MEMLEKET İSTERİM BEN!

[Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. 2/148]
ÜTOPYA MI, DİSTOPYA MI… BELKİ DE EUTOPYA, KİM BİLİR!
Memleket isterim ben!
Toplumu ipoteğe alınmayan, düşüncelerine zincir vurulmayan, ne konuştuğunu sorumluca bilen, hür ve özgürce korkudan uzak yaşayan insanların yaşadığı memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Mahalle baskısı olmayan, fesatçıları kol gezmeyen, yoksula tekme vurmayan, zengine yalakalık yapmayan, vergisini kaçırmayan, zekatın da sadakasında cimri olmayan insanların yaşadığı bir memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Allah’ın beğenerek yarattığı insanları; dini, dili, rengi farklı olduğu için onları beğenmeyen, dışlayacak kadar kibre bürünmüş insanların kendilerini sorgulayacak kadar zeka testinde sınıfta kalmamış olduğu bir memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Hakime, savcıya, karakola giderken, özellikle yargılanırken; “torpilim yok, ne yaparım ben” diye düşünmeyenlerin yaşadığı memleket istiyorum!
Çok şey mi istiyoruz ya…!

„Hayal ettiğimiz ideallerimiz“ (ütopya) vardır. Onların asla „olmayacağını“ (distopya) düşünmek bizleri engelleyen unsurlar olup, kendimize vurduğumuz zincirlerdir. Bunu bildiğimiz halde onları söylemekten, hayal etmekten kaçınmayalım. Zira ne hayaller vardır ki, karamsar düşüncelerin olmazlığını „olura“ (eutopya) döndürerek dünyayı değiştirmiş, insanlığa yeni bir dünyanın ufuklarını açmıştır.
Allah’ın gücünde şüphe mi edelim de, hayallerimize zincir vuralım!

2/148: „Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.“ // Bakara Suresi, 148. Ayet.
O halde niye duruyoruz ki? Haydin, hep beraber hayırlara koşalım!

M.N.Sunguroğlu
17.10.2017

 

ŞİİR Mİ DEDİN…? BU ARA OLMUYOR İŞTE

ŞİİR Mİ DEDİN…?

>>Teknolojide zirveyi zorlayan insanoğlu, medeniyette geriye doğru ilerlediğinin farkında olmadan yoluna devam ediyor. Oysa ki teknoloji; asıl medeniyetin bir parçası olmalıydı.

Çok mu karamsar oldu… önemli değil, ciddiye almayın vesselam…<<

Yok, hayır…bu günlerde tıkanmışım, kalem mürekkep tutmuyor, beceremiyorum, heceler, kelimeler nakış tutmuyor. Ruhumu okşayacak, yüzümü güldürecek bir haber gelmiyor bu aralar; herhalde ondandır.

Nereye baksan bir azgınlık, nereden bir ses gelse içerisi dert dolu. Her an hedefe kilitlenmiş gibi denizler üzerinde yüzen azgın savaş gemileri ile dolu Okyanuslar.

Barışı ararken, savaşı kutsallaştıran insanlarla dolu dünya. Din mezhep, dil ırk kavgaları devam ederken, güçlünün kılıcı zayıfın başında dönüp duruyor. Vicdanlar ise, sessizliğin gölgesinde huzuru arayadursun, yoksulun emeğinin verilmediği bir sosyal düzen var ki; barışın önünde yıkılmayacak bir duvar gibi abideleşmiş vaziyette bekleyişine devam ediyor.

Zaten hiç bir zaman temiz olmayan siyaset, gittikçe daha da kirlenmeye devam ederken; yalanların içerisinde saklı olan doğrular boğulurcasına sessizliğe bürünüyor. Koltuk kavgası için verilen mücadelede her şeyin çare olarak kullanıldığına şahit oluyoruz.

Oysa ne yok ki bu dünyada… Her şeyden o kadar çok var ki, bir dünya daha barındırır da artar bile.

Soğuk savaşın Doğu-Batı çatışması, yerini Kuzey-Güney çarpışmasına bırakarak, dünya silah sanayinin pazarı olmaktan kendini kurtaramadı. Sömürülenlerin sömürenlere doğru çıktığı yolculukta yaşamlarını Akdeniz’in sularında bırakırken, kendi koyduğu değerleri çöpe atmış bir Avrupa ile insan haklarının girdabında boğulan bir insanlık yaratıldı.

Sosyal düşünceden arındırılmış bir demokrasi düzenine doğru hızla yol almaktayız. Oysa ki; içerisinde sosyal olmayan bir demokrasi, demokrasi olmaktan çok uzaktır. Hak ve hukukun üstünlüğünün zede aldığı, anayasal kanunların kişisel arzulara teslim olduğu bir dünyada, demokrasiden söz etmek, Kuzey kutbunda buzdolabı satmaktan ne farkı vardır ki.

Teknolojide zirveyi zorlayan insanoğlu, medeniyette geriye doğru ilerlediğinin farkında olmadan yoluna devam ediyor. Oysa ki teknoloji; asıl medeniyetin bir parçası olmalıydı.

Çok mu karamsar oldu… önemli değil, ciddiye almayın vesselam…

Mehmet Nuri Sunguroğlu

29. Nisan 2015

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ PROVOKASYON OLURSA

DERGIParis’te çıkan Charlie Hebdo dergisinin saldırıdan sonra yayımladığı son sayısında ifade özgürlüğü maskesinin arkasına saklanarak yayımladığı karikatürler, bilgi akımının dışına çıkarak soğuk savaş zihniyetine dönmüştür. Başka dine inanan milletlerin inançlarına saygı duyamayan basın organları; ifade özgürlüğüne darbeyi ilk vuranlardır!
Saldırı öncesi yaptığı gibi, saldırı sonrası da intikam alırcasına Provokasyon yapmaya devam eden Charlie Hebdo dergisini şiddetle kınıyorum !!!

ÖZGÜRLÜK VE TERÖR ÇİFTE STANDARTLI OLAMAZ !

[Avrupa; kendi koyduğu değerleri yeniden gözden geçirmelidir.]

>>Yıl 1998. Madam Danielle Mitterrand şu sözlerle dikkat çekmeye devam ediyor.

‘“Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde çok özel bir yeri var. Yıllardır Apo için mücadele ediyorum. Öcalan iade edilemez; çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Roma’ya giderek Apo ile görüşeceğim.<<

PARISParis olayları için herkes ayağa kalktı ve kucağındaki taşları döktü. Bende bu arada, yerli ve dünya basını takip etmeye çalıştım. Bir avuçta olsa, benimde kucağımda birikmiş taşlar var.

Bu taşları kimsenin bahçesine değil; tüm insanlığın ortak bahçesine dökmeyi bir dünya vatandaşı olarak kendim için görev görüyorum!

Paris’te 12 kişinin hayatını kaybettiği Charlie Hebdo dergisine yapılan terör saldırısından bir daha gördük ki; terörün dini imanı milliyeti ve ülkesi olmaz. Terörü savunanlar bilmelidirler ki; bir gün kendi kapısını da mutlaka çalacaktır.

