ÇANLAR BEŞ DEFA ÇALINCA KİM ÖLÜR?

armut-2ÇANLAR BEŞ DEFA ÇALINCA KİM ÖLÜR?
Adalet ölürmüş, öyle derler. …yarım kalmış düzeltelim: „önce adalet, sonra da ölüşüne amin diyenler ölür;“ …şimdi tamamlandı, devam edelim.

Oysa ki çanlar her gün beş defa Amerika’da, Rusya’da, Avrupa’da, Arabistan diyarında, Çin’de, Yemen’de, Türkiye’de çalıyor!
Çalıyor çanlar her gün on defa sevgiye muhtaç olanlar, yürümekte zorluk yaşayan yaşlılar, bir dilim ekmek için avuç açanlar, yaşamını ortaya koyarak denizleri aşanlar, kitap alacak parası olmayanlar, emeği sömürülenler için…
Çalıyor!
Her gün!
On defa!
Çalıyor çanlar pınarı kurumuş, susuz kalmış adalet için!
Hukuk, sosyal düşünce her gün defalarca ölüyor; ve arkasında; yıkılan yüreklerin göz yaşları arasında sessizce toprağa gömülüyor!
Sindirilmiş toplumlar sessiz yığınak haline dönmüş bir yığın olarak tümsekler oluşturuyor.
Susuz kalmış adalet, hukuk, sosyal düşünce her gün defalarca ölüyor; ve arkasında yıkılan yürekler bırakıyor, ama duyan yok!
Coğrafyamızda yaşadığımız mezhep savaşları, akıtılan kanlar ülkemizin içerisine kadar geldiği bu günlerde her şeye ama; asıl ihtiyacımız olan adalete o kadar ihtiyacımız var ki, kırk gün ateşte yanan testinin suya ihtiyacı olduğu kadar!

Her zaman ki gibi ben yine de umutlarımı duaya yansıtarak tüm bu olumsuzlukların ortadan kalkmasına dua ettiğim yeni bir takvim yılına girerken; karşılıklı olarak birbirimizi tamamladığımız tüm dostlarımın yeni yılını kutluyor, hepinize en samimi dileklerimle selam ve sevgilerimi gönderiyorum… Sevgiyle kalın.

Mehmet Nuri Sunguroğlu
31.12.2015

 

TOPLUM OLARAK BAŞKANLIK SİSTEMİNE HAZIRMIYIZ?

BASKAN[Eğer diyorsak ki başkanlık sistemine geçelim, hepimiz; ama gerçekten hepimiz; önce demokrasi anlayışımızı, kanunlara karşı olan saygımızı ve mahkeme kararlarına karşı olan davranışımızı gözden geçirmeliyiz.]
TOPLUM OLARAK BAŞKANLIK SİSTEMİNE HAZIRMIYIZ?

Ne zaman ki ülkemizde siyasi kilitlenmeler olmuştur, konu başkanlık sisteminin tartışmasını başlatmıştır. Bu durum Turgut Özal ile başlamış olsa da, daha önceleri de dile getirilmiş olduğunu biliyoruz. Şimdiki Cumhurbaşkanımızın başbakanlığında çok daha istekli olarak tartışılan başkanlık sistemi, önümüzdeki günlerde gündemin ortasında olacağını söylemek için kahin olmaya gerek yoktur. Peki… Başkanlık sistemi denilince konu hakkında ne düşünüyoruz? Konu hakkında ne kadar bilgimiz var?
Başkanlık sistemi tüm yönetimlerde mümkün olan bir hükumet sistemidir. Günümüzde örnek olarak Komünist olan Kuzey Kore’de olduğu gibi, Amerika Birleşik Devletleri de başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Aralarındaki fark başkanlık da değil, idare sistemini oluşturan demokrasi, hukuk ve yasalara uyulması, yada uyulmamasında saklıdır.
ERKLER
Yasama, yürütme ve yargıdan oluşan bu üç erk; halk adına yetki kullanan organlardır. Yani; Parlamento, hükumet ve mahkemeler halkın adına yetki kullanmak salahiyetine sahiptir. Günümüzdeki parlamenter sistemde Cumhurbaşkanı yürütme yetkisine sahip değildir. Başkanlık sistemine geçilirse, Cumhurbaşkanı yürütme yetkisinin başındadır tüm atamalardan sorumlu olduğu gibi, azil etme yetkisi de başkanın elindedir.
Güney Amerika’da ve Afrika ülkelerinde olmak üzere, dünyada 42 ülkede başkanlık sistemi uygulanmaktadır. Günümüze kadar tek başarılı olarak bilinen, sadece Amerika’da uygulanan başkanlık sistemidir.
Amerika Birleşik Devletleri Anayasasına göre başkan, içe ve dışa karşı yüksek yetkilerle donatılmış olup, aynı zamanda başbakan ve silahlı kuvvetlerinde başkomutanıdır.

