 kadın tecavüze uğrarken, 2006 yılında 489, 2007 yılında 540, 2008 yılında 589, 2009 yılında 624 cinsel taciz olayı yaşanmıştır.

 

Evet sevgili Özgecanlar, Gizemler, Ayşeler, Fatmalar…Ahmetler, Umutlar…bizleri toplum olarak sakın affetmeyin !

Mersin Çağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü 1’inci sınıf öğrencisi Özgecan Aslan; henüz yaşamının baharındayken, hunharca bir cinayet sonunda yaşamından koparıldı. Bu ne ilk, nede son olacaktır. Henüz çocuk yaşta olan ve hayata doymadan hunharca bir cinayetin sonunda  öldürülen Özgecan Aslan çocuğumuzun ve binlerce çocuklarımızın ailelerine Allah’tan sabır ve metanet diliyorum.!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

15.02.2015

 

 

 

YILIMIZ TAZELENDİ; YA İNSANLIK, ONUN DURUMU NASIL?

>>Bir şey daha ekleyeyim de yazıyı bağlayalım.

2015 yılında Osmanlının arkada bıraktığı ağır bir miras olan Ermeni sorunu; 2015 yılının en sıkıntılı günleri olacağını şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.<<
Yeni yıla girerken geleceğimiz için umutlarımızı tazeledik. Dilekler tuttuk, dostlarımıza başarılar diledik, daha neler istemedik ki…
Bazıları sokaklarda havai fişekler atarak yeni yılı kutlarken, bir başkaları komşu akraba ziyaretlerine gitti, bir ötekiler evde kalmayı tercih ettiler.
Farklı ortamlarda olsalar bile hepsinin ortak bir dileği olmuştur. Bu hangi dilektir bilmesi kolay olmasa bile, tahmin edilebilinir diye düşünüyorum. Ben kendimce her gün biraz daha kaybettiğimiz değerlerimizin bunların arasında olduğunu tahminlerim arasında görüyorum.
Gelişen iletişim teknolojisi dünyayı küçültmeye devam ederken, insanlar reel dünyadan uzaklaşmayı tercih eder hale gelmişler. Sosyal paylaşım sitelerinde sanal bir dünya oluşturarak bu dünyadan her gün biraz daha kopmaya devam ediyorlar.
Bir çokları kişiliklerini de saklayarak  sanal bir isimle dolaşmayı; anonim kalmayı tercih edenler arasında. Bir ötekiler, psikopat beynini ve ruhunu kontrol edemez halde; doktora gidecek yerde, sosyal paylaşım sitelerinde sorunlarına çözüm arıyorlar. Özellikle erkeklerin kadınları rahatsız etmesi bunların başında geliyor.
Havaya ve suya ihtiyacımızın olduğu kadar informatik haberlere de ihtiyacımız olduğu bilinen bir gerçektir. Ne var ki… insan bazen haber dinlemekten de korkuyor. Korkuyor, çünkü haberlerin iyisini sanki bizden “saklıyorlarmış” gibi geliyor insana. Bir başlıyor haberler; tabii bizde haberler bağırarak okunur(!) … insanın üzülmemesi imkansız.
Nerede ve kimler… kaç kişi ölmüştür?  Trafikte kaç kişinin ölümüne sebep olunmuştur? Gizli kameralar yine kimleri gözetlemiş, kimlerin telefonları hukuk dışı dinlenmiş, teröristler  Orta Doğu’da ne kadar İnsan öldürmüş;  ve daha bir çok haber „zenginliği“ evlerimize kadar her gün taşınmakta. Hele bir de magazin haberleri var ki; sanki olmazsa olmaz gibi bizlere sunulmaktadır…(!)
Dış haberlere gelince; onlar daha da düşündürücü.
Sowyetler birliğinin dağılmasıyla bozulan askeri denge dünya politikasına nasıl da damgasını vurduğuna 1990 lı Yıllardan beri hepimiz şahidiz. Sayısını bilemediğimiz insanların hayatını kayıp ettiği Afganistan ve Irak savaşları günümüzde yaşadığımız aktif savaşlar arasında belleğimizde kalacaktır.
Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de ki dışarıdan destekli iç ayaklanmaların aldığı ölü sayısı tahminlerin ötesine gidemeyecektir. Bu tespiti ne yazık ki boşalan silah depolarındaki listelerden elde etmek mümkün olmadığı gibi, onların yerine daha „modern“ daha öldürücü üretilen; kapital sermayenin cebini doldurucu olarak satışa arz edilen silahların sayısından da anlayabilmek mümkün olmayacaktır !
Birde İŞİD olayı var ki, hiç sorma gitsin. Müslüman olduklarını iddia ederek ne kadar Müslüman varsa hepsinin başlarını kesseler kana doymayacak kadar canavar bir ruh haliyle, Orta Doğu’da kan akıtıyorlar.  İslam dünyası da buna karşı tek ve en güçlü savunmayı; yıl başı kutlamalarının „gavur bayramı“ olduğunu iddia ederek halkı „gavur olmaktan“ korumaya uğraşıyorlar.
Ya Afrika…? Somali gibi kaç tane daha aç ülke var Afrika’da? Her gün binlerce çocuk açlıktan ölüyor . Silah fabrikaları bir gün üretimi durdursa dünyada açlıktan ölen çocuk kalmazdı.
Ya ülkemiz?
Yıllardan beri yaşadığımız terör olayları? Dışarıdan ve içeriden destekli PKK….ve süreç?
Ya ekonomi ? Başta kredi kartları olmak üzere vatandaşı yeteri kadar aydınlatmadan sunulan servisler görünürde kalkınma gibi olsa da; aslında bir makyajdan öteye değildir. Çünkü; üretim bizim değil, biz sadece tüketici olarak seçilmiş bir toplum olmuşuz.
Sorular bitmiyor ki; Pandoranın kutusu gibi açılınca arkası gelmiyor; insan bir an „insanlığın tedavülden“ çıktığını düşünüyor.