Türkiye Cumhuriyetinin 1970 yıllarından beri başına bela olan terör saldırılarına destek veren siz batılılar; 11 Eylül New York çifte kulelere yapılan saldırıya kadar, terörün ne kadar aşağılık bir bela olduğunu bilmek istemiyordunuz. Koymuş olduğunuz değerler ölçüsünde; dünya terörünü „özgürlükçüler“ olarak algılamaya çalışan ve destek verenler de sizler idiniz.

Aynı çatı ve bayrak altında yaşayan milletlerde kendi devletine karşı silaha sarılanları „özgürlük istiyorlar“ diye destek çıkarak cesaretlendiren de siz Batılılardır.

Tüm bunları yaparken, dünyanın bir çok yerlerindeki devlet eliyle yapılan terörü de görmezden gelerek göz yuman da siz Batılılardır. Terörün dini imanı olmadığını; Camiye, Kiliseye, Sinagog gibi hiç bir ibadethaneye sığmayacağını anlamanız için; New York, Madrid; London ve İstanbul gibi metropol şehirlerde onlarca insan yaşamını vermeliydi.

Özellikle son terör olaylarının muhatabı olan Fransızlar; terörü desteklemekte ilk sıralarda olması kaderin cilvesi-midir bilinmez ama; umalım ki bu acı ve lanet olası terör saldırısından sonra kendi değerlerini yeniden gözden geçirirler.

Türkiye Cumhuriyetine karşı takındıkları hasmane tutumlarını yeniden masaya yatırarak, içinde bulunduğumuz Ermeni tehcir olaylarının 100. yıl dönümünde „ifade özgürlüğünün“ izahını tarafsız olarak yeniden dizayn ederler.

Henüz tarihin karanlıklarına gömülmemiş olan; PKK terörüne destek veren eski Fransa Cumhurbaşkanının eşi madam Danielle Mitterrand’ın PKK ve onun terörist başı için nasılda sempatiden öteye sevgi duyduğunu, onunla mektuplaştığını, kalbinde özel yeri olduğunu ve ona nasıl da taptığını kendi ifadelerinden yeniden okuyarak, dünya terörüne asla destek verilmez olduğunu anlarlar.Madam Danielle Mitterrand’ın onlarca basın açıklamalarından sadece bir tanesini buraya alıyorum. Umarım ki; okurlar benim yukarıdan beri neyi anlatmaya çalıştığımı anlarlar.

Yıl 1998. Madam Danielle Mitterrand şu sözlerle dikkat çekmeye devam ediyor.

‘“Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde çok özel bir yeri var. Yıllardır Apo için mücadele ediyorum. Öcalan iade edilemez; çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Roma’ya giderek Apo ile görüşeceğim.

Fransa Özgürlükler Vakfının başkanı da olan Madam Danielle Mitterrand, tüm Fransız parlamenterlere gönderdiği bir broşürün ön sözünde şu cümlelerin yer aldığının nasıl yorumlanacağını bilmeyen var mı dır.

‘‘Kürtler, bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde özel bir yeri var. Yıllardır onlar için mücadele ediyorum. Kürtler François’nın (Fransa umhurbaşkanı François Mitterrand) Cumhurbaşkanı olduğu dönemden bu yana, yaşamımda önemli bir yer tutuyor. Bunun için de artık korkmuyorum ve ulus olarak var olma haklarını savunmaktan çekinmiyorum.

Evet değerli okurlar, devletine karşı isyan edenleri koruyan milletler, bir gün acı da olsa aynı duyguyu kendileri de yaşamaktan gerye kalmazlar. Özgürlük ve terör çifte standartlı olamaz. Avrupa kendi koyduğu değerleri yeniden gözden geçirmelidir.

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

12.01.2015

 

HUKUK DEVLETİ OLMAK

Christian WulffALMANYA TARİHİNDE İLK DEFA BİR CUMHURBAŞKANI HAKİM ÖNÜNDE.

Almanya tarihinde ilk defa bir Cumhurbaşkanı hakim önüne çikarılarak kendisine 753 Avro ve 90 Cent için hesap soruluyor.

Aşağı Saksonya eyalet  başbakanlığından 2010 Yılında Almanya’nın Cumhurbaşkanlığına seçilen Christian Wulff, ( Foto: Martina Nolte  http://creativecommons.org/licenses/by-sa/3.0/de/legalcode  ) dün Hannover’de hakimin huzurundaydı.

Peki; Almanya’nın eski Cumhurbaşkanının suçlu olmasına sebep veren olay nedir? Ne olmuştu da savcılar bir Cumhurbaşkanına karşı dava açmışlardı?

Basında çikan bir çok iddialardan fazla bir şey kalmamıştı. Kala kala, bir aile dostu tarafından davet edildiği Bavyera’daki meşhur Ekim festivaline katılması ve Münih’te kaldığı otelin masrafları davet eden dostu tarafından karşılanması. Hesapmı ne kadar?

Tam  753 Avro ve 90 Cent.

20 bin Avro para cezası karşılığında davanın düşmesi için kendisine yapılan teklifi kabul etmeyen eski Cumhurbaşkanı  Christian Wulff, mahkemenin dünkü birinci celsesinde suçsuz olduğunu tekrarlayarak; “bu davetten her hangi bir avantaj, ya da daveti yapana avantaj uygulamak gibi bir durumun söz konusu olmadığını söyledi”.

22 celse sürecek olan davanın sonu merak edilmektedir.

Christian Wulff kimdir?

1959 yılında Almanya’nın Osnabrück kentinde katolik bir ailenin çocuğu olarak doğan Christian Wulff, liseyi bitirdikten sonra Osnabrück Üniversitesi’nde hukuk fakültesini bitirdi. 1987 ve 1990 yıllarında iki devlet sınavına girerek savcı olmaya hak kazandı.

Daha sonra Aşağı Saksonya eyalet başbakanı olarak görev yaparken Almanya Cumhurbaşkanı olan Christian Wulff, 2012 Yılında hakkında yapılan basın kampanyaları sonunda makamından istifa etmişti.

Cumhurbaşkanı iken yaptığı konuşmada ilk defa İslam inancını Almanya’nın bir gerçeği olduğunu söyleyen Christian Wulff, “İslam Almanya’nın bir gerçeğidir” sözü için çok eleştiri almıştı.

Sevgiyle kalın.

Mehmet Sungur

VARLIĞINI, TÜRK VARLIĞINA BORÇLU OLANLAR…AMA; ARMAĞAN EDEMEYENLER

01-Osman>>Demokratikleşme Paketindeki en önemli maddelerden biri de ilkokullarda Andımızın kaldırılması oldu. Bunun üzerine gelen tepkilere Başbakanın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’dan cevap geldi. Andımızın farklı kesimleri rahatsız ettiği için kaldırıldığını ifade eden Akdoğan, “Tek tip buyurgan kısmen faşist bir anlayış olarak uygulanmış. O metnin içeriğinde çok farklı tabirler var. Muhafazakar kesimler de rahatsız olabiliyor. Metin farklı toplum kesimlerini rahatsız ediyor” demiş. / Hürriyet 2 Ekim 2013<<

 

Tabi ki kimse Türk olmak zorunda değildir. Ancak hiç bir Türk’te, Türk olduğu için, Türklüğüyle övündüğü için yadırganamaz. Üstelik tarih yazmış bir milletin çocukları olarak, Türk olmakla gurur duymaları, duyabilmeleri bir sorumluluktur. Tarih göstermiştir ki, kimliğiyle övünemeyen milletler tarih sahnesinden silinmişlerdir.

