MEMLEKET İSTERİM BEN!

[Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. 2/148]
ÜTOPYA MI, DİSTOPYA MI… BELKİ DE EUTOPYA, KİM BİLİR!
Memleket isterim ben!
Toplumu ipoteğe alınmayan, düşüncelerine zincir vurulmayan, ne konuştuğunu sorumluca bilen, hür ve özgürce korkudan uzak yaşayan insanların yaşadığı memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Mahalle baskısı olmayan, fesatçıları kol gezmeyen, yoksula tekme vurmayan, zengine yalakalık yapmayan, vergisini kaçırmayan, zekatın da sadakasında cimri olmayan insanların yaşadığı bir memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Allah’ın beğenerek yarattığı insanları; dini, dili, rengi farklı olduğu için onları beğenmeyen, dışlayacak kadar kibre bürünmüş insanların kendilerini sorgulayacak kadar zeka testinde sınıfta kalmamış olduğu bir memleket istiyorum!
Memleket isterim ben!
Hakime, savcıya, karakola giderken, özellikle yargılanırken; “torpilim yok, ne yaparım ben” diye düşünmeyenlerin yaşadığı memleket istiyorum!
Çok şey mi istiyoruz ya…!

„Hayal ettiğimiz ideallerimiz“ (ütopya) vardır. Onların asla „olmayacağını“ (distopya) düşünmek bizleri engelleyen unsurlar olup, kendimize vurduğumuz zincirlerdir. Bunu bildiğimiz halde onları söylemekten, hayal etmekten kaçınmayalım. Zira ne hayaller vardır ki, karamsar düşüncelerin olmazlığını „olura“ (eutopya) döndürerek dünyayı değiştirmiş, insanlığa yeni bir dünyanın ufuklarını açmıştır.
Allah’ın gücünde şüphe mi edelim de, hayallerimize zincir vuralım!

2/148: „Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Haydi, hep hayırlara koşun, yarışın! Nerede olsanız Allah hepinizi bir araya getirir. Şüphesiz, Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.“ // Bakara Suresi, 148. Ayet.
O halde niye duruyoruz ki? Haydin, hep beraber hayırlara koşalım!

M.N.Sunguroğlu
17.10.2017

 

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ PROVOKASYON OLURSA

DERGIParis’te çıkan Charlie Hebdo dergisinin saldırıdan sonra yayımladığı son sayısında ifade özgürlüğü maskesinin arkasına saklanarak yayımladığı karikatürler, bilgi akımının dışına çıkarak soğuk savaş zihniyetine dönmüştür. Başka dine inanan milletlerin inançlarına saygı duyamayan basın organları; ifade özgürlüğüne darbeyi ilk vuranlardır!
Saldırı öncesi yaptığı gibi, saldırı sonrası da intikam alırcasına Provokasyon yapmaya devam eden Charlie Hebdo dergisini şiddetle kınıyorum !!!

ÖZGÜRLÜK VE TERÖR ÇİFTE STANDARTLI OLAMAZ !

[Avrupa; kendi koyduğu değerleri yeniden gözden geçirmelidir.]

>>Yıl 1998. Madam Danielle Mitterrand şu sözlerle dikkat çekmeye devam ediyor.

‘“Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde çok özel bir yeri var. Yıllardır Apo için mücadele ediyorum. Öcalan iade edilemez; çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Roma’ya giderek Apo ile görüşeceğim.<<

PARISParis olayları için herkes ayağa kalktı ve kucağındaki taşları döktü. Bende bu arada, yerli ve dünya basını takip etmeye çalıştım. Bir avuçta olsa, benimde kucağımda birikmiş taşlar var.

Bu taşları kimsenin bahçesine değil; tüm insanlığın ortak bahçesine dökmeyi bir dünya vatandaşı olarak kendim için görev görüyorum!

Paris’te 12 kişinin hayatını kaybettiği Charlie Hebdo dergisine yapılan terör saldırısından bir daha gördük ki; terörün dini imanı milliyeti ve ülkesi olmaz. Terörü savunanlar bilmelidirler ki; bir gün kendi kapısını da mutlaka çalacaktır.

Türkiye Cumhuriyetinin 1970 yıllarından beri başına bela olan terör saldırılarına destek veren siz batılılar; 11 Eylül New York çifte kulelere yapılan saldırıya kadar, terörün ne kadar aşağılık bir bela olduğunu bilmek istemiyordunuz. Koymuş olduğunuz değerler ölçüsünde; dünya terörünü „özgürlükçüler“ olarak algılamaya çalışan ve destek verenler de sizler idiniz.

Aynı çatı ve bayrak altında yaşayan milletlerde kendi devletine karşı silaha sarılanları „özgürlük istiyorlar“ diye destek çıkarak cesaretlendiren de siz Batılılardır.

Tüm bunları yaparken, dünyanın bir çok yerlerindeki devlet eliyle yapılan terörü de görmezden gelerek göz yuman da siz Batılılardır. Terörün dini imanı olmadığını; Camiye, Kiliseye, Sinagog gibi hiç bir ibadethaneye sığmayacağını anlamanız için; New York, Madrid; London ve İstanbul gibi metropol şehirlerde onlarca insan yaşamını vermeliydi.

Özellikle son terör olaylarının muhatabı olan Fransızlar; terörü desteklemekte ilk sıralarda olması kaderin cilvesi-midir bilinmez ama; umalım ki bu acı ve lanet olası terör saldırısından sonra kendi değerlerini yeniden gözden geçirirler.

Türkiye Cumhuriyetine karşı takındıkları hasmane tutumlarını yeniden masaya yatırarak, içinde bulunduğumuz Ermeni tehcir olaylarının 100. yıl dönümünde „ifade özgürlüğünün“ izahını tarafsız olarak yeniden dizayn ederler.

Henüz tarihin karanlıklarına gömülmemiş olan; PKK terörüne destek veren eski Fransa Cumhurbaşkanının eşi madam Danielle Mitterrand’ın PKK ve onun terörist başı için nasılda sempatiden öteye sevgi duyduğunu, onunla mektuplaştığını, kalbinde özel yeri olduğunu ve ona nasıl da taptığını kendi ifadelerinden yeniden okuyarak, dünya terörüne asla destek verilmez olduğunu anlarlar.Madam Danielle Mitterrand’ın onlarca basın açıklamalarından sadece bir tanesini buraya alıyorum. Umarım ki; okurlar benim yukarıdan beri neyi anlatmaya çalıştığımı anlarlar.

Yıl 1998. Madam Danielle Mitterrand şu sözlerle dikkat çekmeye devam ediyor.

‘“Bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde çok özel bir yeri var. Yıllardır Apo için mücadele ediyorum. Öcalan iade edilemez; çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Roma’ya giderek Apo ile görüşeceğim.

Fransa Özgürlükler Vakfının başkanı da olan Madam Danielle Mitterrand, tüm Fransız parlamenterlere gönderdiği bir broşürün ön sözünde şu cümlelerin yer aldığının nasıl yorumlanacağını bilmeyen var mı dır.

‘‘Kürtler, bütün Kürtler kalbimde. Abdullah Öcalan’ın ise kalbimde özel bir yeri var. Yıllardır onlar için mücadele ediyorum. Kürtler François’nın (Fransa umhurbaşkanı François Mitterrand) Cumhurbaşkanı olduğu dönemden bu yana, yaşamımda önemli bir yer tutuyor. Bunun için de artık korkmuyorum ve ulus olarak var olma haklarını savunmaktan çekinmiyorum.

Evet değerli okurlar, devletine karşı isyan edenleri koruyan milletler, bir gün acı da olsa aynı duyguyu kendileri de yaşamaktan gerye kalmazlar. Özgürlük ve terör çifte standartlı olamaz. Avrupa kendi koyduğu değerleri yeniden gözden geçirmelidir.

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

12.01.2015

 

BUGÜN NE YAZSAM?

