17/01/2012
tarafından Mehmet Nuri Sunguroğlu
YAZAR: FERRUH SIDAR
Bir gurup Türk akademisyenin Batılı ve Uzak Doğulu bilim adamlarıyla birlikte, uzun yıllar çalışarak gün yüzüne çıkardıkları kimi bulgular kaç kişinin umurundadır, bilmiyorum. “Köklerimize” ilişkin bilgileri bir çok belgeye dayandıran bilim adamlarımız, Türklerin Anadolu’ya gelişinin sanıldığından çok daha önceleri olduğuna dikkat çekiyorlar. Geçmişte, Orta Asya’dan gelişimizi 1071’e dayandırmak fikri kimi nedenlerle (bilgi yetersizliği vb.) anlaşılır olsa da, bu konuda halen ısrar etmek anlaşılmaz bir dayatmadır,diyen araştırmacılarımız, bu durumu; bazı nedenlerin yanında, özellikle o dönemlerde bilim adamlarımızın bulunmayışıyla açıklıyorlar ve tarihimizin yeniden yazılmasını dillendiriyorlar… Pek çok eşyanın, bilgi ve yaşam tarzının tespit edilmesiyle birlikte, 10.000 yıldır burada olduğumuzu vurgulayan açıklamalarında; daha önceki kurguların, yani Orta Asya’dan Anadolu’ya gerçekleştirilen göçe ait bilgilerin kısmen olsa da tamamen doğru olmadığını pek çok belge ve ayrıntıyla kanıtlıyorlar…
Bizi heyecanlandırması gereken bu çalışmalara ilişkin bilgilerin derlendiği kitaplar ne yazık ki depolarda çürümeye terk edilmiş durumda; söz konusu kitaplara devletin ve yayınevlerinin ilgi göstermiyor olması “tez” konusu olabilecek nitelikte olsa da, bu durum sosyolojik özelliğimiz nedeniyle pek de şaşırtıcı değildir. Henüz yeni kurulan devleti hakkında bile bilgi sahibi olmamaya direnen, yine Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini oraya buraya sündürmeye çalışan insanların geriye dönük ayrıntıları öğrenme, anlama ve değerlendirme gibi bir niyeti olabilir mi? Sıkı sıkıya bağlı bulunduğunu iddia ettiği “dini”ne ilişkin bilgileri bile kaynağından okumayarak; o böyle söyledi, bu böyle söyledi, diye direten ve guruplara bölünerek birbirini inciten insanlardan oluşan kalabalıklar el kadar “anayasa” kitapçığını niye okusun ki? Yine, “nutuk”u okuyarak Cumhuriyet’in kuruluşuna ilişkin bilgileri ne diye öğrensin ki…? Asıl sorun, bu yansımanın ışığından esinlenerek çağdaş bir yolculuğa çıkma konusundaki anlayışın ürememesidir. Başka bir söyleyişle, geçmişe dair (doğru ya da yanlış) kulaktan duyma bilgilerle yetinmeyi yeğleyen bir halkın evrim sürecindeki hastalıklarını tam da burada aramanın gerekliliğine inanmamaktır…
Çok partili döneme geçtiğimiz yıllarda anayasal haklarımıza sahip çıkarak geleceğimizi belirleyebilirdik belki. Bunu gerçekleştiremedik. Büyük ölçüde eğitim ve öğrenim düzeyimizle açıklamaya çalıştığımız ilk yanılgılarımızın anlaşılabilir yanları vardı kuşkusuz. Ayrıca, varlığını faşizan baskılarla sürdürmeye çalışan ve ülkeyi babasının çiftliği gibi yönetenler de demokrasi adına iyi örnek değildiler. Bağrından çıktığı bir partiye ve onun taraftarlarına ve de basına uyguladığı baskılarıyla, ülkeyi abuk-sabuk yatırımlar yüzünden borçlandırmasıyla, dinî cemaatleri şahlandırmasıyla, evli barklı kadınları ilişkiye zorlayarak “üç aile”yi yıkmasıyla ünlü; eline, diline ve beline sahip olamayan bir lideri baş tacı etmiş olmaya birçok gerekçe de yaratabiliriz; ancak, o lideri hâla kutsuyor olmamızı ise yukarıdaki nedenler dışında nasıl açıklayabiliriz ki?