Anayasanın bu kadar yetki ile donattığı başkanlık sisteminin dengesini de unutmayan Amerikan anayasası, olası bir duruma karşı aldığı tedbir ile; Senato ve temsilciler meclisinin yanında, yüksek mahkemeye de kontrol yetkisini vermeyi unutmamış. Karşılıklı kontrol oluşumunun özü olan “check and balance” denilen “denge ve fren” sistemin özünü oluşturmaktadır.
Yürütmenin başı olan başkan, Kongre ve Senato tarafından frenlenebilir olması, Amerika başkanlığının başarılı olmasının ana unsuru olmuştur.
Görüyoruz ki; yönetimlerde mesele başkanlık yada parlamenter sistem değil; tüm mesele nasıl uygulandığıdır. Gerek parlamenter, gerekse başkanlık sistemi olsun; öncelikle demokrasi anlayışının, yasalara saygı, kanunların tümüne uyulmasının önemidir sistemi başarıya getiren.

Mahkeme kararlarının hiçe sayılmasının mümkün olmadığı Amerika’da, başkanlık sistemi sayesinde hiç bir kesintiye uğramadan 200 yıldan beri yaşayan Amerikan demokrasisi, Amerikan başkanlık sisteminin başarı öyküsüdür. Buna rağmen Başkanlık sistemi tartışılmaya devam ettiği de bir gerçektir.
Eğer diyorsak ki bizim ülkemizde de başkanlık sistemine geçelim, önce kendimizi sorgulamak zorundayız ki; yukarıda adı geçenler bizde de geçerli midir?

Mehmet Nuri Sunguroğlu
05.11.2015

TECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR

SIDDETTECAVÜZ, KADINA ŞİDDETİN SON SAHNESİDİR; İDAM CEZASINI TARTIŞARAK SORUNUN ÖZÜNDEN UZAKLAŞIYORUZ
>>İdam cezasını uygulayan ülkeler, idam ettiklerini ithal etmediklerine göre, idam cezasının caydırıcı olduğuna nasıl umut bağlayabiliriz ki? Sorunun özünü tartışalım, son sahnesini değil!<<

İdam cezasını tartışmak, bizleri asıl kanayan yaraya merhem bulmaktan uzaklaştırır. Öncelikle bilmeliyiz ki; idam cezasını yeniden uygulamaya koymamız mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti 2004 yılında Anayasamızda yaptığı değişiklikle idam cezasını kaldırmıştır. Artık hiçbir şekilde ölüm cezası verilemeyeceği Anayasanın 38. Maddesinde hüküm altına alınmıştır. Demektir ki; idam yasağı öncelikle Anayasal bir norm olarak karşımıza çıkıyor. Tabi olduğumuz uluslararası kuruluşlar ve taraf olduğumuz sözleşmeler uyarınca da, idam cezasını yeniden yürürlüğe koyamayacağımızı bağlayıcı nitelikte taahhüt etmişiz.

Avrupa Birliği ülkelerinin hiçbirinde idam cezası yoktur. Avrupa Birliğine tam üyelik müzakereleri yaptığımızdan dolayı hukuken de idam cezasını getirmemiz mümkün değildir. Demek ki; idam cezasının yeniden uygulamaya konulması tartışmak bizi bir adım öteye getirmez. Ne zaman ki biz; Avrupa Birliğine üye olmaktan vazgeçeriz, ancak o zaman kendi iç hukukumuzda dilediğimiz düzenlemeyi yapabiliriz. Bunun dışında iç hukukumuzda idam cezasını yeniden düzenleme imkanımız yoktur. O halde tartışmanın da bir anlamı kalmıyor demektir.
İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesinin 6 Nolu ek protokolü ile idam cezası tamamen kaldırılmıştır. Sözleşme, ölüm cezasının geri getirilmeyeceğini asıl olarak görür ve Türkiye Cumhuriyeti de sözleşmeye taraf olduğundan dolayı idam cezasını tartışmak duygusal tepkiden ileri bir anlam taşımıyor. Bunu tartışmaktansa; ülkemizde genel olarak sorunun özü olan şiddete karşı ne yapılır olduğunu tartışalım!

Hepimiz biliyoruz ki; hiç bir çocuk dünyaya suçlu olarak gelmez. Gelmez ama; gelmeden önce ana rahminde ruhuna yerleştirdiği ne ise onunla doğar. Çocuk daha doğmadan önce, ana rahminde evdeki atmosferi hisseder ve onu bilinç altına yerleştirir. Çocukluk çağında yaşadığı aile ortamı ve çevre ile büyüyen çocuk, henüz yaşamının başında aldığı izlenimlerin etkisinden ancak güçlü bir eğitim ve sosyoekonomik şartlar ile kurtulabilir.
Yani; şiddet evde başlıyor ve sokakta devam ederek son sahnesini tecavüz olarak, yada bir başka tür suç ile bitiriyor.
Ülkemizde 20 bin kadın şiddetten korunmak için devletin koruması altında olduğunu düşünürsek; bu kanayan yaraya idam cezası ile merhem bulamayız! Sorunu başka türlü tartışalım ve idam cezasını tartışırken ağaçların çokluğundan, ormanı gözden kaçırmayalım!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
17.02.2015

ÇOK ŞEY Mİ İSTİYORUM?

yargi

İnsanlık olarak son günlerde kendi yarattığımız kaoslu bir dünyanın içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Her yerde akıl almaz bir hiddet ve şiddet..
Nasıl bu hale geldi bu dünya?
Neyi paylaşamıyoruz?
İnsanoğlunun en temel ihtiyaçları beslenme ve barınma değil mi?
Her ne kadar bunların dağılımı eşit olmasa da yeryüzünde herkese yetecek kadar yiyecek, içecek ve üzerinde yaşanacak toprak parçası var, sadece biz bunları paylaşmayı bilmiyoruz.
Ne istiyoruz, daha çok para mı, daha fazla güç mü ve daha da önemlisi niye bunlara bu kadar ihtiyaç duyuyoruz.?