Bugün hiç yazı yazmasam diyorum. Gitsem bir dağ başına, gitsem, kır çiçekleri toplasam, bunları bir demet yapsam; desem ki, bu çiçeğin adı, “Erdem”, bunun adı “Onur”, bunun adı “İnanç”…

kir cicegiKIR ÇİÇEKLERİ

Sabah beri düşünüp duruyorum…bu gün ne yazsam diye. Beynimin sağına baktım, “sola bak” dedi. Soluna baktım, “sıkma beni” dedi. Eski yazılarıma baktım, “dokunma bin ağlarım” dediler. Kütüphaneden bir kitaptan alıntı yapayım dedim, yüreğim tutmadı.

Sonra Uğur Mumcu’yu hatırladım. Ah dedim…şimdi O olsaydı neler yazmazdı ki?

Birden aklıma onun 33 Yıl önce Cumhuriyet’te okuduğum bir yazısı geldi. “KIR ÇİÇEKLERİ” koymuştu yazının başlığını; buyurun okuyun!

“Kır Çiçekleri…”/ Uğur Mumcu

“Bugün daktilomun başında yıllardan beri ilk kez, ne yazacağımı düşünerek dakikalarca durdum. Elim bir türlü tuşlara varmadı.

– Ne yazayım bugün?

İnsan, içindeki sıkıntılarla boğuştu mu sözcükler, bir dönme dolap gibi beyninizde döner durur. Öyle ki, sözcükleri beyninizden, yüreğinizden ve dilinizden çekip, daktilo şeridine vuramaz, ak kâğıt üzerine siyah harfleri, siyah sözcükleri dizemez, noktaları, virgülleri koyamazsınız…

 

Çünkü, sözcüklerin kendi dünyaları vardır; bu dünyalar, güneş çevresinde dönen küreler gibi beynimizde, vicdanımızda, yüreğimizde döner dururlar…

Sözcükler, gün olur, uzanamadığımız yıldızlar kadar uzak, gün olur, hoyratça ezip, geçtiğimiz kır çiçekleri gibi, bizlere yakın olurlar. Ve biz çoğu kez bu uzaklığı da, bu yakınlığı da ölçüp biçemeyiz.

Ve sözcükler, yüreklerimizde, vicdanlarımızda, beyinlerimizde ve de atar damarlarımızda döner, dururlar…

Bugün hiç yazı yazmasam diyorum, gitsem bir dağ başına, gitsem, kır çiçekleri toplasam, bunları bir demet yapsam; desem ki, bu çiçeğin adı, “Erdem”, bunun “Onur”, bunun “İnanç”…

– Ne yazayım bugün?

Çevrenize şöyle bir bakın; bir bakın akıp geçen olaylara, bir bakın tanık olduğunuz ya da duyduğunuz olaylara bakın. Kimi zaman, onur çiçekleri ile inanç çiçekleri ile bezenmiş insanlarla karşılaşırsınız. Kimi zaman da binbir yalanın belini bükmüş, yolsuzlukların saçaklarına tutunup sirk cambazları gibi sıçrayıp durmuş insan müsvetteleri ile…

Ve hep onlar kazanmış; hep onlar günlerini gün etmiş. Para mı? Onlarda… Pul mu? Onlarda… Hep, bir elleri balda, bir elleri yağda, öyle yaşamışlar. Kaplumbağa gibi, binbir yalanın sığdığı başlarını gerekince kalın kabuklarının içine çekerek, yılan gibi kıvrılarak, bukalemun gibi kondukları, yerleştikleri yere uyarak yaşamışlardır.

– Ne yazsam bugün?

Eski dosyaları mı çıkarsam? Hayır çıkarmayacağım!.. Geçmiş olaylarından vicdan muhasebelerine sayfalar mı açsam? Hayır, açmayacağım! Düne, önceki güne, daha öncesine mi uzansam? Hayır uzanmayacağım!…

– Ne yazsam bugün?

Canım bir dağ başında kır çiçekleri toplamak istiyor. Kıbrıs’tan kopup gelen ılık güney rüzgârları ile Ege’nin güneşli sabahlarından kaçamak gelen ışıklarla, ülkemin dört bir yanından toplayacağım kır çiçeklerini bir vazoya yerleştirip, “işte” desem, işte yıllarca yazmak isteyip de yazamadığım bunlar, işte bunlar.

Çiçekler yan yana, çiçekler aynı topraktan gelme ve aynı suyun içinde; biri “İnanç”, biri “Erdem”, biri “Onur”…

– Bugün ne yazsam, ne yazsam acaba?

Daktilomun başında yıllardan beri ilk kez yazacağım yazının soru işaretine takılıp dakikalarca düşünüp duruyorum. Sözcükleri, daktilonun tuşlarından kara şeride bir türlü çarpamıyorum. Yanıma oğlum “Özgür” geliyor. “Ne düşünüyorsun baba?” diyor. Sonra ekliyor:

– Beni yaz baba, beni yaz, benim adımı yaz baba, benim adımı yaz, benden söz et baba, benden söz et… Duruyorum, düşünüyorum, düşünüyorum, yine düşünüyorum…

Bir dağ başına gitsem, kır çiçekleri toplasam ve sonra, evet ve sonra… ve… ve… ve…

– Bugün ne yazsam?”

Uğur Mumcu

Cumhuriyet, 5.12.1981

 

DÜNYA İNSAN HAKLARI GÜNÜ; İSLAMDA İNSAN HAKLARI VE HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ

menschen rechte>>Anayasal haklarımız bizleri hukukun üstünlüğüyle korumak için vardır. Bizler ise; Anayasayı korumak için var olmalıyız. Aksi halde; ne Anayasa bizi koruyabilir, ne de bizler Anayasayı!

Düzen bozulur, hukuk yara alır, toplumda adalete güven kalmaz ve sonunda sosyal huzur yara almaya mahkum edilir!

Hukukun üstünlüğünün tartışıldığı ülkelerde ise; insan haklarından söz etmek… Kuzey Kutbunda buzdolabı satmaya benzer!<<

Hicretin 17. senesinde Halife Hazreti Ömer, cemaat çokluğundan dolayı Resulüllahın mescidini genişletmek ihtiyacı duymuştu. Bunun için Türbe-i Saadetin etrafındaki arsaları, evleri istimlak edip mescide katması gerekiyordu. Çevredeki arsa ve ev sahiplerine tekliflerde bulunulmuş, herkes büyük bir memnuniyetle arsasını, evini; değerini düşünmeksizin mescide vermiş. Ancak; Peygamberimizin amcası olan Hz. Abbas yerini vermemekte israrlıydı. Resulüllahın hem de amcası olan Abbas, mescide de olsa arsasını vermeyi düşünmüyordu. Bu defa bizzat Halife Hazreti Ömer meşgul olup tekliflerini tekrarlar.

– Ya Abbas, Resulüllahın mescidine zorla alınmış bir arsa ilave etmeyi uygun bulmuyoruz. Şayet verilen değer az geliyorsa fazlasını verelim, bu hayırlı iş tamamlansın. Resulüllahın mescidi ihtiyacı karşılayacak kapasiteye ulaşsın. Halifenin bu teklifine Hz. Abbas’tan beklenmeyen cevap:

– Mal benimse fazla fiyat verseniz de, mescide ilave etmeyi düşünseniz de vermek istemiyorum. Zorla elimden alacaksanız o başka…der!

Halbuki, Halife, şahsı için değil; amme menfaati için istimlak etmeyi istemektedir. Ammenin menfaati için Abbas vermelidir arsasını diye düşünen Hz. Ömer, bunun için mahkemeye müracaat etmek zorunda kalır.

Zamanın hakimi ise, meşhur hukukçu Übey bin Kaab’tır.

Devletin iddiası şu:

– Biz yönetim olarak Abbas’a değerinden fazla fiyat verdik, artık diretmeyip arsasını vermelidir.