Medyamız ise kendi başına bir çelişki içerisinde. Eğitici programları mercek ile arar hale geldik. Bizleri…özellikle genç dimağları nasıl da etkilediklerini görmek insanın gelecekteki umutlarını karamsarlığa döndürüyor.
Ya seyircimiz; onlar ne yapıyor? Hiiiç…sofrada ne varsa yenilir misali sunulanı seyrediyor. Biraz kaba olacak ama… bazıları “tekrar” olarak verilenin üzerine yazılan “Özet” kelimesinin yanlış yerde kullanıldığının farkında bile değiller; üzücü ama…maalesef gerçek. Dünyanın hiç bir ülkesinde kendi diline bu kadar acımasız davranan başka bir millet düşünemezsiniz.
Ya geleneklerimiz…bizleri bağlayan, sosyal düzenimizi oluşturan „yazılmamış“ kanunlara ne oldu?
Hepsi birer birer, yine yazılmayan kanunlarla tedavülden kaldırılıyor. Yerlerine konulan yazılmış kanunlar ise hangi ölçüye dayanılarak biçilmiş olduklarını da anlamakta zorluk çekiyoruz. Bir çoklarını AB hevesimizden ötürü yürürlüğe koyarken sormayı unutuyoruz; „bu kanun bizim aile yapımıza uygun mudur“ diye ?
Eskilerde Otobüste trende, bir büyüğümüze yerimizi vermeyi bir onur olarak addeder dik; ya şimdi? …bırakın yer vermeyi, ayaklarını dahi toparlamak ihtiyacını hissetmeyen bir gençlik yetiştiriyoruz. Bir an düşündüğümüzde; insanlığın kendi kendini nasıl da bitirdiğini düşünmekten kendimizi alamıyoruz.
Bu bozulan sosyal düzenin çeşitli sebeplerinin başında şükür etmesini unuttuğumuz, batının unuttuğuna biz yeni olarak özendiğimiz, hatta bazı konularda kraldan daha kralcı olmamız geliyor.
Bütün bunları ve daha bir çok şeyleri anlamakta zorluk çekiyoruz.
Çekiyoruz… çünkü biliyoruz ki; tazelenmiş yeni Yıl da eskisinin devamı olacaktır. Yine cellatlar olduğu kadar kurbanlar da olacak ve insanlığın bunu engellemesi şöyle dursun; aksine, yangına ateşle koşar gibi davranacaktır ve masalarda ki haritalar üzerinde hesaplar yapılacaktır; nerede ve ne kadar petrol, ham madde vardır diye.
Bazen şükrediyorum ki…bizim ülkemizde göze çarpacak petrol kuyularımız yok diye.
Ve bunların yanında doğa felaketleri, mevsimlerin alışılagelmişin dışında oluşmaları; bunda da insanlığın payı az değil. Çevreye püskürttüğümüz kirletici maddeleri sadece gözümüzden uzaklaştırıyoruz, atmosferi bozarak geriye dönmelerinin hesabını yapmaktan aciziz.
Sanayimizde sanki kontrolsüzmüş gibi bir durum var; derelerimizde kirlilikten balık görmeye hasret kaldık. Oturum alanlarında arıtma tesislerinin sayısı yeterli olmadığı için ülkemizde haklı olarak bir “Fosseptik” çukuru kanunu vardır; gel gör ki uygulanmasında zorluk görülür. Kontrolsüz lağımlar derelerimize akar, akar gider…! Neyse ki… doğa felaketlerine katlanmanın en azından bir tesellisi var. Yukarıdan geldi ne yapalım diyoruz. Ya insanların insanlara yaptıklarına nasıl bir sebep bulabileceğiz. Ne koyalım bu insanlık dışı yapılanların adını?
Ya sevmek, sevebilmek, sevilebilmek?
Nezaket kurallarımızı, karşımızdakine davranmamızı unutanlar hiçte az değil.
Sevinebilmeyi unutmuşuz; sanki doymuşuz her şeye. Midemizin doyumu, giydiğimiz kıyafet, aldığımız oyuncakların doyumu esas açlığımızı gideremediğini bilmiyoruz.
Esas ihtiyacımız olan eğitimi dilden bırakmayız; teknik öğrenimlerimizi eğitim olarak kabulleniriz. Öğrenimin bir teknik bilgi edinmek olduğu gözümüzden kaçtığı için, onu “eğitim ve aile” terbiyesi ile karıştırırız…maalesef !
Eskilerimiz hatırlarlar; yolda giderken tanımadıklarımıza da selam verirdik. Şimdi selam verirken yanımızda şahit arıyoruz; olur ya adam „küfretme“ diye çıkışa-bilir korkusu var içimizde. Çünkü yazılı kanunlarda selam vermek mecburiyeti yoktur!
Sokakta yolun ortasından yürüyeni korna çalarak ikaz etmekten korkar hale geldik; adamın nasıl reaksiyon göstereceğinden korkuyoruz…ya „küfrederse“… o zaman ne olacak sorusu beynimizi kurcalamaktadır.
Her gün açık verdiğimiz harcamalara nasıl cevap bulabiliriz? 5 kuruş kazanıp 10 kuruş harcamakla nereye gittiğimizin hesabını nasıl vereceğiz?
Binlerce şükür olsun yüce Tanrı’ya, ülkemizde iyi şeylerde oluyor.  Oluyor da, kötü yapılanların ağırlığı fazla geldiği için iyileri düşünmeye zamanımız kalmıyor.
Allah’tan neyi ne zaman ve nasıl isteyeceğimizi bir öğrenebilsek belki yardımcımız olurdu.
Sorumsuz medyanın sayesinde; Noel babadan neyin nasıl isteneceğini çocuklarımız nasıl olsa “bedava“ öğreniyorlar
Başka ne kaldı ?
Bir şey daha ekleyeyim de yazıyı bağlayalım.
2015 yılında Osmanlının arkada bıraktığı ağır bir miras olan Ermeni sorunu; 2015 yılının en sıkıntılı günleri olacağını şimdiden söylemek kehanet olmasa gerek.
Umutlar bizlere en son veda edenlerdir !…diyerek yazıyı kapatalım.
Yeni yılınız kutlu olsun, sevgiyle kalın!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
02 Ocak 2015