Hepimiz beğenilmek, takdir görmek, şefkatle kucaklanmak kısacası aslında bütün bunların başlığı altında ‘’sevilmek’’ istiyoruz.
Yolda yürürken bacağınıza sürtünen kedinin, sevmeniz için başını uzatan, kuyruğunu sallayan köpeğin beklentisi de daha farklı değil.

Daha güzel daha zengin daha çekici olunca daha çok sevileceğini zannediyor insanoğlu.
Veya bazıları gibi kitlelerin alkışlarını duymadan yaşayamayacağına inanıyor .

Farkında mısınız?
Dünyada şu aralar her şey var,
ortada bir tek sevgi yok. Hayatın bir yerlerinde kayboldu gitti o.
Nefret nefreti, şiddet şiddeti besliyor.
Kötülük sonunda yaşamımızın ayrılmaz bir parçası oldu ve hepimizi kocaman bir çığ parçası gibi altına alıp yok edecek hale geldi.
Böyle bir ülkede halkın kendi kendini idare etmesi demek olan demokrasinin nimetlerini göremiyoruz ve bu sistemi oturtamıyoruz.
Ama bunu oturtmanın yolu da birbirimizi ezmek ve üzmekten geçmiyor.
Dünya tarihine bakın;
Nefret, ayırımcılık, adaletsizlik, kışkırtıcılıkla bir yere gelmiş ve varlığını sürdürebilen bir ülke de yok, gidilecek daha iyi bir yer de yok.
Halkın birbirine karşı bu kadar kışkırtıldığı ülkelerde eninde sonunda o insanlar birbirine girer ve sonuçta kimse kazanamaz.
Er ve ya geç bu kadar gerginlik bir yerde muhakkak patlayacaktır. Bu patlamadan sonra bazı gerçekleri anlasak bile düzeltmek için çok geç olabilir.
Şiddetin ve ayrımcılığın orta doğu ülkelerini getirdiği yer ortada.
Sizce de yanı başımızda olup bitenlere bakarak kendimize bazı dersler çıkarmamız gerekmiyor mu ?
Yangına körükle gitmek yerine bizi bu derece birbirimizden ayıranların bunu ne için ve kimin menfaatine yaptığına bakmamız lazım.

Milletin menfaatine olmadığı kesin çünkü..

Ve bence bu kadar nefret ve şiddetin arttığı bir ortamda bizlerin birleştirici, içimizdeki sevgiyi bize hatırlatacak söylemlere, kibarlığı elden bırakmayan, sükunetini bozmadan konuşmasını bilen, fikrini zikrini ağzını bozmadan anlatabilen, yalanı dolanı olmayan, adı yolsuzluklara karışmamış, ‘’milletimin yanındayım’’ deyip milletin canına okumayan, ‘’hukukta benim, adalette benim’’ demeyen yöneticilere ihtiyacımız var…
Biraz ara verelim, bizi birbirimize düşüren ve bundan kendi iktidarlarını sürdürmek için menfaat sağlayanlara değil, bizi birleştireceğine inandıklarımıza bakalım lütfen…
Her gün televizyonlarda izlediğimiz gibi,
çirkin söylemlerle, hepimizin içinde bir nebze de olsa var olduğuna inandığım kabadayıyı besleyenler çıkabilir.
’’Malum öfke baldan tatlıdır’’ diye bir atasözü var.
Ama unutmayalım ki bir tarafta dünyaca insanlık olarak artık neredeyse varlığını unuttuğumuz bir sevgi var, toplumca hasret kaldığımız bir saygı var.

Ben; huzurlu bir ülke de yaşamak ve adalete güvenmek istiyorum. Küfür bağırış çağırış,savaş,olmasın. Dini, dili, etnik kökeni, mezhebi yüzünden kimse birbirine düşman olmasın, kimse sokaklarda kefenlerle, palalarla dolaşmasın istiyorum.

Siyaset konuşmaya gerek kalmayacak kadar huzurlu bir ülke gündemi olsun ve ben işime gücüme bakayım istiyorum.
Söyleyin bana çok şey mi istiyorum?

Mehmet Nuri Sunguroğlu

15.10.2014

TARİHİN GÖLGESİNDE 12 EYLÜL DARBESİ

12EYLÜL>>Kendisini sorgulamaktan korkan toplumlar, gideceği istikameti seçmekte zorluk çeken toplumlardır. 12 Eylül darbesi kendisini yönetmekten aciz bir toplumun acı bir ürünüdür!<<

Estağfurullah ağam; tabii ki varız!

Biz her zaman varız!… Her yerde ve her halükarda emre amadeyiz!