Mal sahibi Abbas’ın cevabı da şu:

– Arsa benimse, mülküme ben sahipsem, değerinden fazla da verseler, mescide ilave niyetiyle de alsalar mülkümü satmak istemiyorum. Mahkeme, devlete karşı benim hakkımı korumalıdır. Durumu düşünen hakim Übey bin Kaab, kararını açıklar:

– Kimse başkasının mülkünü, arsasını zorla elinden alamaz, mescide ilave için de olsa mal sahibinin rızası olmadan istimlak edilemez.

Abbas’ın mülkü Abbas’ta kalacak. Halife de olsa istimlak için mal sahibini zorlayamayacaktır!

Adaletin kararına karşı Halife’nin boynu büküktür. İtiraz yok, hukuka itaat vardır. Taraflar kalkıp kapıya doğru yönelirken Abbas’tan son bir soru gelir.

– Ya Übey! (Hakime) Şimdi mahkeme bitmiş, karar kesinleşmiş midir?

– Evet ya Abbas!.. Mescide ilave niyetiyle de olsa kimse sahibinin elinden malını zorla alamaz! Karar kesinleşmiştir. İşte bu söz üzerine Abbas’ın tarihe geçen açıklaması duyulur.

– Öyle ise der, şimdi beni dinleyin lütfen, yüce mahkemenize açıkça ifade ve ilan ediyorum ki, değerinden fazla para verildiği halde elimden alınamayan arsamı şu andan itibaren Resulüllahın mescidine ilhak edilmek üzere hiçbir karşılık beklemeden hibe ediyorum! Arsam şu andan itibaren Halifenin emrindedir. Bu böyle biline ve karar ona göre verile. Hakim Übey bin Kaab biraz şaşırmıştı.

– Ya Abbas! der, önce fazla fiyatla da olsa vermedin, kararımızı dinledikten sonra ise parasız hibe ediyorsun! Neden böyle bir tavrı tercih ettin? Abbas’ın tarihe geçen cevabı.

- İslam’ın insan haklarına verdiği değeri dünyaya duyurmak için!..

Ne dersiniz, onlar insan hakları mahkemesini böyle kurmuşlar, böyle hayata geçirmişler, böyle de duyurmuşlar o günkü dünyaya. Biz ise aynı şekilde bir adalet örneği verebiliyor muyuz bugünkü dünyaya? Yoksa biz de kendi değerlerimizi unutup yabancıların mahkemelerinden mi medet umar hale gelmişiz son devrelerde?.. Yorum size aittir.

Bu gün dünya İnsan hakları günü; tüm İnsanlığa kutlu olsun!

Mehmet Sungur

10/12/2013

NELSON MANDELA VEFAT ETTİ

MANDELANelson Mandela’nın ölümüyle dünya bir özgürlük kahramanını kaybetti.
Güney Afrika’daki baskıcı ve ayırımcı apartheid rejimine karşı mücadeleden 27 Yıl hapis yatan Nelson Mandela, geçtiğimiz Hazıran ayında yakalandığı Akciğer enfeksiyonuna yenik düştü.
96 yaşında yaşama veda eden Nelson Mandela, Güney Afrika halkı tarafından ‘Ulusal Baba’  olarak görülmekteydi.
Güney Afrika’lı Anti Apartheid aktivisti, 1994’ten 1999’a kadar ilk defa tüm halkın katıldığı seçimlerdeki Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilk devlet başkanıydı. Yönetimi, Apartheid’ın mirasının dağılmasına, ırkçılığı engellemeye, fakirlik ve eşitsizliğe odaklanmıştı. Siyasi görüş olarak Demokratik Sosyalist olan Mandela, Güney Afrika Ulusal Konseyi siyasi partisinde 1990’dan 1999’a kadar parti başkanlığı yapmıştı.
Anti-sömürgeci/emperyalist ve anti-apartheid görüşü ile uluslararası taktire layık görülen Nelson Mandela, 1993’deki Nobel Barış Ödülü, Amerika Birleşik Devletleri Başkanlığı Özgürlük Madalyası ve Sowyet Lenin Nişanı da dahil olmak üzere 250’nin üzerinde ödülün sahibiydi.
Mehmet Sungur

ÇİN’İN DOĞU TÜRKİSTAN MEZALİMİ VE ARKA PERDESİ BÖLÜM / III

cin mezalimi-3>> Pekin yönetimi demografik yapıyı değiştirmek üzere Sincan Uygur Özerk Bölgesinde Han Çinlilerini iskan politikası uygulamaktadır. Bu politika bölgenin etnik merkezli çatışmalarının artmasına sebep olmuştur. Bugün neredeyse Uygur Türkleri ile Han Çinlilerinin nüfusları birbirine yakın hale gelmiştir.<<

SORUNUN TARİHSEL ARKA PLANI
Çin günümüzde Doğu Türkistan’ın, eski çağlardan beri Çin ana vatanının vazgeçilmez bir parçası olduğu propagandası yapmaktadır. Ancak Çin sınırları tarihi uzmanı Owen Lattimore’un belirttiği gibi Çinliler Orta Asya’da varlıklarını hiçbir zaman aralıksız sürdürememiş 2000 yıllık tarihlerinin sadece 425 yılında, dönem dönem kontrolü ellerinde tutmuşlardır. Çin’in bölgeyi işgali aşamalar halinde gerçekleşmiştir. İlk dalga 1755 yılında başlamış, Çin ile Cungar ittifakı Doğu Türkistan’ın işgalini hızlandırmıştır. Çinliler Cungarların bağımsızlığını ortadan kaldırmış ve İli bölgesini kendi hâkimiyetleri altına almıştır. 18 Kasım 1844 yılında Çin İmparatoru’nun emriyle bölgeye “yeni toprak” anlamına gelen “Sincan” ismi verilmiştir.
Böylece 1944 yılına kadar sürecek olan “İkinci Çin İstilası” dönemi başlamıştır. Rusların Batı Türkistan’ı istilası sırasında ortaya çıkan Yakup Bey Devleti İngilizler tarafından desteklenmiştir. Bu desteğin altındaki temel faktör İngilizler için bu devletin hem Rusya hem Çin’e karşı bir tampon bölge olarak kullanılması düşüncesidir. Bu devlete Osmanlı da silah ve askeri teçhizat yardımında bulunmuştur.
İkinci Çin istilası da Çinliler için bölgede tam bir istikrar oluşturamamış, 1933 ve 1944 yılında çıkan isyanlar sonrası 10 yıl arayla iki milli devlet kurulmuştur. 1938 yılında Çin Komünist Partisi’nin altıncı kurultayında “Çin’deki azınlık milletler Çinlilerle eşit haklara sahip olacak” ifadesi bölge halkını komünist güçler yanında yer almaya itmiş ve komünistlerle birlikte Çan Kay Şek kuvvetlerini mağlup ettikten sonra Çin hâkimiyetini kabul etmişlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Orta Asya’yı bütünüyle Rus egemenliğine bırakmak istemeyen Çin kuvvetleri 29 Eylül 1949 yılında Urumçi’yi işgal etmiş 1951 yılına geldiğinde ise tüm Doğu Türkistan’ı kontrolleri altına almıştır. Bu işgale karşı Osman Batur liderliğinde başlatılan direniş hareketi bastırılmış ve 1953 yılına kadar 100.000’den fazla Doğu Türkistanlı öldürülmüştür. 1 Ekim 1955 tarihinde ise Çin yönetimi, Doğu Türkistan Otonom Bölgesi’nin kuruluşunu
ilan etmiştir. Bu işgal Çin’in günümüze kadar hâkimiyetinin sürmesini sağlamıştır. Günümüzde Doğu Türkistan’ın Orta Doğu ve Orta Asya’nın istikrarsız bölgeleriyle, Çin’in yoğun nüfuslu iç bölgeleri arasında bir tampon görevi Bugün Doğu Türkistan’ın Çin için önemi iki noktada özetlenebilir: nüfus ve doğal kaynaklar. Dünya karasının % 7’sini kaplayan ancak dünya nüfusunun ise % 22 sini doyurmak zorunda olan Çin için Doğu Türkistan’daki Tarım ve Turfan bölgelerinin tarımsal üretimlerine ihtiyacı vardır.
Çin’in kırsal kesimdeki işsizlik sorununun (kırsal kesimlerde işsizlik oranı % 20’lerdeyken, bu oran şehirlerde % 4.3’tür) sonucu olarak 2020 yılına kadar kırsal kesimden şehirlere 300 milyon kişinin göç etmesi beklenmektedir. Bu durum Pekin yönetiminin 2020 yılına kadar her dört ayda bir New York büyüklüğünde bir kenti kurmaları anlamına gelmektedir. Pekin hükümeti kırsal bölgelerdeki bu işsiz nüfusu Doğu Türkistan’a yerleştirmekte ve bu durum Uygurlar neden olmaktadır. Çin için günümüzde en önemli sorunlardan bir tanesi de hızlı gelişen sanayiinin ihtiyacı olan petrolün tedarik edilmesidir. ABD ve Japonya’dan sonra dünyanın üçüncü büyük enerji tüketicisi haline gelen Çin, hızlı büyüyen ekonomisiyle artan enerji ihtiyacını bir stratejik-güvenlik meselesi olarak görmektedir. 1993’te petrol ithalatçısı haline gelen Çin, 1995’te günde 400.000 varil petrol ithal etmiştir. Hızla büyümeye devam eden ekonomisiyle Çin’in önümüzdeki on yılda Japonya’yı geçerek günde 10.5 milyon varil petrol ithal etmesi beklenmektedir. Ekonomik kalkınmaya dayalı iç siyasi istikrar modelinin sürdürülebilmesi için Çin’in Doğu Türkistan’daki hidrokarbon ve petrol kaynaklarına olan ihtiyacını da gözler önüne sermektedir.
Çin’in enerji ihtiyacının büyük kısmını karşıladığı Sincan Uygur Özerk bölgesinden kolay kolay vazgeçemeyeceği görülmektedir. Bunun nedenleri şu şekilde sıralanabilir: Önümüzdeki dönemde petrol ihtiyacı daha da artacak olan Çin, çoğunluğu Orta Doğu’da bulunan petrol ihracatçısı ülkelerle olumlu ilişkiler kurmak zorundadır. Çin’in Doğu Türkistan bölgesindeki Türk ve Müslüman nüfusla olan sorunları nedeniyle Orta Doğudaki İslam devletlerinin Çin karşıtı politikalara yönelmesi olasılığının önlenmesi gerekmektedir. ABD’nin Çin’e karşı kullandığı doğu kozunu kullanması gerekliliği de söz konusudur.