 

HOŞ GELDİN BEN !

mehmet

>Düşüncelerimizi düşünmeden, düşüncelerimizi düşünebilmek nasıl ki olanaksız sa; özümüze inmeden kendimizi öğrenmemiz de mümkün değildir.
Özümüzde saklı olanları keşf ettiğimiz gündür, kendimizi öğrendiğimiz gün.<

Ellerimi, yamaçların eteğinden akan suyun altına tuttuğumda içimde bir serinlik hissediyordum. Nem ve yosun kokuları içime kadar inerken, içimden bir “ben” oluştuğunu anlamaya çalıştığımın farkında dahi değildim.

Yanı-başında yükselmiş bir ağacın serin gölgesinde büyümeye çalışan yaban güllerinin, sanki benimle bir bağ kurmaya çalışıyor olmasını fark edemeden gitmek olurmuydu. Yanaştığımda gördüm ki, o sarımsı beyaz yapraklarının sarmaladığı, çiçeğin özündeki arının da benim varlığımdan haberi yoktu; kendi işiyle, belki de kendini arayışla meşguldü.
Ya ben? Ben benden haberdar-mıydım?
Belki de hayır… Kendi içime indiğimi, bende ki benin varlığını ne zaman aramıştım ki?
Sonra yeniden akan suya baktım. Düştüğü yerden verdiği seslerle sanki bir şeyler der gibiydi. “Yaşam benim, ben yaşamın kaynağıyım”! …der gibiydi.
Mağrur ve gururluydu ama, toprağa akacak kadar da mütevazi haliyle kibrin zerresini hissettirmeyecek kadar yüce ruhunu nasılda incitmiyordu.

Sen! Ey garip yolcu, ben olmazsam sen de olamazsın demiyordu bu asıl ruhlu yaşamın kaynağı olan su!
Kendi içine kadar inmiş olan bu mukaddes yaşam kaynağı; özüyle barışık, kendinden emin olan özünün kimliğinden emindi.
Kim bilir kaç milyarlarca yıldan beri kendi özünün ekseninde dönmüş, özüne inmiş ve kendisini tanımış olmalı ki; akar, akar gider. Yolunu arar, geçtiği yerlere yaşam bırakarak tekrar yeni baştan aynı yere gelir ve kendini yeniden aramaya başlar.

Tanrının 2 Hidrojen, 1 Oksijen ile donattığı bu yaşam kaynağını avuçlarıma aldığımda gördüm ki, ne kadar da berraktı. Kimseden saklayacak bir şeyi olmadığını hissedercesine, onun özündeki mineralleri düşündüm. Onlar da kim bilir ne zamandan beri yaşam kaynağı olmuşlar; her bir parçası bir molekül olan bu minnacık mineraller değilmidir bizimde içimizde saklı olanlar?
Peki… Neden biz insanlar su kadar olamıyoruz? Neden kendimizi keşf etmekten korkar gibiyiz?
Kendimizi keşf etmek için altından kaplanmış lavabolara mı; önümüzde eğilen, el avuç açan insanlara mı ihtiyacımız var? Köşklere, saraylara, kapısında pahası biçilmeyen arabalara mı ihtiyacımız var?