Bize güvenebilirsiniz!

Biz öyle tükürdüğünü yalayanlar dan değiliz ağam!

Dün dündür, bu gün yeni bir gündür diyenlerden hiç değiliz!

Etek öpmek bizim işimizdir!

Bizim ipimizle her kuyuya inebilirsiniz!

Yardakçılık ta üstümüze az bulunur; gerekirse kendimizi de inkar ederiz!

Yıl 1980.

Aylardan Eylül ayı. Sonbaharın başladığı zamanlar…ve Ayın 12 si.

Ülkemizin bir darbe ile askeri yönetime teslim olduğu O KARA gün. Öyle bir darbe ki; içerisinde bir tek cümle sürpriz olmayan bir darbe.

Çünkü; darbeden 9 Ay önce siyaset ve hükumet, zamanın başbakanı nezninde uyarılmış.

Memleketin sergilediği manzara uzun ve gayet net anlaşılır bir dil ile siyaseti ellerinde tutanlara anlatılmış ve çözüm için gerekenin yapılmasını istemişler. Yapılmazsa; iç hizmet tüzüğünün uygulanmasına geçilebilinir denilmiştir.

Hikaye uzun.

Siyasi çekişmeler, katliamlar vurmalar kırmalar. Memleket anarşiye boğulmuş.

Sonuç olarak; çözüm üretemeyen politikacılarımızın sayesinde, Meclisimiz askeri bir darbe ile fesh edilmiş.

Politikacılarımız tutuklanmış.

Ve daha bir çok haklısı haksızı tutuklanarak ceza evlerine konulmuş. İnsanlığa yakışmayacak metotlar kullanılarak ezaya ve cezaya çarptırılmışlar.

Haksız idam cezaları infaz edilmiş.

İdam için yaşı tutmayanların yaşı büyütülmüş dar ağacına gönderilmiş.

Karar veren hakimler kalem dahi kırmadan kürsüden inmişler.

Bütün bunlar yapılırken kimse sesini çıkarmadan olayların şahidi olmuş. Kimisi korkudan, kimisi çıkarından, kimisi ne olduğunu anlamadan.

Basın, Üniversite, sivil örgütler ise etek öpmekten düşünmeye zamanları olmadığından olacak ki, seslerini çıkarması bir yana; tebrikler yağdırarak başta Kenan Evren olmak üzere, generalleri kutlamışlar.

Darbenin arkasından kocaman 2 Yıl geçmiş.

Darbecilerin infaz kararları, ceza evlerinde uyguladıkları şiddet ve hukuksuz yargılamalar halk tarafından okunmuş, duyulmuş ve yapılanlara karşı çok az bir kesimin dışında kimsenin itirazı olmamış. Aralarında oh oldu diyenler de az olmamış.

Yıl 1982.

Darbeciler bir Anayasa hazırlayarak halkın onayına sunmuşlar. Ve demişler ki; „biz ülkemiz için bu yaptıklarımızı uygun bulduk; ve bütün bunlar doğrultusunda bir Anayasa hazırladık, önünüze getirdik; kabul edenler “Evet”!…desin, kabul etmeyenler “Hayır”!…desin“! …diyerek halkın önüne çıkmışlar.

Vatandaşlarına tarihi bir görev verilmiş.

„Türkiye Cumhuriyetinin Anayasası hakkında karar sizindir“ diyen darbeciler, vatandaşı sandık başına davet etmiş.

Sonra ne olmuş?

Sandıklar açılmış ve içerisinden % 92 “Evet” oyu çıkmış. Darbecilerin yaptığı Anayasa ezici bir çoğunlukla kabul edilmiş.

Yani; bir başka ifadeyle, darbe milletten onay almış.

Aradan bunca yıllar geçmiş.

12 Eylül de doğanlar bu gün 34 yaşına gelmiş. Ülkenin kaderine oynayacak yaşta olan bu kuşak haklı olarak o günün darbecilerini yargılayabilir.

Ancak; tüm yargılayanlara sormak lazım ki; sadece o günün fiziki darbecilerini yargılamak yeterli-midir?

Bence değildir!

Darbeciler adına, zulümcüler adına, işkenceciler adına sadece o günün generallerini değil; bu ülkede yaşayan %92 halkı sorgulayamaz sak, o darbenin neden olduğunu da anlamakta zorluk çekeriz.

Yargılayalım, hesap soralım, hesap versinler bu millete hiç bir itirazım yok! Ama insan sormadan geçemiyor; hepsi bu kadar mı?

Nerede o devrin el öpenleri, yardakçıları, çıkarcıları, susanları, darbecilere alkış tutanları? Nerede % 92 ezici bir çoğunlukla darbecilerin yaptığı Anayasaya oy verenleri?

Evet…Adalet mülkün temelidir; yargılayalım ve adaleti bulalım! Bulalım da; geleceğimiz için “GELEN AĞAM GİDEN PAŞAM” tutkusundan da vaz geçelim!

Kendisini sorgulamaktan korkan toplumlar, gideceği istikameti seçmekte zorluk çeken toplumlardır. 12 Eylül darbesi kendisini yönetmekten aciz bir toplumun acı bir ürünüdür!