 

Gelelim andımızdaki rahatsız eden kelimelere.

1933 Yılında, zamanın Milli eğitim bakanı Dr. Reşit Galip tarafından yazılan ve okullarda her sabah okutulan andımızın asıl metni şöyledir.

 

ÖĞRENCİ ANDI (1933)

 

Türküm, doğruyum, çalışkanım.

Yasam; küçüklerimi korumak,

büyüklerimi saymak,

yurdumu, budunumu özümden çok sevmektir.

Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir.

Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.

 

Daha sonra 1972 ve 1997 Yıllarında değiştirilmiş, biraz daha genişletilerek: >>Ey büyük Atatürk!

Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, hiç durmadan yürüyeceğime and içerim.

Varlığım, Türk varlığına armağan olsun.

Ne mutlu Türküm diyene! <<

 

Şimdi gelelim bu andımızda ki rahatsız eden kelimelere.

 

Andımızda ki rahatsız eden kelimeler hangileri olabilir? Faşist düşünce hangi kelimelerde saklıydı?

Belli ki bunlar olamaz! >> “doğruyum, çalışkanım. İlkem, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi, özümden çok sevmektir. Ülküm, yükselmek, ileri gitmektir.<<!

Geriye ne kaldı?

Türk ve Atatürk kaldı.

Yani: Andımızı faşist yapan kavramları iki kelimede toplayabiliriz. Türk olmak ve bir enkazdan yeniden kurulan Cumhuriyetin kuruluşunda önderlik yapan Atatürk kelimeleri.

 

Birde: Ne mutlu Türküm diyene! Var andımızda.

“Ne mutlu Türk’üm diyene” cümlesi; bir tespittir, kimseyi Türk olmaya zorlamaz.

 

Başka ne kaldı? “Varlığım Türk varlığına armağan olsun.”!

 

Şimdi biraz geriye gidelim, tarihin sayfalarını açalım!

 

Roma yıkılmıştı ama, Avrupa ve Papalık Roma İmparatorluğunu unutmamıştı. Roma İmparatorluğunun dünya üzerinde tek hakimiyet iddiasını miras olarak kabul eden Avrupalılar ve Hristiyan inancının bağımlıları; kendilerini dünyanın tek sahibi olarak görmekteydiler. Bu hedefin gerçekleşmesinde her şey mubahtı. Misyonerliğin yanında savaşlar ve kan dökmekten çekinmeyen bu düşüncenin sahipleri…bir gün kendilerine: “dur”!…diyen bir gücün olabileceğini dahi akıllarından geçiremiyorlardı.

İşte bu zaman diliminde Türkler dünya sahnesine çıktılar. İslam dinine en büyük hizmeti Veren Türkler, Avrupalıların dünya üzerinde tek hakimiyet sahibi olmak iddialarına son verdiler. Malazgirt’ten çok daha öncesine dayanan Türk akınları, Anadolu üzerinden Viyana önlerine kadar kanat gerdiler.

 

Peki…ne idi bu kadar kısa bir zamanda bu kadar genişleyebilmenin sırrı?

 

Avrupa tarihçilerine göre…; bu sırrın özelliği: Türklerin “tolerans ve ayırım yapmadan uyguladıkları yönetimlerinde saklıdır. Himayelerine aldıkları milletleri de kendi milletleri kadar korumalarında saklıdır”. Bu koruma sorumluluğu, Balkanlar dahil bir çok ırkların hala var olabilmesinin sebeplerindendir.

Yıllardan beri ülkemizde bir kardeş kavgası yürütülmektedir. Binlerce insanımız yaşamını kaybetti. Millet olarak tüm enerjimizi bu kavga için harcadık. Haklıyı haksızı aradık. Sanki ülkemizde bazı kesimlere bazı makamlar yasakmış gibi inandırılmaya çalışıldık.

Ülkemizde her mevsimin günlük güneşlik olmadığını biliyoruz. Ancak bu durum hepimiz için aynı değilmiydi?

 

Şimdi herkes şapkasını önüne koysun ve düşünsün!

 

Türkiye Cumhuriyeti içerisinde yaşayan halklar, bu günkü hürriyet ve özgürlüklerini kimler ile muhafaza edebilmişlerdir?

Türk olmayı ayıp sayanlarla mı?

Atatürk’ün devrimlerine sahip çıkmayı aşağılayanlar mı?

“Varlığım Türk varlığına armağan olsun”! …diyemeyen kesimlerle mi?

 

Bu kavramları; ayıp, baskıcı, faşist olarak gören ve düşünenler, belli ki Türk milletinin tarihini tam anlayamamışlardır. Andımızı; Çanakkaleyi geçemeyen yedi düvelin gözüyle görmüşlerdir. Her milletin bir övünme kaynağı vardır…ve olmalıdır da. Türk olmakla övünmek ne faşist bir düşüncedir, nede baskıcı bir zihniyettir. Eğer Ülkemizde baskı ve faşist düşünceler uygulanmış sa…bunda Türk olmak değildir asıl suç; özgür ve hür düşüncenin, demokrasinin geliştirip insan onuruyla eşitliğe çıkarılamadığı-dır bunun sebebi.

 

Evet…tarihe yenilmeyen Türk milleti; kendi isteğiyle kendisini tuzağa düşürmüştür. Kapan açılıp ta kuyruk kurtulduğunda, Atını alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olacak. Bize de kuyruk acısı kalacak…Avrupalıların 1453 Yılından beri geçmeyen İstanbul’un kuyruk acısı gibi(?)

 

Sevgiyle kalın.

Mehmet Nuri Sungur

 

mns.

 

 

 

 

 

 

 

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm – IV –

demokrasi-4DEMOKRASİ İLE CUMHURİYET
Bir cumhuriyetin tam demokratik cumhuriyet olabilmesi için, gönüllü birlikteliklerle bir arada bulunan o ülke halklarının tüm kesimlerinin, çoğulcu özgür iradeleri ile katılımcı olarak yönetim ve denetim süreçlerine doğrudan katıldığı, demokrasiyi tüm sivil kurum, kuruluş ve kadroları ile var ettiği ve çok kimlikli, değişik inançlı ve çeşitli kültürlerin bir mozaik oluşturacak şekilde bir arada yaşamasına olanak veren bir devlet yapılanmasının gerçekleştirilmesi gerekir.

DEMOKRASİ İLE SEKÜLER/ LAİK DEVLET
Liberal demokrat düşünürler tarafından ortaya atılan dinin siyasetten ayrılması düşüncesinin genel adı olarak karşımıza çıkar.
Liberal demokratlar; demokrasinin “çoğunluğun tiranlığına/diktatörlüğüne” dönüşmesini engellemek için devletin tüm dinlere aynı mesafede kalmasını bir zorunluluk olarak görürler. Laik devletlerde yasalar belli bir dine göre şekillendirilemez ve dini kurumların siyasete karışması yasaktır. Bu türden devletlerde kişiler dini inançlarına bakılmaksızın, aynı mahkemelerde ve aynı kanunla yargılanır. Laik devletlerde din ve vicdan özgürlüğü vardır ve bu yüzden herkes inandığı dinin gerekliliğini yerine getirme veya hiçbir dine mensup olmama özgürlüğüne sahiptir. Farklı dinlerin din bilginleri ve din bilimcileri, çeşitli dinler açısından düşünsel anlamda sekülerizme karşı çıksalar da, dini temsil eden çevrelerde demokrasi genelde kabul görmüştür. Hatta sekülerizm karşıtı bazı din adamları, demokrasinin sekülerizm olmaksızın var olabileceği görüşünü ileri sürmüştür.