Hayır, bunların hiç birisi değil!
İnsanın kendini keşf etmesi için kendinden başka hiç bir şeye ihtiyacı yoktur. İnsan kendisini bir bardak suda keşf ettiğin kadar, Tanrının önünde oturup kendi özüne dönerek, içindeki yüce değerleri arayarak da keşf edebilir!

Düşüncelerimden baş kaldırdığımda güneşin batışına az kalmıştı. Etrafta kimseler yoktu. Bana eşlik eden suyun akışını, arının uçuşunu seyrederken kendime “hoş geldin!” diyerek, kendime doğru… Evin yolunu tuttum…

Sevgiyle kalın!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.11.2014

BAYRAMLI YADA BAYRAMSIZ… SEVGİSİZ OLMUYOR!

Sevgili wordpress dostlarım, kardeşlerim, arkadaşlarım ve takip eden güzel insanlar!

Her gün baktığım bu say0-GÜLfalar da bizleri sabah dualarınızla güne başlattığınız için sizlere çok teşekkür ediyorum. Sizler her biriniz harika insanlarsınız. Sizlerle aynı havayı teneffüs ettiğim, bir çoklarınızı gerçek yaşamdan, bir çoklarını bu dünyadan tanıdığım için çok mutluyum.

İnsanlar kardeş olmak için aynı ebeveynden doğması şart olmadığını ne kadar güzel ispat ediyorsunuz.

İnsanlara örnek olması gereken, ve insanlığın kaybolan değerlerinin daha fazla erozyona uğramadan paradikman bir dönüşle sevgi yolunu yeniden bulması için, ancak böyle bir yolun olabileceğini anlaması kalan son umuttur!

Sevgiyle, saygıyla, muhabbetimle, mutlu günler dileğiyle.. Mübarek kurban bayramınız kutlu olsun!

 

Ailesi adına

Mehmet Nuri Sunguroğlu

02 Ekim 2014 Perşembe

HAYATIN ANLAMINI ARARKEN, İÇİMİZDEKİ POLİSİ ÖLDÜRDÜK MÜ?

CYMERA_20140706_165753Doğmuşum, buradayım!

Ne için, kimin için varım?

Tüketici bir makine miyim?

Yaşadığım hayatın anlamı var mıdır?

Elbette ki hayatın bir anlamı vardır! Onu arayıp bulmak herkes için farklı yol ve ifadelerle izah edilebilinir görünse de… Öyle sanıldığı kadar kolay olmadığı da bir gerçektir!  Yaratılışın mucizesi olan doğum noktasıyla, ölüm noktası arasındaki zaman çizgisini, hayat olarak, yaşam olarak tanımladığımıza göre; meseleyi bitmiş diyerek rafa kaldırabiliriz(!) …mi? Elbette ki hayır!

“Hayatın anlamı nedir?” sorusu İnsanın tarihiyle başlamış olan ve binlerce düşünürler tarafından farklı ifadelerle izah edilmeye çalışılmıştır. Bazılarına göre; hayatın anlamı kişisel düşünce ve izah ile açıklanırken; otonom özgürlüğü öne çıkarmaya çalışmışlar. Bir diğerleri ise; hayatın anlamını izah ederken; kolektif düşüncenin ağırlığına önem vererek, sosyal düzeni düzenleyen yasaların önemine dikkat çekerek, hayatın bütünlüğünü öne çıkarıp, yaşamın müşterek olduğunun vazgeçilmez olmasına önem vermişler.

Bir başka düşünürler ise; hayatın anlamını; Tanrı’nın üstünlüğünde ve onun ilahi emirlerinin üst dogma olmasında ararken, ilahi gücü kader ile anlatmaya çalışmışlar.

Bu üç felsefi ayırımlı düşünceden yola çıktığımızda, hayatın anlamını nasıl anlayabiliriz? Bu farklı düşünceleri bir araya getirmek mümkün müdür?

Birileri, hayatın anlamı “X” dır söylese; bir başkası “X”in anlamı nedir diye sorduğunda, ona nasıl bir cevap verebiliriz? Eğer buna bir cevabımız yoksa(?) Bir hiçliğe mi düşmüş oluruz?

Friedrich Nietzsche; “hiçliği” kötümserlik olarak algılar ve aşılmasının İnsanlık için zorunlu olduğunu ifade ederken; insanlığın kaybettiği değerlere dikkat çekerek insanlığa karşı duyduğu sitemi ; “Tanrı’yı öldürdük” diyerek tanımlar! Yani; yüce ilahi gücün yarattığı tüm canlılara, özelikle insanlığa vermiş olduğu kutsal değerleri öldürdük der! Ben; Friedrich Nietzsche kadar kesin ve keskin söz kullanmak yerine; “içimizdeki polisimi öldürdük”? …diye sorgulamak istiyorum!

İnsanın fıtratında zaten var olan doyumsuzluk, çağımızın en büyük hastalığı olduğunun farkında olmadan hayatın anlamını anlamak zordur diye düşünüyorum!