Saygılar.

Mehmet Nuri Sunguroğlu

12.09.2014

KAPİTALİZMİN RUHU, SOSYAL PAZAR EKONOMİSİ VE DÖRDÜNCÜ YOL

sömürüDüşünmek, insanı diğer varlıklardan ayıran çok önemli bir hazinedir. Biz bu hazineyi ne kadar kullanıyoruz?

Düşünmenin tarihi, insanın varlığıyla başlasa da, bilimsel olarak bir kaç bin yıldan eski olmadığını zamanın düşünen insanlarının arkada bıraktığı miras-sal bilgilerden bilmekteyiz.

Düşünmenin milyonlarca şekli ve türü olmasına rağmen; genelde iki türlüdür diyenlere katılsam da; günümüzde uygulanan üçüncü yol düşünme tarzı, İnsanlığa verdiğinden daha çok aldığı açıkça görülmektedir.Yoksa; şu an dünyada ve ülkemizde yaşamış olduğumuz bu kadar karışıklıklar olmazdı.

Düşünceyi, ya da düşünmeyi; Özgür ve dogmatik olmak üzere ikiye ayıran düşünürlerin haklılığı inkar edilemez. Özgür düşünce; olayları eleştirel bir düşünce ile araştırıp sonuca varmaya çalışan düşüncedir.

Dogma düşünceler ise, güçlü bireylerin; toplumu kendi istediği yöne yönlendirmeye zorlayan bir düşünce tarzıdır. Yani tek tip  insan türü bir toplum oluşturmaktır.

Tarihte bir çok örnekleri olan dogma düşüncelerin sonunda felaketler kaçınılmaz olmuşlardır. Almanya’da bir Hitler, İtalya’da bir Mussolini, Sovyetler birliğinin Lenin ve Stalin’i, Çin’in Mao’su, ürettikleri dogmalarla ülkelerinde felaketlere yol açan kişilerdir. İspanya’nın Franko’su son Yıllarında özgür düşüncenin değerini anladığı için, ülkesini kendi uyguladığı dogma yönetime bırakmamıştır. Günümüzde bu dogmalar yıkılmış görünüyorsa da, bir çok ülkelerde devam etmekte olduğunu biliyoruz.

ÜÇÜNCÜ YOL

Yaşadığımız çağda uygulanmakta olan „hybrid-düşünce sistemi“…yani; iki düşüncenin karışımlı hali olan üçüncü düşünüş yolu ise; dogma ve özgür düşüncenin karışımından meydana gelen “yumuşak, ama acımayan” düşünce sistemidir. Bunun adı da kapitalizmdir.

Kapitalizm kelimesi ise; yine o bilinen yumuşak düşünce ilkesiyle “liberal ekonomi/ serbest piyasa ekonomisi” olarak değiştirilmiş ve insanlardan bilinen sömürücü yüzünü saklayarak modernize edilmiştir.

Günümüzde iş veren firmaların bir çoğu borsalarda kayıtlıdır. Onların amacı ise; işçisinin emeği üzerinden ortaklarına her Yıl daha fazla kar payı verebilmektir. Çünkü; firmaların yönetim başkanlarının kaderi de, ortakların seçimine bağlıdır. Demektir ki; iş verenler, işçileri için duymak zorunda oldukları sosyal sorumluluk düşüncesinden uzaklaşmışlardır. İşte kapitalizm düşüncenin kara yüzü de budur.

Yumuşak görünen karakteriyle tehlikesini saklamasını çok iyi bilen bu düşünce tarzı, yıllardan beri tartışmaya açılmış olsa da, kolayca değişeceğe de benzemiyor. Yumuşak düşüncenin kökünde “hakkına” razı gelmek kültürüne yer  olmadığı için, güçlünün mazlumu talan ve sömürüsü kaçınılmazdır.

Bu düşünce tarzı, güçlünün güçsüzü yumuşakça esir almasıdır. Yumuşakça teslim olmayanları ise, zoraki teslimiyete zorlamaktır ve adını da demokrasi ihracatı koymuşlar.

Bunun en bariz misallerini Afganistan, Irak ve Arap baharı maskesiyle halkların ayaklanmasının nasıl organize edildiği belleklerimize yer etti.

Ülkemizde ise, her gün yaşadığımız ve son olarak Soma faciasının arkasından ortaya çıkan iş güvenliğinin ne kadar ihmal edildiğini; sanki felaketi davet edercesine iş ve İnsan güvenliğinin ne kadar ilkel bir durumda olduğunu maalesef gördük ve yaşadık.

Sermaye pazarında ise, uzakların yakın olduğu Globalleşme prosedüründe yumuşak düşüncenin emekçiye verdiği sus payı olan günlük yevmiyesi, insan onuruna yakışmayan asgari ücretle ölçülmektedir. Sesini çıkarmak isteyene karşı kullanılan silah ise, yumuşak düşüncenin oluşturduğu sosyal düşünce sorumluluğunu devre dışı bırakan; “istersen çalış” cevabıdır.