ABD-ÇİN İLİŞKİLERİNDE DOĞU TÜRKİSTAN SORUNU:

1990’ların ikinci yarısından itibaren, Washington yönetimini rahatsız eden en önemli gelişmelerden biri Çin’in Orta Asya bölgesinde artan rolü olmuştur. ABD ile yakın ilişkilere sahip ve Çin ile uzun sınırlar paylaşan Kazakistan ve Kırgızistan yönetimleri, Çin’in bölgede artan ekonomik ağırlığına, Doğu Türkistan’daki istikrarsız ortama ve Pekin’le olan sınır ihtilaflarına Washington’un dikkatini çekmek için çaba harcamıştır.

Çin medyasının, 2001 öncesi ve sonrasında Uygur milliyetçilerini tanımlama konusundaki üslubu
uluslararası konjonktürün de etkisiyle “ayrılıkçılardan”, “kökten dinci teröristlere” şeklinde değişim göstermiş ve elliye yakın Uygur grubu terörist ilan edilmiştir. ABD-Çin ilişkilerinde Washington yönetiminin Doğu Türkistan sorununa yönelik 11 Eylül saldırılarından sonra farklı politikalar izlediği görülmektedir.
Bunun temelinde 11 Eylül sonrasında ortaya çıkan bölgesel ve uluslararası gelişmelerin rol oynadığı söylenebilir. ABD’nin değişen öncelikleri Çin medyası tarafından iyi kullanılmış, “Müslüman Uygur”, “Uygur teröristleri”, “Cihat” ve “Doğu Türkistan” kelimeleri sıkça kullanılmaya başlanmıştır. ABD-Çin ilişkilerinin değişmesinin ’a müdahalesi ve sonrasında Orta Asya’ya yerleşmesi çabaları yatmaktadır.
Dönemin ABD Dış işleri Bakan Yardımcısı Richart L. Armitage’in Ağustos 2002 sonunda Çin’e yaptığı iki günlük ziyaret sırasında, Doğu Türkistan İslami Hareketi (ETIM), Usame bin Ladin ve el-Kaide ile bağlantılı olduğu gerekçesiyle, Pekin yönetiminin çabalarıyla ABD’nin “terör listesi’ne alınmıştır. ABD’nin ETIM’i terörist örgütler listesine almasından sonra Birleşmiş Milletler de (BM) ETIM’i resmen terörist örgüt olarak sınıflandırmıştır. Bu karar, ETIM’in “sivillere saldırılar düzenlediği” gerekçesine dayandırılmıştır.
2002 yılında ABD tarafından ETIM (Doğu Türkistan İslami Hareketi)’in ve Doğu Türkistan Kurtuluş Örgütü (ETLO)’nun terörist örgütler olarak listeye alınması sonrasında Çin’in bölge üzerindeki baskısı daha da artmıştır.11 Eylül sonrasının ilk altı ayında yaklaşık 3000 kişi tutuklanmış, birçok insan uzun süreli hapis cezasına çarptırılmış veya idam edilmiştir. Ancak Washington’un, şiddet yanlısı olmayan Doğu Türkistan Ulusal Kongresi ve Bölgesel Uygur Organizasyona verdiği destek arttırmıştır. Ayrıca Washington, Çin’de insan hakları ve özgürlüklerinin geliştirilmesi gerektiğini de vurgulamaya devam etmektedir.
ABD, bölgeye insan hakları açısından yaklaşmakla beraber bölgedeki Uygur Türkü varlığını da siyasi olarak destekler görünmektedir. 14 Eylül 2004 tarihinde 14 kişiden oluşan “Doğu Türkistan Cumhuriyeti Hükümeti” Kongre üyesi Jo Ann Davis’in girişimiyle ABD parlamento binasında kurulmuş olması bu düşünceyi desteklemektedir. Bu noktada dikkat edilmesi gereken bir diğer konuda ABD’nin bölgeye yönelik Pan-Türkist politikalar izlediği imajıdır. Oysa ABD, Kafkaslar ve Orta Asya’da olduğu gibi Doğu Türkistan’a yönelik de Pan-Türkist politikalar izlememektedir. Çin’in Doğu Türkistan’daki baskılarına karşı ABD’nin insan hakları temelinde dile getirdiği sert olmayan tepkileri iki olumsuz sonuç meydana getirebilecektir. Bunlardan birincisi Doğu Türkistan’daki milliyetçi düşünceyi ortadan kaldırabilmek için Çin’in gelecekte yapabileceği askeri girişimler, Çin hükümeti ve medyası tarafından teröre karsı savaş” olarak adlandırılabilecek ve hatta bu konuda uluslararası toplumun desteğinin istenmesini sağlayabilecektir. İkincisi ise bu duruma karşı ABD girişimlerinin ters tepki doğurabilecek olmasıdır. Böylece Uygurlar Doğu Türkistan’daki Çin uygulamalarına karşı etkisiz kalan ABD politikalarına yönelik öfke duyacaklar ve bu durum Uygur Türklerinin daha da radikalleşmelerine yol açabilecektir. Uluslararası ilişkilerde baskın güç statükoyu devam ettirmek isterken, yükselen gücün bunu değiştirmeye çalıştığı görülmektedir. Günümüzde her ne kadar Çin bu kavramın uzağında politikalar uygulamaktaysa da küresel iktisadi sistemle bütünleşmesi ve dünya pazarlarındaki etkisi nedeni ile ABD’yle çıkar çatışması içine girebilecektir.
Tüm bu gelişen olaylar ortaya koymaktadır ki Türkiye ABD’nin bölgeye yönelik politikalarını iyi analiz etmeli ancak Doğu Türkistan konusunda Çin’e karşı kendi politikalarını üretmelidir.