Bir tarafta; özgür ve otonom olmak isterken, kendimiz ve çevremiz için sorumluluk taşıdığımızı öğrenmek hayatın anlamına değer vereceğini unutmak mümkün müdür?

Kolektif sosyal yaşamda alınan kararların, bireysel çıkarlar için kullanılmasının hayatın anlamını yok edebileceğini unutmak mümkün müdür?

İnanç dünyamızın özü olan İlahi kaynaklardan, insanlık için gelen emirleri evirip çevirip kuşa benzetmenin; hayatın anlamına zulüm olduğunu göz ardı ederek inkâra kadar gidecek olan yolda nasıl bir “hayat anlamı” olabilir ki?

Siz ne dersiniz? “içimizdeki polisi öldürdük mü”?  Yani, bizleri değerli kılan değerleri unuttuk mu? Doğunun medeniyet anlayışını bertaraf ederek, sanayi medeniyetini mi üstleniyoruz? Bu sanayi medeniyetini filtresiz kabul etmek mümkün müdür?

Tüm bunları sorgularken “hiçliği” kabul ederek, kötümser olmak yerine; hayatın bizi yaşamasına müsaade etmeden, hayatı kendimizin yaşamasını oluşturduğumuz zaman, hayatın anlamını da anlamış oluruz!

Evet… Yorumlarınızı bekliyorum!

Sevgiyle kalın!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

9.7.2014

 

YILIMIZ YENİLENDİ; YA İNSANLIK… ONUN DURUMU NASIL?

Yeni yıla girerken geleceğimiz için umutlarımızı tazeledik. Dilekler tuttuk, dostlarımıza başarılar diledik; daha neler istemedik ki…

Bazıları sokaklarda havai fişekler atarak yeni yılı kutlarken, bir başkaları komşu akraba ziyaretlerine gitti, bir ötekiler evde kalmayı tercih ettiler.

Farklı ortamlarda olsalar bile hepsinin ortak bir dileği olmuştur. Bu hangi dilektir bilmesi kolay olmasa bile, tahmin edilebilinir diye düşünüyorum. Ben kendimce her gün biraz daha kaybettiğimiz değerlerimizin bunların arasında olduğunu tahminlerim arasında görüyorum.

Gelişen iletişim teknolojisi dünyayı küçültmeye devam ederken, insanlar reel dünyadan uzaklaşmayı tercih eder hale gelmişler. Sosyal paylaşım sitelerinde sanal bir dünya oluşturarak bu dünyadan her gün biraz daha kopmaya devam ediyorlar. Bir çokları kişiliklerini de saklayarak  sanal bir isimle dolaşmayı; anonim kalmayı tercih edenler arasında. Bir ötekiler, psikopat beynini ve ruhunu kontrol edemez halde; Dr. yerine sosyal paylaşım sitelerinde sorunlarına çözüm arıyorlar. Özellikle erkeklerin kadınları rahatsız etmesi bunların başında geliyor.

Havaya ve suya ihtiyacımızın olduğu kadar informatik haberlere de ihtiyacımız olduğu bilinen bir gerçektir. Ne var ki… insan bazen haber dinlemekten de korkuyor. Korkuyor, çünkü haberlerin iyisini sanki bizden “saklıyorlarmış” gibi geliyor insana. Bir başlıyor haberler; tabii bağırarak … insanın üzülmemesi imkansız.

Nerede ve kimler… kaç kişi ölmüştür?  ”Arap baharı rüzgarları” kaç kişinin ölümüne sebep olmuştur? Trafikte ne kadar zayiat var, gizli kameralar yine kimleri gözetlemiş, kimlerin telefonları hukuk dışı dinlenmiş, teröristler  Orta Doğu’da ne kadar İnsan öldürmüş;  ve daha bir çok haber „zenginliği“ evlerimize kadar her gün taşınmakta. Hele bir de magazin haberleri var ki; sanki olmazsa olmaz gibi bizlere sunulmaktadır…(!)

Dış haberlere gelince; onlar daha da düşündürücü.

Sowyetler birliğinin dağılmasıyla bozulan askeri denge dünya politikasına nasıl da damgasını vurduğuna 1990 lı Yıllardan beri hepimiz şahidiz. Sayısını bilemediğimiz insanların hayatını kayıp ettiği Afganistan ve Irak savaşları günümüzde yaşadığımız aktif savaşlar arasında belleğimizde kalacaktır.

Tunus, Mısır, Libya ve Suriye’de ki dışarıdan destekli iç ayaklanmaların aldığı ölü sayısı tahminlerin ötesine gidemeyecektir. Bu tespiti ne yazık ki boşalan silah depolarındaki listelerden elde etmek mümkün olmadığı gibi, onların yerine daha „modern“ daha öldürücü kapital sermayenin cebini doldurucu olarak üretilen silahların sayısından da anlayabilmek mümkün olmayacaktır !

Ya Afrika…? Somali gibi kaç tane daha aç ülke var Afrika’da? Her gün binlerce çocuk açlıktan ölüyor . Silah fabrikaları bir gün üretimi durdursa dünyada açlıktan ölen çocuk kalmazdı.