DEMOKRASİDE GÜÇLER AYRILIĞI İLKESİ
Güçler ayrılığı ilkesi yasama, yürütme ve yargı kurumlarının, devletin farklı organlarında bulundurularak iktidarın tek elde toplanmasını engellemek ve bu üç kurumun birbirlerini denetleyebilmesini sağlamak anlamına gelir.
Devlet iktidarının üçe bölünmesi ve bunların ayrı organlara verilmesi gerektiği yolundaki yaklaşım, siyasal rejimlerin sınıflandırılmasında da temel alınmıştır. Buna göre yasama ve yürütme güçlerinin bir elde toplandığı rejimlere “güçler birliği”, bu yetkilerin birbirinden bağımsız ayrı organlara verildiği sistemlere ise “güçler ayrılığı” sistemleri adı verilmektedir.
Bazı düşünürler iktidarın gücünü yasama, yürütme ve federatif olarak ayırır. Burada federatif güç, bütün topluluk, savaş, barış, birlik, ittifak ve devletin kendi dışındaki bütün kişiler ve topluluklarla her türlü işlemi yapma gücü olarak ifade edilir.
İktidarın paylaşımı sayesinde demokratik yollarla iktidara gelen kişiler kendi tiranlıklarının kurmaları engellenmeye çalışılmıştır. Güçler ayrılığı ilkesi ile karşılıklı denetimin önemi, özellikle II. Dünya Savaşı öncesi Adolf Hitler’in demokratik yollarla iktidara gelmesinden sonra daha da rağbet görmüştür.

DEMOKRASİNİN ARAÇLARI NELERDİR?
Demokrasinin oluşmasını sağlayan, demokrasinin gelişmesini amaçlayan kurum ve oluşumlar aslında birçok siyasi sistemde de mevcuttur. Her devletin bir anayasaya sahip olması veya her ülkede siyasi parti bulunmasına rağmen, yönetim şekilleri olarak isimleri değiştirilir. Çünkü önemli olan bu kurumlar arasındaki ilişkilerdir.

1- Parlamento:
Demokraside meclis, rekabet ve eşit oy ilkeleriyle halkın temsilcilerinin oluşturduğu bir kurumdur. Meclis sistemleri hem nitelik hem de nicelik olarak her ülkede farklı gelişmiştir.
Tek meclisli sistem, çift meclisli sistem ve başkanlık sistemi olarak genelleştirebiliriz. Yine görev olarak, güçler ayrılığı ilkesindeki yasamayı yapan kurum olarak genelleştirebiliriz.
Meclislerin işlevleri ise; yasama, temsil, denetleme ve meşruluktur.

2- Siyasi partiler:
Partiler temsil işlevi için kullanılan araçlardır. Demokratik ülkelerde siyasi parti bireylerin aktif siyaset yapacakları alanlardan biri ve en önemlisidir. Ülkelerdeki seçim sistemlerine göre iki partili sistem ya da çok partili sistem oluşur.
İngiltere’deki gibi iki partinin ağırlıklı olduğu sistemler, seçmenlerin çoğunluğunun bulunduğu “orta alandaki” bir yoğunlaşmaya yol açma ve daha radikal düşünceleri dışlama eğilimindedir. Her bir partinin çok sayıda görüşü temsil ettiği düşünülür.
Çok partili siyasi sistemlerde ise düşünceler daha doğrudan temsil edilir. Dinsel, etnik veya sınıfsal düşünceleri temsil ettiğini düşünen partiler bulunur. Bu halkın egemenliğinin meclise daha fazla yansımasını sağlarken, mecliste farklı görüşlerde bulunan birçok parti olduğu için istikrarın sağlanması güçleşir.

3- Anayasa:
Anayasa, bir devletin temel kurumlarının nasıl işleyeceğini belirleyen yazılı belgelerdir. Ayrıca kişisel hak ve özgürlükler bu belgede belirlendiği için çoğunluğun yönettiği bir toplumda iktidarda olanların sınırlarını belirler. Demokrat düşünürler tarafından çoğunluğun tiranlığının kurulmasını engelleyecek bir devlet organı olarak kabul edilir.

4- Sivil toplum örgütleri:
Sivil toplum örgütleri demokrasiyle ortaya çıkan bir örgütlenme değildir ama demokrasiyle önem kazanmıştır. Sivil toplum, modern manada anlamını demokrasi ile kazanırken, demokrasi de katılım problemlerin çözümünü sivil toplum ile sağlamıştır. Birbirleriyle ortak amaçlara sahip insanların oluşturdukları grupların seslerini ve isteklerinin daha fazla duyurabilmenin bir yoludur.
Örneğin, devletin ekonomideki katılımını azaltmaya çabalayan iş adamları, devletin sosyal hizmetlerinde eşitliğin sağlanmasını amaçlayan örgütler ve işçilerin veya memurların yaşam kalitelerini arttırmaya çalışan sendikalar gibi çeşitli amaçlarla toplanmış ve bunun için demokrasiye katılımı güçlendirmiş ayrıca bir bakıma halkın temsilcilerini kendi amaçları doğrultusunda denetleyebilen, ya da kendi amaçlarına ulaşmak için kamuoyu yaratmaya çalışan gruplardır.

5- Kolluk kuvvetleri:
Ordu ve polis güçlerinin demokraside ne kadar bulunduğu, ne kadar bulunması gerektiği her zaman tartışma konusu olmuştur. Dış tehlikelere karşı ordunun, iç düzen içinde polisin silah tekellerinin bulunması onları demokrasi için gerekli kılmakla birlikte, demokrasiyi kaldırma veya kesintiye uğratma güçleriyle de tartışma konusu yapmıştır.
Gelişmiş demokratik ülkelerde sivil siyasetçiler, hem hukuken hem de fiilen ordunun üstündedir ve ordu siyasi karar alma mekanizmasının içine olabildiğince az katılır. Özellikle Soğuk Savaş sonrası sivil siyasetçinin üstünlüğü giderek artmaktadır.
Demokratik olarak yeterince gelişmemiş ülkelerde ise askerler, danışma kurullarıyla doğrudan ya da dolaylı olarak karar alma mekanizmasının içinde bulunur. Bu tip ülkelerdeki ortak özellik; ordunun ülke içindeki kurumlar arasında en ileri teknolojiye sahip ve modern dünyaya en yakın olan kurum olmasıdır.
Ordu genellikle ekonomik gerilik, iç karışıklıkların artması, sivil yönetimin meşruluğunu kaybetmesi, ordu ve hükumet arasındaki ihtilaf veya uluslararası kamuoyunun darbe yönündeki olumlu yaklaşımı gibi sebeplerle siyasete müdahale eder.
Polis ise “yönetici sınıfın çıkarlarında hareket etmeye başlarsa ne olur ?” sorusuyla düşünürlerin üzerinde durduğu bir konudur.
Ünlü düşünür Aristo’nun: “Muhafızlardan kim muhafaza edecek ?” sorusu bu kaygının çok eskilere dayandığını gösterir. Polis gücünün demokrasinin sağladığı hak ve özgürlükleri kısıtlamaması ve gerektiği zaman yargıya hesap verebilmesi gerekliliği demokratik düşünürlerin ortak tavrı olmasına rağmen, bunun nasıl ve ne kadar yapılması gerektiği konusunda görüş ayrılıkları yaşanır.