Not: Yazının hazırlanmasında faydalanılan kaynaklar son bölümde verilecektir, bilginize!

Yazı devam edecek. Bölüm IV de buluşmak üzere…saygılarımla.

ÇİN’İN DOĞU TÜRKİSTAN MEZALİMİ VE ARKA PERDESİ. bölüm-II

türkistan>>İpek Yolundan günümüze kadar Doğu Türkistan, Doğu ile Batı arasında
hem kültürel hem ekonomik köprü rolü üstlenmiştir. Dolayısıyla Doğu
Türkistan jeopolitik konumu ve sahip olduğu yer altı kaynakları ile hem
bölgesel hem de küresel politikada önemli bir yere sahiptir.<<

Değerli okurlar, Doğu Türkistan hakkında başladığımız bu yazı serisine girmeden önce; yazının birinci bölümünde güncel olaylara yer verdik. Bu ikinci bölümde ise; Doğu Batı ayırımı yapmadan Türkistan’ı kısa olarak tanıtmak istiyoruz. Türkistan hakkında yeteri kadar bilgiye sahip olmayanlar için bilgilendirme sorumluluğumuzu yerine getirirken, konu hakkında zaten bilgi sahibi olanlar da, bilgilerini tazeleyebilir, yada bizlere yorumlarıyla katkı yaparak yardımcı olabilirler.

GENEL OLARAK TÜRKİSTAN

Türkistan: Orta Asya’da; Kazakistan, Türkmenistan, Tacikistan, Rusya ve Çin topraklarının bir kısmını kapsayan çoğunlukla Türki halkların yaşadığı coğrafi bir bölgedir. Orta Asya’da batıda Hazar Denizi ve Aşağı Volga’dan başlamak üzere doğuda Moğolistan’daki Altay Dağlarına, güneyde Kopet – Hindukuş – Kuenlun dağlarına, kuzeyde Aral ve Balkaş göllerinin ötesinde Kırgız bozkırına kadar uzanan yüzölçümü 6 milyon km² den geniş coğrafi ve tarihi bölgedir.

COĞRAFI KONUMU

Bölge, Batı ve Doğu Türkistan olarak ikiye ayrılmaktadır.

Batı Türkistan
Batı Türkistan; bugünkü Özbekistan, Türkmenistan, Kırgızistan, Tacikistan’ın tamamı ile Kazakistan’ın büyük bir bölümü ve Afganistan’ın bir kısmını kapsamaktadır. Batı Türkistan’ın Afganistan’da bulunan bölümü Afgan Türkistanı olarak anılır ve Mezar-ı Şerif ve civarından oluşur.
Bunun dışında Anadolu ile Batı Türkistan arasında kalan İran’ın kuzey bölgesine de İran Türkistanı denmektedir. Aras irmağının Hazar denizine döküldüğü noktadan başlayarak İran’ın kuzeybatı, kuzey ve kuzeydoğu bölgeleri olan Azerbaycan, Mazenderan, Türkmen sahrası ve Horasan’ı da içine alan bölge yaklaşık 800 bin km² olup 40 milyona yaklaşan Türk nüfus yaşamaktadır.
Kuzeyde Doğu Rusya’dan başlayıp Ural dağlarına, güneyde Aras Irmağı ve Karadeniz sahillerine, batıda Moldova Gagauzeli ve doğuda Ural dağları ile Hazar denizinin sınırlarını oluşturan bölgeye de Türkeli denmektedir. Bazı coğrafyacılar Türk Dünyasını Türkiye ve Türkistan olarak iki ana bölgeye ayırmaktadır. Türkeli olarak anılan bölge ise daha çok Türkiye’nin etki alanı olarak kabul edilmektedir.

ETNİK GRUPLAR
Nüfusun çoğunluğunu bölgenin asli unsuru olan Türk halkları olan, Türkmenler, Özbekler, Kazaklar, Uygurlar, Kırgızlar, Karakalpaklar ve ikinci sırada İran halkları olan, Tacikler, Afganlar, Farslar oluşturur. Bunun haricinde uzun süren Rusya İmparatorluğu hakimiyeti boyunca bölgeye yerleşen Ruslar, Ukraynalılar, Almanlar ve SSCB döneminde sürgün edilerek yerleştirilen Kırım Tatarları, Ahıska Türkleri gibi pek çok etnik grup yaşamaktadır. Çin tarafından ise Doğu Türkistan’ın kontrolü için çok sayıda Çinli bölgeye yerleştirilmiştir. Bütün istila, işgal, sömürgelere rağmen, yine de Türkistan coğrafyasında Türkler nüfus çoğunluğuna sahiptir. Kazakistan’da Türk nüfusu hızlı artış gösterip % 70’i geçmiştir. Özbekistan’da % 90’ı, Kırgızistan’da % 90’i, Türkmenistan’da % 95’i, Tacikistan’da % 25’i, Doğu Türkistan’da % 55’i, Tuva’da % 85’i aşmış durumda bulunan Türk nüfus oranı yer alır.
Buraya kadar genel olarak Türkistan’ı tanımaya çalıştık. Şimdi asıl konumuz olan…yani; Çin esaretinde olan Doğu Türkistan.

DOĞU TÜRKISTAN
Doğu Türkistan, Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı olan daha çok Uygur Türklerinin yaşadığı Sincan Uygur Özerk Bölgesi topraklarına verilen isimdir.

SORUNUN TANIMI

Çin’in Doğu Türkistan, Sincan (Xinjiang)1 bölgesi, 1300’lü yıllarda İslam’ı kabul eden Uygur Türklerinin anavatanıdır. 1949’da Çin’de yeni kurulan komünist hükümet bölgeyi tamamen kontrolü altına almıştır. Çin’in beş otonom bölgesinden biri olan Doğu Türkistan, 1.6 milyon km2’lik yüzölçümüyle Çin’in toplam yüzölçümünün altıda birini kaplayan en büyük otonom siyasi bölgedir. Doğu Türkistan’ın 1/3’e yakınını çöller (yaklaşık 600.000 km2’si), 90.000 km2’ni ormanlar ve geri kalanını da tarıma elverişli topraklar oluşturmaktadır. Geniş toprakları ve zengin doğal kaynaklarıyla Çin’in Kuzeybatı’sında yer alan Doğu Türkistan için Avrasya’nın tam ortası ya da bir başka ifadeyle Avrasya’nın kalbi denilebilir.
Doğu Türkistan nüfusunun yaklaşık 19.25 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ülke nüfusunun % 8.98’ini oluşturan 55 etnik grup arasında Doğu Türkistan’daki Uygur Türkleri en kalabalık olandır. Bölgenin öneminin farkında olan Pekin yönetimi demografik yapıyı değiştirmek üzere bölgeye Han Çinlilerini iskân politikası uygulamaktadır. Çin’in uygulamış olduğu bu politika bölgede etnik merkezli çatışmalarının artmasına sebep olmuştur. Bugün neredeyse Uygur Türkleri ile Han Çinlilerinin nüfusları birbirine yakın hale gelmiştir. Han Çinlilerinin sayısı her yıl ortalama % 8’lik bir artış göstermektedir. Artış oranı 1980’lerdekinin yirmi altı katı gibi inanılmaz bir rakama ulaşmıştır. Bu durum Doğu Türkistan’da yaşanan etnik gerilimlerin nedenleri hakkında net bir fikir vermektedir.
Doğu Türkistan geçmişte tarihi İpek Yolu’nun merkezinde yer almış, günümüzde ise enerji kaynaklarının ulaştırılması açısından stratejik öneme sahiptir. Doğu Türkistan, Doğu ile Batı arasında hem kültürel hem ekonomik köprü rolü üstlenmiştir. Bir başka ifadeyle Doğu Türkistan Uzak Doğu ile Avrupa’yı ve Asya’yı, Sibirya ile Güney Asya’yı bağlayan yolların kavşağında bulunmaktadır. Dolayısıyla Doğu Türkistan jeopolitik konumu ve sahip olduğu yer altı kaynakları ile hem bölgesel hem de küresel politikada önemli bir yere sahiptir. Bölgenin sahip olduğu jeo-stratejik, jeopolitik ve jeo-ekonomik önemin farkında olan Çin yönetimi, Uygur nüfusuna yönelik asimilasyon politikasını uluslararası kamuoyunun tepkisine rağmen, özellikle Soğuk Savaş sonrası oluşan yeni uluslararası siyasi yapılanmaya paralel olarak arttırmıştır. Bu yeni uluslararası sistemde Çin, ekonomik ve askeri anlamda gelişmiş ülkelerin gerisinde kalmasına rağmen uluslararası anlamda kendi kapasitesinin üstünde bir rol oynamaya başlamıştır. Bundaki en önemli faktörler, BM Güvenlik Konseyi üyeliği, hızlı büyüyen ekonomisi, nüfusu ve jeopolitik konumudur.