Ya ülkemiz?

Yıllardan beri yaşadığımız terör olayları? Dışarıdan ve içeriden destekli PKK….ve süreç?

Ya ekonomi ? Başta kredi kartları olmak üzere vatandaşı yeteri kadar aydınlatmadan sunulan servisler görünürde kalkınma gibi olsa da; aslında bir makyajdan öteye değildir. Çünkü; üretim bizim değil, biz sadece tüketici olarak seçilmiş bir toplum olmuşuz.

Sorular bitmiyor ki; Pandoranın kutusu gibi açınca arkası gelmiyor; insan bir an „insanlığın tedavülden“ çıktığını düşünüyor.

Medyamız ise kendi başına bir çelişki içerisinde. Eğitici programları mercek ile arar hale geldik. Bizleri…özellikle genç dimağları nasıl da etkilediklerini görmek insanın gelecekteki umutlarını karamsarlığa döndürüyor.

Ya seyircimiz; onlar ne yapıyor? Hiiiç…sofrada ne varsa yenilir misali sunulanı seyrediyor. Biraz kaba olacak ama… bazıları “tekrar” olarak verilenin üzerine yazılan “Özet” kelimesinin yalnış yerde kullanıldığının farkında bile değiller; üzücü ama…maalesef gerçek. Dünyanın hiç bir ülkesinde kendi diline bu kadar acımasız davranan başka bir millet düşünemezsiniz.

Ya geleneklerimiz…bizleri bağlayan, sosyal düzenimizi oluşturan „yazılmamış“ kanunlara ne oldu?

Hepsi birer birer, yine yazılmayan kanunlarla tedavülden kaldırılıyor. Yerlerine konulan yazılmış kanunlar ise hangi ölçüye dayanılarak biçilmiş olduklarını da anlamakta zorluk çekiyoruz. Bir çoklarını AB hevesimizden ötürü yürürlüğe koyarken sormayı unutuyoruz; „bu kanun bizim aile yapımıza uygun mudur“ diye ?

Eskilerde Otobüste trende, bir büyüğümüze yerimizi vermeyi bir onur olarak addeder dik; ya şimdi? …bırakın yer vermeyi, ayaklarını dahi toparlamak ihtiyacını hissetmeyen bir gençlik yetiştiriyoruz. Bir an düşündüğümüzde; insanlığın kendi kendini nasıl da bitirdiğini düşünmekten kendimizi alamıyoruz.

Bu bozulan sosyal düzenin çeşitli sebeplerinin başında şükür etmesini unuttuğumuz, batının unuttuğuna biz yeni olarak özendiğimiz, hatta bazı konularda kraldan daha kralcı olmamız geliyor.

Bütün buları ve daha bir çok şeyleri anlamakta zorluk çekiyoruz.

Çekiyoruz… çünkü biliyoruz ki; tazelenmiş yeni Yıl da eskisinin devamı olacaktır. Yine cellatlar olduğu kadar kurbanlar da olacak ve insanlığın bunu engellemesi şöyle dursun; aksine, yangına ateşle koşar gibi davranacaktır ve masalarda ki haritalar üzerinde hesaplar yapılacaktır; nerede ve ne kadar petrol, ham madde vardır diye. Bazen şükrediyorum ki…bizim ülkemizde göze çarpacak petrol kuyularımız yok diye.

Ve bunların yanında doğa felaketleri, mevsimlerin alışılagelmişin dışında oluşmaları; bunda da insanlığın payı az değil. Çevreye püskürttüğümüz kirletici maddeleri sadece gözümüzden uzaklaştırıyoruz, atmosferi bozarak geriye dönmelerinin hesabını yapmaktan aciziz. Sanayimizde sanki kontrolsüzmüş gibi bir durum var; derelerimizde kirlilikten balık görmeye hasret kaldık. Oturum alanlarında arıtma tesislerinin sayısı yeterli olmadığı için ülkemizde haklı olarak bir “Fosseptik” çukuru kanunu vardır; gel gör ki uygulanmasında zorluk görülür. Kontrolsüz lağımlar derelerimize akar, akar gider…! Neyse ki… doğa felaketlerine katlanmanın en azından bir tesellisi var. Yukarıdan geldi ne yapalım diyoruz. Ya insanların insanlara yaptıklarına nasıl bir sebep bulabileceğiz. Ne koyalım bu insanlık dışı yapılanların adını?

Ya sevmek, sevebilmek, sevilebilmek?

Nezaket kurallarımızı, karşımızdakine davranmamızı unutanlar hiçte az değil.

Sevinebilmeyi unutmuşuz; sanki doymuşuz her şeye. Midemizin doyumu, giydiğimiz kıyafet, aldığımız oyuncakların doyumu esas açlığımızı gideremediğini bilmiyoruz.

Esas ihtiyacımız olan eğitimi dilden bırakmayız; teknik öğrenimlerimizi eğitim olarak kabulleniriz. Öğrenimin bir teknik bilgi edinmek olduğu gözümüzden kaçtığı için, onu “eğitim ve aile” terbiyesi ile karıştırırız…maalesef !