SONUÇ:
DOĞUŞTAN HAKKIMIZ OLAN DEMOKRASİ VE ÖZGÜRLÜK, SORUMLULUK İSTER!
Özgürlüğün sınırsız olduğunu düşünen bireyler, sorumluluk duygularının yok olduğu bir toplumun başlangıcıdır. Oysa; sorumluluk duygularından yoksun bir toplumda, sevgi, saygı ve barıştan söz edilemez.
Kişinin tabii hakkı olan yaşam, fikir ve düşünce özgürlüğü sorumluca kullanılmazsa… özgürlüğe ve demokrasiye vurulan ilk darbe olur ve kendisini dejenere eder.
Yazımı, Hitler faşizminden kaçarak kurtulan ve savaş sonrası tekrar geri dönen Almanya eski Şansölyesi Willy Brandt’ın 1970 yıllarında ülkesinde daha fazla demokrasi isteğiyle söylediği bir cümleyi eklemek istiyorum.
Willy Brandt : Wir wollen mehr Demokratie wagen!/ Daha fazla demokrasi için cesur olmalıyız!
***
Bu yazıyı takıp eden değerli okurlar!
Dört bölüm halinde yayınlanan “DEMOKRASİ NEDİR?” yazı serisinin sonuna geldik. Umuyor ve umut ediyorum ki; bilmediklerinizi öğrenmenize yardımcı, bildiklerinizi ise tazelemek imkanı bulmuş oldunuz.
Araştırmam sırasında kullanmış olduğum yerli ve yabancı kaynaklarda emeği geçenlere şükranlarımı sunarım.
Ayrıca: Yorumlarını esirgemeyen, fikir ve düşünceleriyle yazıya katkıda bulunan sn. Av. Mehmet Akyol’a özellikle teşekkür ediyorum.

Bir başka yazı serisinde buluşmak üzere, hepinizi selamlıyor ve saygılarımı iletiyorum!

Sevgiyle kalın…
Mehmet Sungur

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm -III-

popups-politik-verfassung-verfassung-frankreich_1791Demokrasi nedir?…sorusunu sorarken Fransız devrimini atlamak mümkün değildir.

FRANSIZ DEVRİMİ

Fransız Devrimi veya Fransız İhtilali olarak ta tarihe geçmiş olan olaylar; (1789-1799), Fransa’daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesinin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktası olan Fransız devrimi; dünyada milliyetçilik akımını başlatan en büyük etkendir.

Fransız halkı önceki dönemlere göre büyük bir evrimin başlangıcını gerçekleştirmektedir. Bilinçlenmekte olan Halk, sarayın, kralın, seçkinlerin denetiminden çıkmaya başlayarak, şehirlerde yaşayan pek çok burjuva, büyük bir atılım içine girmişlerdir. Kitaplar yaygınlaşmakta, aileler çocuklarını üniversitelere göndererek sağlam bir gelecek kurma yolunu tutarak kültürel seviyeyi yükselmekteydi. Bağımsız yayıncıların çıkarttıkları gazete, bildiri ve broşürler, kitlesel bilinçlenmeye yol açmaktadır. Bu koşullar da toplumsal değişim taleplerinin olgunlaşmasına yol açmıştır.

Feodal düşünceden kopmak istemeyen toprak sahipleri ve soylular, ayrıcalıklarını korumaya çalışmakta; bu sebepte burjuvaların soylu tabakasına geçmesini engelleyecek barikatları yükselmekteydi. Soylular statülerini koruma hevesindeyken, burjuvalar da ekonomik olarak güçlenmelerine rağmen; toplumsal haklarda söz sahibi olamamaktan şikayetçiydi. Kırsal nüfus ise üzerindeki vergi yükünün hafiflemesini istemektedir.

Devrimci düşünce, ülkede köklü yapısal değişikliklere gitmek gerektiğine inanan katmanlar arasında yayılmaya başlamıştır. Merkezi otorite ülkenin içinde bulunduğu evrimsel süreci kavrayamamış; ve eski yöntemlerle sorunları halletme yoluna yönelmek istemiştir. Oysa özellikle burjuva İngiliz devriminin etkisiyle geçici çözümle yetinmek değil, kitlesel olarak İngiliz modelindeki gibi “parlamenter monarşi rejimi” altında yönetime katılmayı arzulamaktaydı.

1789 Fransız Devriminde hazırlanan anayasa ile, Kralın yetkileri halkın seçeceği parlamento arasında bölünerek  daha adil bir yönetim başlatılmış oldu. Yapılan seçim sonunda Ulusal Konvansiyon hükumeti genel oy ve iki dereceli bir seçimle iş başına geldi. Fakat ilerleyen yıllarda Napolyon’un başa geçmesiyle demokrasiden oldukça uzaklaştı.

20. YÜZ YILDA DEMOKRASİ GELİŞİMLERİ

20. yüzyılda demokrasi hızlı bir değişme ve gelişme göstermiştir. Yüzyılın başlarında, I. Dünya Savaşının sonunda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının yıkılmasıyla birçok yeni devletler ortaya çıktı ve bu yeni ülkelerin devlet yönetimi genellikle, o döneme göre, demokratik sayılabilecek yöntemlere sahipti.

1929 yılında New York borsasının çökmesiyle (Black Friday/ Kara Cuma) ortaya çıkan büyük ekonomik buhran döneminin etkisiyle; Avrupa, Latin Amerika ve Asya’da birçok ülkede diktatörler ortaya çıktı. İspanya, İtalya, Almanya, Portekiz’de; Faşist diktatörlükler ortaya çıkmışken, Baltık ve Balkan ülkelerinde, Küba, Brezilya, Japonya ve Sowyet Rusya’da demokratik olmayan yönetimler iktidara geldi. Bu sebeple 1930’lar Diktatörler çağı olarak nitelendirilir.

II. Dünya Savaşından sonra sömürgecilik anlayışı son buldu ve tekrar birçok bağımsız ülke ortaya çıktı. Demokratikleşme hareketleri Batı Avrupa’da yoğunlaştı. Almanya ve Japonya’da diktatörlükler son buldu, silahlanma politikası yerine, II. Dünya Savaşı sonunda imzalanan anlaşmalarında etkisiyle, refah devleti olma amacını güdüldü.

20. yüzyıldaki en büyük çekişmelerden biri de, demokratik olmayan Sowyet bloku ülkeleriyle batı demokrasileri arasında gerçekleşen soğuk savaştı. Komünizmi yaymaya çalışan Sowyet Rusya ile diğer demokrasi çeşitleri arasından sıyrılmış liberal demokrasiyi yaymaya çalışan ABD liderliğindeki batı gurubu arasındaki çekişme, 1989 yılına kadar devam etmiştir.