Yarın III bölümde: Sorunun Tarihsel Arka Planı

Saygılarımla

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm -III-

popups-politik-verfassung-verfassung-frankreich_1791Demokrasi nedir?…sorusunu sorarken Fransız devrimini atlamak mümkün değildir.

FRANSIZ DEVRİMİ

Fransız Devrimi veya Fransız İhtilali olarak ta tarihe geçmiş olan olaylar; (1789-1799), Fransa’daki mutlak monarşinin devrilip, yerine cumhuriyetin kurulması ve Roma Katolik Kilisesinin ciddi reformlara gitmeye zorlanmasıdır. Avrupa ve Batı dünyası tarihinde bir dönüm noktası olan Fransız devrimi; dünyada milliyetçilik akımını başlatan en büyük etkendir.

Fransız halkı önceki dönemlere göre büyük bir evrimin başlangıcını gerçekleştirmektedir. Bilinçlenmekte olan Halk, sarayın, kralın, seçkinlerin denetiminden çıkmaya başlayarak, şehirlerde yaşayan pek çok burjuva, büyük bir atılım içine girmişlerdir. Kitaplar yaygınlaşmakta, aileler çocuklarını üniversitelere göndererek sağlam bir gelecek kurma yolunu tutarak kültürel seviyeyi yükselmekteydi. Bağımsız yayıncıların çıkarttıkları gazete, bildiri ve broşürler, kitlesel bilinçlenmeye yol açmaktadır. Bu koşullar da toplumsal değişim taleplerinin olgunlaşmasına yol açmıştır.

Feodal düşünceden kopmak istemeyen toprak sahipleri ve soylular, ayrıcalıklarını korumaya çalışmakta; bu sebepte burjuvaların soylu tabakasına geçmesini engelleyecek barikatları yükselmekteydi. Soylular statülerini koruma hevesindeyken, burjuvalar da ekonomik olarak güçlenmelerine rağmen; toplumsal haklarda söz sahibi olamamaktan şikayetçiydi. Kırsal nüfus ise üzerindeki vergi yükünün hafiflemesini istemektedir.

Devrimci düşünce, ülkede köklü yapısal değişikliklere gitmek gerektiğine inanan katmanlar arasında yayılmaya başlamıştır. Merkezi otorite ülkenin içinde bulunduğu evrimsel süreci kavrayamamış; ve eski yöntemlerle sorunları halletme yoluna yönelmek istemiştir. Oysa özellikle burjuva İngiliz devriminin etkisiyle geçici çözümle yetinmek değil, kitlesel olarak İngiliz modelindeki gibi “parlamenter monarşi rejimi” altında yönetime katılmayı arzulamaktaydı.

1789 Fransız Devriminde hazırlanan anayasa ile, Kralın yetkileri halkın seçeceği parlamento arasında bölünerek  daha adil bir yönetim başlatılmış oldu. Yapılan seçim sonunda Ulusal Konvansiyon hükumeti genel oy ve iki dereceli bir seçimle iş başına geldi. Fakat ilerleyen yıllarda Napolyon’un başa geçmesiyle demokrasiden oldukça uzaklaştı.

20. YÜZ YILDA DEMOKRASİ GELİŞİMLERİ

20. yüzyılda demokrasi hızlı bir değişme ve gelişme göstermiştir. Yüzyılın başlarında, I. Dünya Savaşının sonunda Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorluklarının yıkılmasıyla birçok yeni devletler ortaya çıktı ve bu yeni ülkelerin devlet yönetimi genellikle, o döneme göre, demokratik sayılabilecek yöntemlere sahipti.

1929 yılında New York borsasının çökmesiyle (Black Friday/ Kara Cuma) ortaya çıkan büyük ekonomik buhran döneminin etkisiyle; Avrupa, Latin Amerika ve Asya’da birçok ülkede diktatörler ortaya çıktı. İspanya, İtalya, Almanya, Portekiz’de; Faşist diktatörlükler ortaya çıkmışken, Baltık ve Balkan ülkelerinde, Küba, Brezilya, Japonya ve Sowyet Rusya’da demokratik olmayan yönetimler iktidara geldi. Bu sebeple 1930’lar Diktatörler çağı olarak nitelendirilir.

II. Dünya Savaşından sonra sömürgecilik anlayışı son buldu ve tekrar birçok bağımsız ülke ortaya çıktı. Demokratikleşme hareketleri Batı Avrupa’da yoğunlaştı. Almanya ve Japonya’da diktatörlükler son buldu, silahlanma politikası yerine, II. Dünya Savaşı sonunda imzalanan anlaşmalarında etkisiyle, refah devleti olma amacını güdüldü.

20. yüzyıldaki en büyük çekişmelerden biri de, demokratik olmayan Sowyet bloku ülkeleriyle batı demokrasileri arasında gerçekleşen soğuk savaştı. Komünizmi yaymaya çalışan Sowyet Rusya ile diğer demokrasi çeşitleri arasından sıyrılmış liberal demokrasiyi yaymaya çalışan ABD liderliğindeki batı gurubu arasındaki çekişme, 1989 yılına kadar devam etmiştir.

Japon asıllı sosyal bilim adamı Francis Fukayama; Tarihin Sonu adlı makalesinde, “soğuk savaşın bitmesiyle artık liberal demokrasinin tüm dünyada yayılacağı” haberini verir. Nitekim bu demokratikleşme süreci, yakın dönemdeki Gürcistan’daki Gül Devrimi, Ukrayna’daki Turuncu Devrimi ile yoluna devam eder.

DEMOKRASİ MODELLERİ

Demokrasi tarihinde uygulanan sistemler oldukça çeşitlidir. Bunlar kısaca beş grup içinde toplanabilir:

1- KLASİK DEMOKRASİ:

Klasik demokrasi tanımı eski Yunan şehir-devletlerine dayanır. En iyi uygulayıcısı ve o dönemde en güçlü şehir olan Atina’dan dolayı, Atina demokrasisi olarak da adlandırılır.