Eskilerimiz hatırlarlar; yolda giderken tanımadıklarımıza da selam verirdik. Şimdi selam verirken yanımızda şahit arıyoruz; olur ya adam „küfretme“ diye çıkışa-bilir korkusu var içimizde. Çünkü yazılı kanunlarda selam vermek mecburiyeti yoktur(!)

Sokakta yolun ortasından yürüyeni korna çalarak ikaz etmekten korkar hale geldik; adamın nasıl reaksiyon göstereceğinden korkuyoruz…ya „küfrederse“… o zaman ne olacak sorusu beynimizi kurcalamaktadır.

Ya kazancımız karşılığında yaptığımız harcamalara nasıl cevap bulabiliriz? 5 kuruş kazanıp 10 kuruş harcamakla nereye gittiğimizin hesabını nasıl vereceğiz?

Binlerce şükür olsun yüce Tanrı’ya, ülkemizde iyi şeylerde oluyor.  Oluyor da, kötü yapılanların ağırlığı fazla geldiği için iyileri düşünmeye zamanımız kalmıyor.

Allah’tan neyi ne zaman ve nasıl isteyeceğimizi bir öğrenebilsek belki yardımcımız olurdu.

Noel babadan neyin nasıl isteneceğini çocuklarımız nasıl olsa “bedava“ öğreniyorlar (!)

Başka ne kaldı ?

Umutlar bizlere en son veda edenlerdir !…diyerek yazıyı kapatalım. Sevgiyle kalın!

Mehmet Nuri Sunguroğlu

02 Ocak 2014

İNSAN BİR AN DÜŞÜNÜNCE, NELER GELMEZ Kİ AKLINA(?)

Yaşamı boyunca neleri unuttuğu gelir insanın aklına.

Kendini unuttuğu gelir insanın aklına.

Gençliğinde düşürüp yitirdiği kalbi gelir insanın aklına. Sonra onu nerede ve nasıl bulduğunu hatırlar…ama yine de unutur  onu göğsünden düşürdüğünü. Unutur düştüğünde sert zemine çarparak nasıl da kırıldığını…unutur işte.

Kalbinin de bir kalbi olduğunu, onunda gönlü olduğunu unutur insan. Onu nasıl ve kimlere emanet ettiğini…onunla nasıl öyle insafsızca oynandığını unutur insan.

Yaşadığımız dünyada unutmaktan başka daha neler istemez ki insan?

Ama bırakmaz ki bizi;  kalabalık insanların yaşadığı, ekmek kavgası için koşturduğu, zamanı dilimlere bölen, geç kalma korkusunun bir an olsun etkisinden kurtulamayan, yüksek kaldırımlarda yürüyen, bir tutam ekmek parası için kağıt mendil satan insanların ortak kaygısı…bırakmaz ki bizi.!

Daha neler gelmez ki insanın aklına?

Hayattan beklentilerinin olduğu gelir insanın aklına. Beklentilerini nasılda  arkası arkasına sıraladığını hatırlar insan… Uzaklara dalan hüzünlü gözlerinin sakladığı gizemli bakışlarının eşliğinde unuttuklarını yeniden hatırlar insan;…Ve sonra görür ki; onlarda unuttuklarının arasında kaybolmuşlar!

Senden hiç yüz çevirmeyen insanlar istemiştin yaşamında! Boş söz ve yalan söylemeyen,unuttuğun yanlarını hatırlayan insanlar istemiştin dünyanda. Hani O düşürdüğün kalbin vardı…onu yeniden bulmana yardım edecek birisini istemiştin. Akşamleyin iş dönüşü hoş kokulu bir evin kapısında bekleyen birisini istemiştin. Bir fincan kahve eşliğinde gönlünü açabilecek bir dost istemiştin… Onlar gelir aklına!

Sonra neler neler gelmez ki aklına!

Çocukluğunda oynadığın, aynı sınıfı paylaştığın, komşunun bahçesinde beraberce kiraz ağacına nasıl tırmandığın, elmanın dalını nasıl kırdığın, seni öğretmene şikayet eden arkadaşın gelir aklına. Aklına gelir ilk oynadığın tiyatro. Aklına gelir o kocaman Sınıf. Doluydu, seyirciler oturacak yer bulamamışlardı. Sen oynayacaktın. Hem de tek başına oynayacaktın. Öğretmenin öyle istemişti; seni seçmişti. Çeketini ters giyecektin. Kostüm olacaktı. İki haftada 120 sayfalık kitabı virgülüne kadar ezberleyecektin. Ve o büyük gün senin günündü… Sahneye “Yangııııınnn vaaaaaarrr” diye bağırarak girecektin…ve arkasından 3 hafta stresten hasta yatacaktın. İşte hep bunlar gelir aklına!

Aklına gelir ilk askerlik günlerin, ilk aldığın mektup gelir aklına. İzine gelirken otobusün lastığının patladığı dahi gelir aklına.