Bu “yumuşak” düşünce türünün tehlikesi ise; düşünenleri düşünmeye ihtiyacı olmadığını onlara kabul ettiren/ettirmek isteyen, tahammülü kısıtlı olan, „yumuşak dogma“ düşüncedir. Bu düşünce tarzı, bu gün dünyada geçerliliğini hala korumakta olan yumuşak ve gülerek ısıran düşüncedir. Öteki düşünme şekillerinden daha da tehlikelidir. Çünkü; içerisinde yalan ile yanlışı ayırabilmenin zor olduğu bir düşünce şeklidir.

Riyakar yönetimlerde görev alan, etek öpenlerin, sendikaların pes ettiği, basının susturulduğu, Üniversitelerin konuşmadığı bir dünyada, yumuşak düşünce ile yaşamak zor olduğu düşünülse de; başka bir yol olmadığı için katlanmaktan başka da bir çare görülmüyor gibi olsa da, çözümü olmayan bir durum da değildir!

DÖRDÜNCÜ YOL

1960 lı yıllarda Federal Almanya Şansölyesi Ludwig Erhard’ın ortaya attığı “Sosyal Pazar ekonomisi”( Social Market Economy / Soziale Marktwirtschaft) olmasaydı, Almanya adaletli kalkınmaya ulaşamaz ve refahın zirvesini de yakalayamazdı.

Bundan 50 Yıl önce dördüncü yolu çizen ve pratikte uygulamasını da başarıyla zirveye taşıyan; aynı zamanda bir ekonomist ama, kapitalist olmayan Ludwig Erhard, günümüzün sorunlarını görür gibiydi. Yaşa ve yaşat düşüncesi onun rehberi olmuştu.

 

Ne yazık ki; bu dördüncü yol olarak benim de hayal ettiğim “Sosyal-Pazar ekonomisi” devre dışı bırakılmıştır.

 

Devre dışı bırakılan bu dördüncü yol; yeniden yaşama geçirilmelidir!

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

19.05.2014

Not:

Soma faciası nedeniyle 19 Mayıs için ayrıca bir paylaşım yapmak içimden gelmiyor.

Tüm milletimizin bu Yıl buruk geçen 19 Mayıs bayramını içtenlikle kutluyorum…sevgiyle kalın!

 

DOKUNMA…ACIYOR İŞTE

DOKUNMABu akşam bir sızı var yüreğimde;
Dokunma…
Ellerim bağlı;
Dilim dönmüyor…
Saramam seni gecenin karanlığında…
Sokulma.

Açma maden çukuru yüreğimin kapısını!
Görme içimdeki kara sızıyı!
Dokular titreşim yapıyor;
…yüreğimde.
Acılar feryat ediyor…susarcasına…
…ciğerimde.
Dokunma…!

Karanlık gecenin sessizliğinde.
Kulaklar çınlatan suskunluğuma.
Avuçlarımda kalan son özlemimle.
Rahat bırak beni;
Dokunma…!
Ben feryat ederken duymayan sendin!
Susunca anladın kimsizliğimi!
Şimdi sen feryat eyle!
Bağır çağır istersen!…ama;
Bana dokunma!

Dokunma bana sen…ordaki…evet, sen!
Sende…dokunma!
Heyy sen, alttaki!
Sana diyorum…orda üstteki!
Sağımdaki…
Solumdaki…
Heyy sen…! Kalemi bozuk serseri!
….mürekkebi tükenmiş mecnun…
Sizde duyun…duyun artık!
Dokunmayın yüreğime!
Bozmayın sessizliğimi!
Ben karanlığa alışmışım!
Rahat bırakın da uyuyayım artık!
Sonsuzluğuma…

Dokunmayın yarama diyorum!
Acıyor işte…
Dokunmaaaaa!…dokunma.
Dokunma……acıyor işte…(?)

Mehmet Nuri Sunguroğlu
19.05.2014

AFFETME BİZİ GİZEM… TOPLUM OLARAK SUÇLUYUZ !

GIZEMSevgili GİZEM!

Henüz altı yaşında aramızdan ayrıldın. Hunharca işlenmiş bir cinayet seni bizden aldı. Şimdi arkandan dualar okuyup, Allah’tan rahmet dileyerek vicdanımıza olan borcumuzu ödeyeceğiz! Ne kadar üzüldüğümüzü anlatabilmek için kelime dağarcığımızda olan tüm kelimeleri dizeler halinde sıralayacağız. Ancak…bütün bunlar seni geriye getirmeyecek. Sen artık aramızda değilsin ve bir daha da olmayacaksın.

Bizler ki; ülkemizde çocuklarımızın değerini bilmekte aciz kalmış toplum olmuşuz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; dövülen eşlerin sesini duyduğumuzda sivil cesaretimizi kullanarak polise telefon edemeyen bir toplum olmuşuz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; çocuğumuzun gelişiminden, eğitiminden, beslenmesinden vb. tasarruf ederek harcamalarımıza başka türlü öncelik tanırız…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; çocuklarımızı koruyamaz hale gelmişiz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; Cinneti, şiddeti, sapıklığı, barbarlığı rutin olarak görür hale geldik…sakın bizleri affetme Çocuk !

Bizler ki; taciz suçundan mahkumiyeti dönüşü kahveye, mahalleye gelen ırz düşmanına geçmiş olsun deriz…sakın bizleri affetme Çocuk !