Belli başlı tüm kararlar, bütün vatandaşların üye olduğu meclis veya Eklesya/Halk meclisi tarafından alınıyordu. Bu meclis senede en az kırk defa toplanıyordu. Tam zamanlı çalışacak kamu görevlilerine ihtiyaç duyulduğunda, bütün vatandaşları temsil eden küçük bir örnek olmaları için kura usulü ile veya dönüşümlü olarak seçiliyorlardı. Mümkün olan en geniş katılımın sağlanması için görev süreleri kısa tutuluyordu. Meclisin yürütme komitesi olarak faaliyet gösteren ve beş yüz vatandaştan oluşan bir konseyi vardı ve elli kişilik bir komite de bu konseye teklifler hazırlardı. Komite başkanlığı görevi sadece bir günlüktü. Bunun tek istisnası askeri konularla ilgili on generalin tekrar seçilebilme imkanıydı.

Atina demokrasisinin özelliği vatandaşlarının siyasi sorumluluklara geniş çapta katılma isteğinin bulunmasıydı. Tabi bunun en önemli sebebi, demokrasiye zıt bir şekilde uygulanan kölelik sistemiydi. Böylelikle oy verme hakkına sahip Atina doğumlu yirmi yaş üstü tüm erkeklerin günlük hayattaki sorumluluklarının çok büyük bir kısmını kölelerin sırtına yüklemişlerdi. Bunun dışında Atina demokrasisinde kadınların, metiklerin (şehirli olmayanlar) ve kölelerin oy kullanma hakları yoktu.

Günümüzde İsviçre’nin küçük kantonlarında halk meclisleriyle varlığını sürdürebilen klasik demokrasinin, daha büyük ülkelerde uygulanması teknik nedenlerden ötürü tercih edilmez.

2- KORUYUCU DEMOKRASİ

Orta Çağ yönetimlerinden çıkmaya çalışan Avrupalılar, 18. ve 19. yüzyılda demokrasiyi daha çok kendilerini hükumetin zorbalıklarından korumanın bir yolu olarak görmekteydiler. Korumacı demokrasi sınırlı ve dolaylı bir demokrasi modeli sunar. Pratikte, yönetilenlerin rızası düzenli ve rekabetçi seçimlerle sağlanır. Siyasi eşitlik böylelikle eşit oy hakkını ifade eden teknik bir kavrama dönüşür. Dahası; oy hakkı gerçek bir demokrasi için yeterli değildir. Bireysel özgürlükleri korumak için yasama, yürütme ve yargı üzerinden güçler ayrılığına dayalı bir sistemin tesisi şarttır.

3- KALKINMACI DEMOKRASİ:

Bireyin ve toplumun gelişimini esas saymıştır. Bu tip demokrasilerin en radikal olanı; Jean-Jacques Rousseau tarafından dile getirilmiştir. Ona göre bireyler ancak içinde bulundukları toplumun kararlarını şekillendirebilmesine doğrudan ve sürekli olarak katılımları halinde “özgür” olabilirler. Bu açıdan bakıldığında, doğrudan demokrasiyi tanımlamakla birlikte bu şekilde oluşturulacak genel iradeye vatandaşların itaat etmesi durumunda özgürlüğe kavuşacakları savıyla ayrılır.

Kalkınmacı demokrasinin, liberal demokrasiye daha ılımlı hali ise; John Stuart Mill tarafından dile getirilmiştir. Mill’e göre demokrasinin en büyük yararı, vatandaşların siyasi hayata katılımlarını sağlayarak, onların anlayışlarını ve duyarlılıklarını güçlendirmesidir.

Bu nedenle hiç bir ayırım yapmadan, ister kadın olsun ister fakir olsun, herkesin oy verme hakkının olması gerektiğini savunur. Ne var ki; John Stuart bu oy hakkını “eşit” olarak savunmamıştır. Örneğin vasıfsız işçinin bir oy, vasıflı işçinin iki oy, donanımlı meslek sahiplerinin ise beş oy hakkına sahip olması gerektiğini, böylelikle demokraside “çoğunluğun tiranlığı” korkusundan kurtulabilineceğini savunuyordu. Basitçe herkesin oy hakkının olmasını savunurken, çoğunluğun verdiği kararların her zaman doğru olmayabileceğini belirtiyordu.

4- LİBERAL DEMOKRASİ:

Demokraside önceliğin özgürlüğe mi yoksa eşitliğe mi verilmesi gerektiği tarih boyunca tartışılmış ve tarih, bu ikisini bir arada tutacak sistem teorisini üretme çabalarıyla sıklıkla karşılaşmıştır. Liberal demokrasi sistemi de bunlardan biridir. İçinde barındırdığı liberal kelimesiyle özgürlüğü, demokrasideki siyasi eşitlik kavramıyla da eşitliği temsil etmektedir.

Bunu düşünürken ekonomi disiplinindeki liberalizm ile siyaset disiplinindeki liberalizmin birbirinden ayırmamız gerekir.

Basit olarak liberal demokrasi; iktidarı halkın belirlediğini ancak bu iktidarın bireysel özgürlüklerle sınırlandığı bir siyasal sistem olarak belirtebiliriz.

Hoşgörü ve tüm fikirlerin var olabildiği bir rekabet ve siyasi eşitlik prensiplerinde gerçekleştirilen seçimlerle iktidara temsili bireylerin getirilmesi, liberal demokrasilerin temel nitelikleridir.

5- SOSYAL DEMOKRASİ:

Bu kavram; daha çok komünist rejimlerle yönetilen ülkelerin gelişmiş demokrasi çeşitlerini kapsamaktadır. Kendi aralarında farklar bulunmasına rağmen, liberal demokrasi sistemleriyle kesin olarak karşıt bir çizgidedir. Genel olarak siyasi eşitliğin yanında, sosyal demokrasi ile ekonomik eşitliğinde sağlanması gerekliliğini savunmuşlardır.

Karl Marx, kapitalizmin yıkılmasından sonra geçici bir proletaryanın devrimci diktatörlüğü’nün olacağını, sonradan ise proleter demokrasi sistemiyle komünist bir toplumun oluşacağını savunmuştur. Komünist devletlerde görülen demokrasi sisteminin fikir yapısı, Marx’tan çok Lenin’e aittir.

Bu ülkelerde, partilerin denetimsiz gücünün demokrasiyi gölgede bıraktığı eleştirisi yaygın olarak yapılmaktadır.

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm –III- sonu. Bölüm -IV- de buluşmak umuduyla…

Saygılarımla.

Mehmet Sungur

08.07.2013

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm -I-

demokrasi„Demokrasi yetim bir çocuğa benzer, her gün ve her yerde müdafaa edilmeye ihtiyacı vardır!“

ÖN SÖZ

Değerli okurlar!

Demokrasi nedir?…yazı serisini yayımladığımda ne kadar okunur diye hiç düşünmedim. Çünkü; yazının ne kadar okunacağından daha çok; bir vatandaş olarak azda olsa vermiş olduğum hizmet benim için daha önemliydi.

Dilimize „doladığımız“ demokrasi yönetim sistemi ülkemizde ne kadar anlaşılmıştır?…sorusunun cevabı bilinmesi için, önce demokrasiyi tanımlamak gerek ti. Antik çağdan beri evrim geçiren demokrasi sistemi, günümüzün en popüler yönetim sistemi olmasına rağmen…tam anlaşılamadığı da bir gerçektir. Bu durum sadece bizde değil, tüm dünya ülkelerinde az, yada çok farklı anlaşılanların olmasından dolayı, farklı uygulamalara da yol açmıştır.

Ancak; demokrasinin gelişiminde önemli rol oynayan Avrupa, diğer ülkelere kıyasla demokrasiyi en iyi uygulayan ülkeler olarak tanımlanabilinir…eksikleri olsa da(?)

Bizler Türkiye olarak uzun yıllar mutlakıyet ile yönetildiğimiz için, ne yazık ki; demokrasinin evrim gelişimine fazla bir katkımız olmamıştır.