Aklına gelir O ateşli politik kavgalar, karşılıklı kirletmeler, her birinin ötekinden daha fazla bağırmaya sarf ettiği enerjiler gelir aklına. Aklına gelir fakir fukaranın bir dilim ekmek için nelere katlanmaya hazır olduğunu gördüğün günler. Aklına gelir insanın insana eğilmesine müsaade eden rejimler. Aklına gelir rejime rağmen saltanat havası ile yönetenler. Sabahleyin radyodan dinlediğin haberlerdeki ihtilaller…neler gelmez ki aklına insanın; hele bir düşünmeye başlamasın!

Hep aklına gelir; karşı kavgaları bıkmadan devam ettirenlerin bir an olsun beraber ağladıklarını gördüğün. Bir çemberin etrafında toplandıklarını, vatan millet bölünmez diye nara attıklarını, ve sonra… bunu nasıl politik malzeme olarak kulladıkları… hep aklına gelir bunlar!

Aklına gelir yıllar önce insanlık ve eğitim uğruna sürgüne gönderilenler, hahpishanelerde çürümeye terk edilenler. Namık Kemal’ler, Nazim’ler;  daha kimler, kimler!

Ve aklına gelir nelerin ne de çabuk değiştiği. Daha dün yazdığı şiirler için hapishanelerde ziyaretcisine müsaade edilmeyenler gelir aklına.

Daha neler gelmez ki insanın aklına… bu gün aynı hapishanelere avukatlar elini kolunu sallayarak girdikleri, talimatlar alarak kuryelik yaptıkları gelir insanın aklına.

Aklına gelir okuduğun büyük gazete manşetleri. Arka sayfaların spordan magazine nasıl kaydıklarını hatırlarsın. Hatırlarsın arka sayfaların magazin haberleri için yeterli olmadığını. Ön sayfayı da “özgür hanımların” foteğraflarına ayırdıklarını; hep hatırlarsın…!

Aklına gelir: Dünya genelinde şiddet karşıtı ve ırksal eşitlik görüşleriyle tanınmakta olan Martin Luther King’in  Washington’a yürüyüşünü; Abraham Linkoln anıtı önünde ezilen Afro-Amerikalıların doldurduğu meydanda: « I have a dream that my four little children will one day live in a nation where they will not be judged by the colour of their skin, but by the content of their character. »…diye seslendiği.
Aklına gelir o cümlelerin ülkemizde “sadece” Türkçe’ye çevrilmekten başka bir işe yaramadığı! “Benim bir rüyam var!” diyerek başlayan ve: « Bir gün, dört çocuğumun da derilerinin rengi ile değil de kişilikleri ile yargılanacağı bir ülkede yaşayacaklarına dair bir hayalim var. »…dediğini!

Hatırlarsın günümüzü nasıl da o günden görebilen Martin Luther King’in: “Ahlaki değerlerde gerçekleşecek gerçek bir devrimsel değişim fakirlik ve refah arasındaki çarpıcı zıtlık üzerinde rahatsız edici bir şey olacaktır. Bu değişim, hakli bir kızgınlıkla denizin öbür tarafında bakacak ve Batı’nın kapitalist bireylerinin; Asya, Afrika ve Güney Amerika’ya o ülkelerin sosyal gelişmesini hiç kaale almadan sadece kar etmek amacıyla büyük miktarda paralar yatırdığını görecek, ve şöyle diyecektir: “Bu hiç adil değil.”…dediğini!

Hatırlarsın çocukluğundaki “O” kocaman hayallerini, barış türkülerini, kol kola yürümek istediğin toplumu.

Hepimizi kucaklayacak olan vatan millet sevdasını. Kavgalardan arınmış bir dünya milletlerinin olmasını, tarafsız ve adaletli bir milletler topluluğunu hayal ettğini hatırlarsın.

Aklına gelir “O” kocaman soru, altında her gün biraz daha ezildiğin, kalbini sızlatan, bazen sana göz yaşı döktüren “O” kocaman soruyu hatırlarsın ve sorarsın kendine… Biz niye kavga ediyoruz?…diye!

Biz niye kavga ediyoruz? Neyi kimin ile bölüşemiyoruz? Neden o senin bu benim Cami sidir diye ayırım yapıyoruz? Neden politik kavgaları silip atamıyoruz yakamızdan? Neden parçalanıp bölünerek parçalayıp yönetenlere imkan tanıyoruz? Neden uğrunda hep beraberce kan döktüğümüz bu ülkeyi beraberce yönetmek yerine onu bölmeye çalışan dış güçlere fırsat veriyoruz? Neden eşitlik prensiplerini hiçe sayıyoruz?

Aklına gelir bütün bunlar! Ve sonra aklına gelir “O” büyük hayalin, imkansız görünen ama imkanı olabilecek “O” büyük düşüncen.

Bu toprakların üzerinde barış ta mevcuttur… neden olmasın diye kendine sorduğun “O” büyük hayal aklına gelir.

Ve aklına gelir onun nerede ve nasıl kayıp edildiğini bir türlü hatırlayamadığını…

Evet sevgili dostlarım! İnsan biraz düşününce, neler gelmez ki insanın aklına?

Selamlarımla, saygılarımla…sevgiyle kalın!

Mehmet Nuri Sungur