Liste çok uzun sevgili Gizem…çok uzun ! O kadar uzun ki…tüm dünyayı bir kaç defa dolayacak kadar uzun…kin ve nefret, cinnet ve şiddet, sapıklık ve barbarlık akıyor dünyanın her tarafından.

Bu rezaletin birde raporu var sevgili Gizem !

UNICEF rapor etmiş bu rezaleti; okuyalım!

Dünyadaki Çocuk İstismarını tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bu raporda hepsi olmasa da, olanlar bizleri utandıracak kadar yeterli.

– Dünya genelinde 246 Milyon çocuk, çalıştırıldıkları çeşitli işlerde emeklerinin sömürülmesine maruz kalmaktadır.

– Dünya genelinde 1.2 Milyon çocuk, ailelerinden koparılarak köle ya da işçi olarak kullanılmak üzere satılmaktadır.

– Dünya genelinde 300 Bin çocuk, 30′dan fazla ülkedeki çatışmalarda ellerine silahlar verilerek piyon asker olarak kullanılmaktadır.

– Dünya genelinde 2 Milyon çoğu kız çocuk, yine tacirler tarafından seks ticaretine alet olmaktadır.

Ülkemizdeki durum nedir ?

Bir adli Tip uzmanı olan ve ülkemizde bir çok projelere imza atan sn. Prof Dr. Oğuz POLAT Hocamızın bu konudaki açıklamalarına bir bakalım.

– Türkiye’de 42 bin çocuk sokakta yaşıyor.

– Yılda 7.000 çocuk tecavüz ve tacize uğruyor.

– Son 5 yılda, haklarında koruma kararı alınan ve Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumunda barınan toplam 14.398 çocuğun 2.678’i, yani yüzde 18,6’sının anne-babası tarafından ihmal veya istismar edildiği görülüyor.

– Suça itilen çocuk sayısı yılda yüzde 5 ile 10 oranında artıyor,

– Yılda 125.000 çocuk mahkemeye çıkıyor.

– Altı yaş altındaki çocuklarda fakirlik oranı yüzde 34 olduğunu, bu oran kırsal kesimde yüzde 40’a ulaşıyor.

– Sokakta yaşayan çocukların yüzde 11’i hiç okula gitmedi, yüzde 52’si madde kullanıyor.

– Sokakta  yaşamak ta en büyük etken ise aile içi şiddet.

– Adalet Bakanlığının son açıkladığı verilere göre yılda ortalama 7.000 çocuk tecavüz ve tacize uğruyor.

– İstismar ve ihmal, çocuk hakkında koruma kararı alınmasında ekonomik nedenden sonra ikinci sırada yer alıyor.

Gelelim Türkiye’nin taciz ve tecavüz bilançosuna. Önce bizleri korumakla görevli olanların durumuna bir göz atalım.

Türkiye’de son 10 yılda ciddi oranda arttığı belirtilen taciz ve tecavüz vakıaları her gün yeni bir olayla karşımıza çıkıyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), Adalet Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı verilerine göre son 15 yılda 241 polis, 91 asker, 17 özel timci, 15 korucu, 45 gardiyan tecavüzden yargılandı…fakat hiçbiri ceza almadı.

Bunlar bizi koruyacak olanlardı.

Devam edelim!

Ayrıca kadınları istismar eden erkeklerin yüzde 83’ünü de eşler oluşturuyor.

Sadece 2002-2008 arası 62 bin tecavüz olayı kayıtlara geçerken, Adalet Bakanlığı’na göre katledilen kadınların sayısı son 7 yılda yüzde bin 400 yükseldi.

2002 yılı kayıtlarına 66 olarak geçen kadın katliamı sayısı, 2007 yılında 1011 olarak saptandı.

Tecavüze uğrayanların yüzde 50’si 18 yaş altında ve bunlardan yüzde 10’u erkek çocuktur.

5-10 yaş arası çocukların yüzde 55’i ensest (mahrem sayılanlar arası ilişki) mağdurudur. 10/16 yaş arası çocukların yüzde 40’ı ensest mağdurudur.

Cinsel saldırganların yüzde 75’i tanıdık biridir.

Acil yardım hattını arayan kadınlardan yüzde 57’si fiziksel şiddete, yüzde 46,9’u cinsel şiddete, yüzde 14,6’sı enseste ve yüzde 8,6’sı tecavüze maruz kaldı.

TÜİK verilerine göre tecavüz ve taciz gibi cinsel saldırı suçlarında son beş yılda yüzde 30 artış meydana gelmiştir.

Buna göre; 2006’da 528, 2007’de 473, 2008’de 577, 2009’da 652 kadın tecavüze uğrarken, 2006 yılında 489, 2007 yılında 540, 2008 yılında 589, 2009 yılında 624 cinsel taciz olayı yaşanmıştır.

 

Evet sevgili Gizemler, Ayşeler, Fatmalar…Ahmetler, Umutlar…bizleri toplum olarak sakın affetmeyin !

 

Bir daha olmaması dileğiyle; Gizem ve Umut Çocuklarımızın ailelerine [……] Allah’tan sabır ve metanet diliyorum.