Japon asıllı sosyal bilim adamı Francis Fukayama; Tarihin Sonu adlı makalesinde, “soğuk savaşın bitmesiyle artık liberal demokrasinin tüm dünyada yayılacağı” haberini verir. Nitekim bu demokratikleşme süreci, yakın dönemdeki Gürcistan’daki Gül Devrimi, Ukrayna’daki Turuncu Devrimi ile yoluna devam eder.

DEMOKRASİ MODELLERİ

Demokrasi tarihinde uygulanan sistemler oldukça çeşitlidir. Bunlar kısaca beş grup içinde toplanabilir:

1- KLASİK DEMOKRASİ:

Klasik demokrasi tanımı eski Yunan şehir-devletlerine dayanır. En iyi uygulayıcısı ve o dönemde en güçlü şehir olan Atina’dan dolayı, Atina demokrasisi olarak da adlandırılır.

Belli başlı tüm kararlar, bütün vatandaşların üye olduğu meclis veya Eklesya/Halk meclisi tarafından alınıyordu. Bu meclis senede en az kırk defa toplanıyordu. Tam zamanlı çalışacak kamu görevlilerine ihtiyaç duyulduğunda, bütün vatandaşları temsil eden küçük bir örnek olmaları için kura usulü ile veya dönüşümlü olarak seçiliyorlardı. Mümkün olan en geniş katılımın sağlanması için görev süreleri kısa tutuluyordu. Meclisin yürütme komitesi olarak faaliyet gösteren ve beş yüz vatandaştan oluşan bir konseyi vardı ve elli kişilik bir komite de bu konseye teklifler hazırlardı. Komite başkanlığı görevi sadece bir günlüktü. Bunun tek istisnası askeri konularla ilgili on generalin tekrar seçilebilme imkanıydı.

Atina demokrasisinin özelliği vatandaşlarının siyasi sorumluluklara geniş çapta katılma isteğinin bulunmasıydı. Tabi bunun en önemli sebebi, demokrasiye zıt bir şekilde uygulanan kölelik sistemiydi. Böylelikle oy verme hakkına sahip Atina doğumlu yirmi yaş üstü tüm erkeklerin günlük hayattaki sorumluluklarının çok büyük bir kısmını kölelerin sırtına yüklemişlerdi. Bunun dışında Atina demokrasisinde kadınların, metiklerin (şehirli olmayanlar) ve kölelerin oy kullanma hakları yoktu.

Günümüzde İsviçre’nin küçük kantonlarında halk meclisleriyle varlığını sürdürebilen klasik demokrasinin, daha büyük ülkelerde uygulanması teknik nedenlerden ötürü tercih edilmez.

2- KORUYUCU DEMOKRASİ

Orta Çağ yönetimlerinden çıkmaya çalışan Avrupalılar, 18. ve 19. yüzyılda demokrasiyi daha çok kendilerini hükumetin zorbalıklarından korumanın bir yolu olarak görmekteydiler. Korumacı demokrasi sınırlı ve dolaylı bir demokrasi modeli sunar. Pratikte, yönetilenlerin rızası düzenli ve rekabetçi seçimlerle sağlanır. Siyasi eşitlik böylelikle eşit oy hakkını ifade eden teknik bir kavrama dönüşür. Dahası; oy hakkı gerçek bir demokrasi için yeterli değildir. Bireysel özgürlükleri korumak için yasama, yürütme ve yargı üzerinden güçler ayrılığına dayalı bir sistemin tesisi şarttır.

3- KALKINMACI DEMOKRASİ:

Bireyin ve toplumun gelişimini esas saymıştır. Bu tip demokrasilerin en radikal olanı; Jean-Jacques Rousseau tarafından dile getirilmiştir. Ona göre bireyler ancak içinde bulundukları toplumun kararlarını şekillendirebilmesine doğrudan ve sürekli olarak katılımları halinde “özgür” olabilirler. Bu açıdan bakıldığında, doğrudan demokrasiyi tanımlamakla birlikte bu şekilde oluşturulacak genel iradeye vatandaşların itaat etmesi durumunda özgürlüğe kavuşacakları savıyla ayrılır.

Kalkınmacı demokrasinin, liberal demokrasiye daha ılımlı hali ise; John Stuart Mill tarafından dile getirilmiştir. Mill’e göre demokrasinin en büyük yararı, vatandaşların siyasi hayata katılımlarını sağlayarak, onların anlayışlarını ve duyarlılıklarını güçlendirmesidir.

Bu nedenle hiç bir ayırım yapmadan, ister kadın olsun ister fakir olsun, herkesin oy verme hakkının olması gerektiğini savunur. Ne var ki; John Stuart bu oy hakkını “eşit” olarak savunmamıştır. Örneğin vasıfsız işçinin bir oy, vasıflı işçinin iki oy, donanımlı meslek sahiplerinin ise beş oy hakkına sahip olması gerektiğini, böylelikle demokraside “çoğunluğun tiranlığı” korkusundan kurtulabilineceğini savunuyordu. Basitçe herkesin oy hakkının olmasını savunurken, çoğunluğun verdiği kararların her zaman doğru olmayabileceğini belirtiyordu.

4- LİBERAL DEMOKRASİ:

Demokraside önceliğin özgürlüğe mi yoksa eşitliğe mi verilmesi gerektiği tarih boyunca tartışılmış ve tarih, bu ikisini bir arada tutacak sistem teorisini üretme çabalarıyla sıklıkla karşılaşmıştır. Liberal demokrasi sistemi de bunlardan biridir. İçinde barındırdığı liberal kelimesiyle özgürlüğü, demokrasideki siyasi eşitlik kavramıyla da eşitliği temsil etmektedir.

Bunu düşünürken ekonomi disiplinindeki liberalizm ile siyaset disiplinindeki liberalizmin birbirinden ayırmamız gerekir.

Basit olarak liberal demokrasi; iktidarı halkın belirlediğini ancak bu iktidarın bireysel özgürlüklerle sınırlandığı bir siyasal sistem olarak belirtebiliriz.

Hoşgörü ve tüm fikirlerin var olabildiği bir rekabet ve siyasi eşitlik prensiplerinde gerçekleştirilen seçimlerle iktidara temsili bireylerin getirilmesi, liberal demokrasilerin temel nitelikleridir.

5- SOSYAL DEMOKRASİ:

Bu kavram; daha çok komünist rejimlerle yönetilen ülkelerin gelişmiş demokrasi çeşitlerini kapsamaktadır. Kendi aralarında farklar bulunmasına rağmen, liberal demokrasi sistemleriyle kesin olarak karşıt bir çizgidedir. Genel olarak siyasi eşitliğin yanında, sosyal demokrasi ile ekonomik eşitliğinde sağlanması gerekliliğini savunmuşlardır.

Karl Marx, kapitalizmin yıkılmasından sonra geçici bir proletaryanın devrimci diktatörlüğü’nün olacağını, sonradan ise proleter demokrasi sistemiyle komünist bir toplumun oluşacağını savunmuştur. Komünist devletlerde görülen demokrasi sisteminin fikir yapısı, Marx’tan çok Lenin’e aittir.

Bu ülkelerde, partilerin denetimsiz gücünün demokrasiyi gölgede bıraktığı eleştirisi yaygın olarak yapılmaktadır.