Cumhuriyet döneminde; yani son 90 yıl boyunca demokrasiyi yaşamaya ve demokrasi ile yönetmeye çalışmaktayız. Ne yazık ki; bu zaman içerisinde bir çok sektelere uğrayan demokrasi yönetimi, kendisini geliştirmekte zorluklar içerisinde bazen yorgun düşmüştür. Yorgun düşmüştür…çünkü onu anlamakta geç kalmışların eline düşmekten kendisini kurtaramamıştır.

Son 10 Yıldan beri demokrasiyi daha da ileri getirmek isteyen ülke yönetimi; „ileri demokrasi“ kavramıyla şaşırtıcı bir terim kullanırken, kendilerinde aynı gelişimin olduğu söylenemez. Bunun en basit örneğini; ifade özgürlüğünün ve hukukun üstünlüğünün olmayışıyla göstermek mümkündür.

Günümüzde demokrasinin beşiği olan bazı Avrupa devletleri dahi „ileri demokraside yaşadıklarını“ iddia etmekten kaçınırken; bizde bazı politikacılar „ Türkiye’de birinci sınıf demokrasi“ olduğunu halka anlatmaya çalışıyorlar.

Sadece bize olsa, bu söyleve amenna diyerek katlanırız. Çünkü biz çok şeylere katlanmaya alışık bir milletiz. Ne var ki; bu iddialarını demokrasiyi çok iyi bilen ülkelerin yönetimlerine de anlatmaya çalışıyorlar. Bu anlatım içe dönük popülist bir davranış olsa da…başka ülkeler için bu sadece bir “tebessüm” değerini aşmayan bir söylemdir. Çünkü; bireylerin hayalindeki noksansız demokrasiyi oluşturmak zaten mümkün değildir.

Ancak; eğitim düzeyi ne kadar yüksek olursa, demokrasi sistemi de o kadar güzel olur. Birde bunun yanında tabular haline bürünmüş gelenekler vardır ki…onları hangi sisteme koyarsanız koyun, rahat edebilmeleri mümkün değildir.

Özünde insan onurunun saklı olduğu demokrasi, ancak yaşanarak ve kurallarını benimseyerek mümkün olabilir. Bir bütün olarak ithal edilemeyen demokrasi…bir bütün olarak ta ihraç edilemez.

Bir başka ülkeye: “Size demokrasi getiriyoruz” diye savaş açmak sa…olsa olsa bir insanlık suçu olur. Savaş en son çare olmalıdır. Birilerine demokrasi getirmek için milyonlarca insanın canına, malına, ırzına tecavüz etmek, ne demokrasi ile bağlaşır nede bir başka sistem ile.

Demokrasi evde sevgi ve saygıyla başlar, okulda, sokakta, öğrenilir, toplumda tatbik edilir ve yüce meclisimizde istismar edilmeden tüm topluma eşit olarak uygulanır.

Demokrasi yetim bir çocuğa benzer, her gün ve her yerde müdafaa edilmeye ihtiyacı vardır. Geçmişte görülmüştür ki, demokrasi ile seçilenler, sonradan diktatör olabiliyor. Örnek olarak tarihin en korkunç savaşlarında olan 2. dünya savaşını başlatan Almanya eski Şansölyesi

Adolf  Hitler’i gösterebiliriz. Yakın tarihimizdeki Irak savaşı da seçilen bir başkan tarafından yapılmıştı.

Saygılarımla

Mehmet Sungur

DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm -I-

GİRİŞ

Var oluşundan beri en çok tartışılan ve gelecekte de tartışılacağı kesin olan demokrasi rejimi, aslında bir kaç paragraf ile anlatılacak kadar kısa olmasına rağmen, hakkında en çok yazılar yazılan bu idare sistemi; tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimidir.

Özünde; insan onurunun ifadesi olan „demokrasi“ kavramı, yönetim sistemi olduğundan beri çok badireler atlatmasına rağmen, yine de kendisini kabul ettirebilen bir çekici güce sahiptir.

Yazının uzunluğu nedeniyle bölümler halinde vermek istediğim bu yazının girişinde, sözü; demokrasinin asıl amacının ne olduğunu hukuksal olarak çok güzel anlatımıyla bize sunan, sn. Avukat Mehmet Akyol arkadaşımıza bırakıyorum.

1-        Seçim

Seçim, demokrasinin ön şartı olması nedeniyle, seçmenin özgür iradesini kullanma hakkıdır.

2-        Hukuk devleti

Yargının bağımsızlığının garantisi olan hukuk devleti, yargı kararlarının adaletli olarak vatandaşa yansıması olduğu için, demokrasinin olmazsa olmazlarındandır.

3-            Özgürlük ve eşitlik

Kişinin düşüncelerini ifade edebilmesinin yanında, devletin milletine verdiği tüm haklardan eşit olarak faydalanabilmesi, demokrasinin eşitlik ilkesi olarak sistemi tamamlayan vaz geçilmesi mümkün olmayan hak olarak demokrasinin bölünmez parçasıdır.

4-            Çoğunluğun yönetim hakkı

Seçmenin özgür iradesiyle seçilen çoğunluk, yönetim hakkına sahiptir. Seçim kanunlarının topluma ne kadar uygundur olmasını, bağımsız yargının kararına bağlıdır.

5-        Azınlık haklarına saygı göstermek

Azınlık haklarına saygı göstermek, demokrasi sisteminin, insan onuruna olan borcudur. Azınlık nedeni ne olursa olsun; gerek inanç, gerek ırk olarak vb. Her halükarda korunması ve eşitlik ilkelerine uygun olarak uygulanmasıdır.

6-        Laiklik ilkeleri

Ülkemizde bir türlü açıklığa tam kavuşmamış olan Laiklik kavramı, demokrasilerin temel taşlarını oluşturan ve topluma asıl özgürlüğü veren kavramdır. Laiklik olmadan demokrasi olmasının mümkünatı yoktur.Zira,laik anlayış insanların inançlarına,yaşantılarına saygılı ve eşit mesafededir.

DEMOKRASİ KAVRAMI

Yunanca “dimokratia” sözcüğünden türemiş olan demokrasi kavramı, Türkçe’mize Fransızca olan “démocratie” sözcüğünden geçmiştir. Genellikle devlet yönetim biçimi olarak değerlendirilmesine rağmen, üniversiteler, işçi ve işveren organizasyonları ve bazı diğer sivil kurum ve kuruluşlar da demokrasi ile yönetilebilirler.

Demokrasinin ana yurdu olan Eski Yunan’daki filozoflar Aristo ve Eflatun, demokrasiyi eleştirmişlerdir. O zamanlarda halk içinde “ayak takımının yönetimi” gibi aşağılayıcı kavramlar kullanılmıştır. Fakat demokrasi diğer yönetim şekillerinin arasından sıyrılarak günümüzde en yaygın olarak kullanılan devlet sistemi haline gelmiştir. Artık siyaset bilimciler hangi sistemin daha iyi işlediğinden çok hangi demokrasinin daha iyi işlediği tartışmalarına girmişler ve; liberal, komünist, sosyalist, muhafazakar, anarşist ve faşist düşünürler kendi demokratik sistemlerinin erdemlerini ön plana çıkarmaya çalışmışlardır. Bu sebeple demokrasinin çok fazla sayıda değişik tanımı oluşmuştur. İngiltere’nin eski başbakanlarından Winston Churchill’e demokrasi hakkında ne düşünüyorsunuz?…diye sorduklarında şu cevabı verdiği tarihe geçmiştir.

Winston Churchill: Demokrasi rejim olarak en kötü yönetim sistemidir. Ancak; bu güne kadar daha iyisini bulamadık….diye yanıtlamıştır.

Birinci bölümün sonu.  DEMOKRASİ NEDİR? Bölüm  -II- de buluşmak üzere saygılarımla.

Mehmet Sungur

17.06.2013