 

Mehmet Nuri Sunguroğlu

29/04/2014

KENDİNE GEL TÜRKİYE !

cat-Armut-DW-Wirtschaft-DresdenEY TÜRKİYE’NİN YÜREĞİ YANIK İNSANI !

>>Bize…bu millete başka şeyler anlatın !<<

Üzerinde Allah’ın kalem tutmadığı çocuklarımızı günahkar ilan etmeyin!
Çocuklarımızı siyaset malzemesi olarak kullanmayın!
Evladını kaybetmiş anneleri topluma yuhalatmayın/yuhalamayın!
Polisimizi, askerimizi, hakim ve savcımızı yanlış yönlendirmeyin!
Göreviniz öldürülen çocuklarımızın katillerini bularak adalete teslim etmektir! Onların üzerinden siyaset yapmak değildir!
Çocuklarımızın birini şehit, birini terörist ilan etmek bu ülkeye huzur getirmez!
Bu toplum sadece öldürülen çocuklarımızın katillerinin kimler olduğunu bilmek istiyor. Bu görev devletin/hükumetin/hepimizin görevidir!
Hala anlamadınız mı? Anlayamadınız mı? Türkiye insanının yüzünün bir tarafı Kürt, öteki tarafının Türk olduğunu?
Hala anlamadınız mı? Anlayamadınız mı? Türkiye insanının yüzünün bir tarafı Alevi, öteki tarafı Sünni olduğunu?
Hala anlamadınız mı? Anlayamadınız mı? Türkiye insanının yüzünün bir tarafı ile öteki tarafının bu Anadolu’nun yüreği yanık aynı insanlar olduğunu?
Bırakın seçim meydanlarında karşılıklı „düello“ yapmayı!
Bize; bu millete başka şeyler anlatın!
İş, aş, sağlık, eğitim, yol, demir yolu, eşitlik, barış, beraberlik nasıl olur onu anlatın!
Bu ülkede eşit dağılım nasıl olur onu anlatın!
„Biri yer öteki bakar“ nasıl düzelir….bize bunları anlatın!
[…….]
Kendine gel Türkiye!…dünya fırsat bekliyor! Düşman siperde bekliyor!

BİZİM MİLLET OLARAK KAYBEDECEK TEK BİR EVLADIMIZ YOKTUR!

>>Siyasette ve daha farklı yüksek makamlarda görev yapanlar, günlük hayatımızda önemli rol oynayan basın ve görsel medya; ”özgürce konuşabildikleri kadar; sorumluca susmayı da bilmelidirler”!<<

burakİSTANBUL’da Berkin Elvan’ın cenaze töreni sonrasında Beyoğlu’nda iki grup arasında çıkan kavgada tabancayla vurularak hayatını kaybeden 22 yaşındaki BURAKCAN KARAMANOĞLU’nun cenazesi, memleketi Giresun’un Alucra ilçesinde şehitler mezarlığında toprağa verildi.
BURAKCAN evladımıza; Allah rahmet eylesin, ailesine ve Türk milletine sabır ve metanet versin.
Değerli dostlarım, demokratik ve medeni toplumlarda, fikirler çatışır, silahlar değil. Bizlerin her birimiz, vatandaş olarak siyasi görüş ve düşüncelerimizi söylemek hakkına sahibiz. Sahip olmadığımız tek şey varsa, o da…; düşüncelerimizi başkalarına zorla kabul ettirmeye çalışmaktır.
Siyasi düşüncelerimizi çatışmaya çevirmeden, argümanlar ile anlatabildiğimiz; ve dinleyebildiğimiz zamandır ki…demokrasiyi anlamış oluruz. Siyasi görüşler için karşılıklı kırgınlıklar, medeni insanlara yakışmayan bir durumdur.
Birbirimizi olduğumuz gibi kabul etmeyi, yaşamın bir ilkesi olarak düşündüğümüz süre, aramızda bir sorun olmayacağını kabul etmeliyiz. Saygı ve sevginin olduğu yerde…hiç bir kimse “öteki” olamaz, olmamalıdır. Ötekiler olarak gördüklerimizin karşısında, bizlerde ötekiler değilmiyiz?
Hepimiz özgürlük istiyoruz. Ancak; kendimiz için istediğimiz özgürlüğü, başkaları için de istediğimiz zaman özgürüz.
Yaşadığımız zaman diliminde her aklına gelen bir şeyler söylüyor. Kişinin tabii hakkı olan, yaşam, fikir ve düşünce özgürlüğü sorumluca kullanılmazsa… özgürlüğe vurulan ilk darbe olur ve kendisini dejenere eder.
Özellikle: Siyasette ve daha farklı yüksek makamlarda görev yapanlar, günlük hayatımızda önemli rol oynayan basın ve görsel medya; ”özgürce konuşabildikleri kadar; sorumluca susmayı da bilmelidirler”!

Burakcan Karamanoğlu ve daha bir çok ölen evlatlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum. Allah bizlere böyle acıları bir daha yaşatmaz inşallah!
Bizim millet olarak kaybedecek tek bir evladımız yoktur!
Mehmet Nuri Sunguroğlu
14.03.2014