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm –III- sonu. Bölüm -IV- de buluşmak umuduyla…

Saygılarımla.

Mehmet Sungur

08.07.2013

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm -I-

demokrasi„Demokrasi yetim bir çocuğa benzer, her gün ve her yerde müdafaa edilmeye ihtiyacı vardır!“

ÖN SÖZ

Değerli okurlar!

Demokrasi nedir?…yazı serisini yayımladığımda ne kadar okunur diye hiç düşünmedim. Çünkü; yazının ne kadar okunacağından daha çok; bir vatandaş olarak azda olsa vermiş olduğum hizmet benim için daha önemliydi.

Dilimize „doladığımız“ demokrasi yönetim sistemi ülkemizde ne kadar anlaşılmıştır?…sorusunun cevabı bilinmesi için, önce demokrasiyi tanımlamak gerek ti. Antik çağdan beri evrim geçiren demokrasi sistemi, günümüzün en popüler yönetim sistemi olmasına rağmen…tam anlaşılamadığı da bir gerçektir. Bu durum sadece bizde değil, tüm dünya ülkelerinde az, yada çok farklı anlaşılanların olmasından dolayı, farklı uygulamalara da yol açmıştır.

Ancak; demokrasinin gelişiminde önemli rol oynayan Avrupa, diğer ülkelere kıyasla demokrasiyi en iyi uygulayan ülkeler olarak tanımlanabilinir…eksikleri olsa da(?)

Bizler Türkiye olarak uzun yıllar mutlakıyet ile yönetildiğimiz için, ne yazık ki; demokrasinin evrim gelişimine fazla bir katkımız olmamıştır.

Cumhuriyet döneminde; yani son 90 yıl boyunca demokrasiyi yaşamaya ve demokrasi ile yönetmeye çalışmaktayız. Ne yazık ki; bu zaman içerisinde bir çok sektelere uğrayan demokrasi yönetimi, kendisini geliştirmekte zorluklar içerisinde bazen yorgun düşmüştür. Yorgun düşmüştür…çünkü onu anlamakta geç kalmışların eline düşmekten kendisini kurtaramamıştır.

Son 10 Yıldan beri demokrasiyi daha da ileri getirmek isteyen ülke yönetimi; „ileri demokrasi“ kavramıyla şaşırtıcı bir terim kullanırken, kendilerinde aynı gelişimin olduğu söylenemez. Bunun en basit örneğini; ifade özgürlüğünün ve hukukun üstünlüğünün olmayışıyla göstermek mümkündür.

Günümüzde demokrasinin beşiği olan bazı Avrupa devletleri dahi „ileri demokraside yaşadıklarını“ iddia etmekten kaçınırken; bizde bazı politikacılar „ Türkiye’de birinci sınıf demokrasi“ olduğunu halka anlatmaya çalışıyorlar.

Sadece bize olsa, bu söyleve amenna diyerek katlanırız. Çünkü biz çok şeylere katlanmaya alışık bir milletiz. Ne var ki; bu iddialarını demokrasiyi çok iyi bilen ülkelerin yönetimlerine de anlatmaya çalışıyorlar. Bu anlatım içe dönük popülist bir davranış olsa da…başka ülkeler için bu sadece bir “tebessüm” değerini aşmayan bir söylemdir. Çünkü; bireylerin hayalindeki noksansız demokrasiyi oluşturmak zaten mümkün değildir.

Ancak; eğitim düzeyi ne kadar yüksek olursa, demokrasi sistemi de o kadar güzel olur. Birde bunun yanında tabular haline bürünmüş gelenekler vardır ki…onları hangi sisteme koyarsanız koyun, rahat edebilmeleri mümkün değildir.

Özünde insan onurunun saklı olduğu demokrasi, ancak yaşanarak ve kurallarını benimseyerek mümkün olabilir. Bir bütün olarak ithal edilemeyen demokrasi…bir bütün olarak ta ihraç edilemez.

Bir başka ülkeye: “Size demokrasi getiriyoruz” diye savaş açmak sa…olsa olsa bir insanlık suçu olur. Savaş en son çare olmalıdır. Birilerine demokrasi getirmek için milyonlarca insanın canına, malına, ırzına tecavüz etmek, ne demokrasi ile bağlaşır nede bir başka sistem ile.

Demokrasi evde sevgi ve saygıyla başlar, okulda, sokakta, öğrenilir, toplumda tatbik edilir ve yüce meclisimizde istismar edilmeden tüm topluma eşit olarak uygulanır.

Demokrasi yetim bir çocuğa benzer, her gün ve her yerde müdafaa edilmeye ihtiyacı vardır. Geçmişte görülmüştür ki, demokrasi ile seçilenler, sonradan diktatör olabiliyor. Örnek olarak tarihin en korkunç savaşlarında olan 2. dünya savaşını başlatan Almanya eski Şansölyesi

Adolf  Hitler’i gösterebiliriz. Yakın tarihimizdeki Irak savaşı da seçilen bir başkan tarafından yapılmıştı.

Saygılarımla

Mehmet Sungur

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm -I-

GİRİŞ

Var oluşundan beri en çok tartışılan ve gelecekte de tartışılacağı kesin olan demokrasi rejimi, aslında bir kaç paragraf ile anlatılacak kadar kısa olmasına rağmen, hakkında en çok yazılar yazılan bu idare sistemi; tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir.

Özünde; insan onurunun ifadesi olan „demokrasi“ kavramı, yönetim sistemi olduğundan beri çok badireler atlatmasına rağmen, yine de kendisini kabul ettirebilen bir çekici güce sahiptir.

Yazının uzunluğu nedeniyle bölümler halinde vermek istediğim bu yazının girişinde, sözü; demokrasinin asıl amacının ne olduğunu hukuksal olarak çok güzel anlatımıyla bize sunan, sn. Avukat Mehmet Akyol arkadaşımıza bırakıyorum.

1-        Seçim

Seçim, demokrasinin ön şartı olması nedeniyle, seçmenin özgür iradesini kullanma hakkıdır.

2-        Hukuk devleti

Yargının bağımsızlığının garantisi olan hukuk devleti, yargı kararlarının adaletli olarak vatandaşa yansıması olduğu için, demokrasinin olmazsa olmazlarındandır.

3-            Özgürlük ve eşitlik

Kişinin düşüncelerini ifade edebilmesinin yanında, devletin milletine verdiği tüm haklardan eşit olarak faydalanabilmesi, demokrasinin eşitlik ilkesi olarak sistemi tamamlayan vaz geçilmesi mümkün olmayan hak olarak demokrasinin bölünmez parçasıdır.

4-            Çoğunluğun yönetim hakkı

Seçmenin özgür iradesiyle seçilen çoğunluk, yönetim hakkına sahiptir. Seçim kanunlarının topluma ne kadar uygundur olmasını, bağımsız yargının kararına bağlıdır.

5-        Azınlık haklarına saygı göstermek

Azınlık haklarına saygı göstermek, demokrasi sisteminin, insan onuruna olan borcudur. Azınlık nedeni ne olursa olsun; gerek inanç, gerek ırk olarak vb. Her halükarda korunması ve eşitlik ilkelerine uygun olarak uygulanmasıdır.

6-        Laiklik ilkeleri

Ülkemizde bir türlü açıklığa tam kavuşmamış olan Laiklik kavramı, demokrasilerin temel taşlarını oluşturan ve topluma asıl özgürlüğü veren kavramdır. Laiklik olmadan demokrasi olmasının mümkünatı yoktur.Zira,laik anlayış insanların inançlarına,yaşantılarına saygılı ve eşit mesafededir.

DEMOKRASİ KAVRAMI

Yunanca “dimokratia” sözcüğünden türemiş olan demokrasi kavramı, Türkçe’mize Fransızca olan “démocratie” sözcüğünden geçmiştir. Genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen, üniversiteler, işçi ve işveren organizasyonları ve bazı diğer sivil kurum ve kuruluşlar da demokrasi ile yönetilebilirler.

Demokrasinin ana yurdu olan Eski Yunan’daki filozoflar Aristo ve Eflatun, demokrasiyi eleştirmişlerdir. O zamanlarda halk içinde “ayak takımının yönetimi” gibi aşağılayıcı kavramlar kullanılmıştır. Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın olarak kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir. Artık siyaset bilimciler hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişler ve; liberal, komünist, sosyalist, muhafazakar, anarşist ve faşist düşünürler kendi demokratik sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Bu sebeple demokrasinin çok fazla sayıda değişik tanımı oluşmuştur. İngiltere’nin eski başbakanlarından Winston Churchill’e demokrasi hakkında ne düşünüyorsunuz?…diye sorduklarında şu cevabı verdiği tarihe geçmiştir.

Winston Churchill: Demokrasi rejim olarak en kötü yönetim sistemidir. Ancak; bu güne kadar daha iyisini bulamadık….diye yanıtlamıştır.

Birinci bölümün sonu.  DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm  -II- de buluşmak üzere saygılarımla.

Mehmet Sungur

17.06.2013

KİTAP OKUMAK GÜNAHMIDIR…?

0-lesen-macht-starkEvet… Dünya sıralamasında ki İnsan gelişiminde 86 sırada saymaktayız. Ama laf ebeliğine gelince, birinci sıralarda olma ihtimalimiz haylı fazladır.

Bilmediğini de en çok bildiğini iddia eden toplumlar, gelecek nesillerini de başka bir şey bırakamazlar!

„Korkmayın efendiler, korkmayın kitap okumak asla günah değildir.!“ Eğer kitap okumak günah olsaydı, Kur’an-ı kerimin ilk kelimesi “oku” olmazdı. Ikra! =Oku! diye başlıyor ilk vahiy!

Alak suresinin ilk ayeti vahiy olduğunda; Kur’an-ı kerim henüz yoktu. Yoktu ama; oku emriyle başlamıştı ilk ayet: “İkra = Oku”! olarak inmişti.

Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla 

1.Yaratan Rabbın adıyla oku.
2.O, insanı bir alak’tan yarattı.
3.Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir;
4.Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. 

5.İnsana bilmediğini öğretti.
Demek ki, kitap okumanın günah olmadığı açık ve seçik ispat edilmiştir.

Şimdi soracaksınız ki…bu yazıya neden böyle başladım?

Böyle başladım; çünkü içimde bir sızı var; kanayan bir yaranın oluşturduğu bir sızı. Bu kanayan yaranın daha bir çok insanların içinde olması beni teselli etmiyor. Aynı “sızıyı” paylaşmak; yaranın derinliğinin bir kanıtı olmaktan öteye gidemiyor.

Ülkemizin insanları kitap okumaktan “nefret” eder gibi bir durum sergiliyor. Kitaptan korkuyorlar mı bilinmez ama; gerçekten çok az kitap okuyan bir milletiz. Alttaki istatistiklere bakıldığında insanın içi burkuluyor.

TÜRKİYE VE DÜNYADA KİTAP OKUMA ORANLARI ARAŞTIRMASI…!

Bir Fin atasözü:

” Kitaplıklar demokrasinin kaleleridir” demekte.
Kaleleri ve muhafızları olmayan ülkelerdeki idarenin zarfı demokrasi olsa da buna mazrufsuz demokrasi denmezse başka ne denir!…
2000 yıl öncesinden Ovidius’da(İ.Ö. 43 – İ.S. 17) “Gençlerini kitapla beslemeyen toplumların sonu acıdır.” uyarısını yapmış….
Ülkemizde henüz tam gelişmemiş bir demokrasi olduğunu düşünürsek; kitap okumanın daha da zorunlu olması gereklidir. Okumayan bir toplum kendisini geliştiremediği gibi, demokrasisini de geliştiremez bir toplum olur.

Kitap okumak bizleri medeni toplumlar arasına katar. Farklı dünyaları tanımak imkanımız olur. Kelime hazinemiz zenginleşir. Karşılaştığımız problemleri çözmekte zorluk çekmeyiz. Daha sayılıp ta bitmeyecek kadar faydası olan kitap okumayı çocuklarımıza aşılamak ebeveynlerin “mecburi” borcudur.

Dünya üzerinde yapılan bir araştırmanın sonucuna göre:
• Kitap, Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında 235 nci sırada yer alıyor.

• Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, ABD’de yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, bizim ülkemizde sadece on binde bir kişi kitap okuyor.

• Türkiye’de günde ortalama beş saat televizyon seyredilirken, kitap okumaya yılda sadece altı saat ayrılıyor.

• Türkiye’de okunan kitaplar genellikle siyaset, aşk, cinsellik konularını işliyor.

• 8 milyon Azerbaycan’da kitaplar ortalama 100 bin tirajla basılırken, 75 milyona yakın Türkiye’de bu rakam ortalama 2 bin – 4 bin dolayında. Çünkü Türkiye’de okuma alışkanlığına sahip kişilerin sayısı 70 bin dolayında.

• Japon’lar yılda ortalama 25, İsviçreli 10, Fransız 7 kitap okurken, Türkiye’de bir kişi on yılda bir kitap okuyor.

• Birleşmiş Milletler araştırmasına göre kitap için Norveçli 137, Alman 122, Belçikalı ve Avustralyalı 100, Güney Koreli 39 dolar ayırıyor yılda. Dünya ortalaması da 1,3 dolar. Ülkemizde ise bir kişi kitaba yılda ancak 0,45 dolar yani 45 sent ayırabiliyor.

• Türkiye’de dergi okuma oranı yüzde 4, gazete okuma oranı yüzde 22, radyo dinleme oranı yüzde 24, televizyon izleme oranı yüzde 95.

• Biz Türklerin kitap okumaya ayırdığı zamanı, Norveçli 300’e, ABD’li 210’a, İngiliz 87’ye, Japon 97’ye katlıyor.

• Birleşmiş Milletler’in insani gelişim raporunda ülkeler kitap okuma oranına göre sıraya dizilmiş. Türkiye 86 ncı sırada.

Evet…Dünya sıralamasında; İnsan gelişiminde 86 ıncı sırada saymaktayız. Ama laf ebeliğine gelince birinci sıralarda olma ihtimalimiz haylı fazladır.

Şimdi anlıyor-musunuz içimdeki sızıyı?

Gelecek nesillerin birer „kitap faresi“ olmaları umuduyla….

Kalın sağlıcakla

Mehmet Sungur