Hiç değilse sonraki dönemlerde, dramatik bir ölümden beslenen ve o partinin devamı olduğunu söyleyerek popülist yaklaşımlarla ve dini argümanlarla iktidarını sürdüren diğer partilerin oyuncağı olmamalıydık. Demokratikleşmenin önünü açmak yerine; “dün dündür, bugün bugündür,” diyerek yasaları keyfine göre tanımlayan, “bir kez delindi diye anayasa’ya bir şey olmaz,” mantığıyla yasalarla alay eden ve de “egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır” zihniyetiyle ülkeyi yönettiklerini zanneden liderlerin kulluğuna soyunmamalıydık. Dahası, bunca sürede demokrasinin ne anlama geldiğini öğrenmiş olmalıydık ve 1924 anayasasını mumla arayacağımıza, daha iyi bir anayasa yapmalıydık. İnsan ve insan haklarına ilişkin yasaların pazarlık konusu yapılmasından utanmalıydık. Kendi iş adamını, kendi basınını, kendi kolluk gücünü, kendi hukukunu ve kendi dünya görüşünü dayatan partileri baş tacı ederek durduğumuz noktaya gelmemeliydik. Her bakımdan Norveç gibi olamayarak, onun bunun kapısında ve de güdümlü bir halde; ülkeyi nasıl bir gelecek beklediğini bilmeksizin, öylesine yaşıyor olmayı içimize sindirmemeliydik… Çok partili yaşama geçişimizden başlayarak, kar topu gibi büyüyen borçlarımızın altında eziliyor olmamızı ve maddi değerlerimizi (kazanımlarımızı) satarak günübirlik yaşadığımızı; en önemlisi, Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda bizimle aynı koşullarda bulunan ülkelerin şimdi hangi noktada olduğuna işaret ederek, ulusal mutsuzluğumuzun temelini derinleştirenleri sorgulayabilmeliydik, “iğne-iplik” edebiyatıyla başarısızlıklarını örtmeye çalışanlara; kahreden veriler ışığında matematiksel yanıtlar vererek akılsız olmadığımızı göstermeliydik…
Gerçek bilim “metot” dan ibaret değildir, onun kendine özgü yöntemleri vardır, bu nedenle metot kullanarak bilime ulaşma olanağı yoktur. Demokrasiler de öyledir, onun kurumları ve kuralları yalnızca sistemden oluşmuyor; işlevsel olacak düzeye ulaşmamışsa eğer, hiçbir anlam taşımaz… Temelleri “ulu önder” tarafından atılmış bulunan medeni bir sistemi geliştirmeyerek rejimin içler acısı, bu günkü görüntüsünden o’nu sorumlu tutmaya çalışmak gerçekten hüzün vericidir; 65 yıldır lider diktasındaki partilerin demokratik kuruluşlar olamamasını “bozuk evrimimizle değil,” onunla ilintilendiriyoruz …! Yine, kendimizle çelişecek bir biçimde “güç erki”nin her iktidar tarafından birleştirme çabalarına tanıklık ede ede, “ayrılık ilkesi”nin bulunduğunu söylüyoruz. Hangi projeye ve kime oy attığımızı fark etmeden (çağdaş olma yönünde bilinçli bir dayatma olmaksızın) seçme hakkımızı kullandığımızı sanıyoruz…
Ne geçmişte ne de şimdi, hiçbir zaman demokrasi talebi olmayan bir toplum yaratmak yalnızca yönetimlerin becerisi değildir. El birlikteliği olmaksızın bu günkü bulanıklığı sağlayamazdık. Öyle olmasaydı eğer, demokrasinin vazgeçilmezi olan “laiklik ilkesine karşıt hareketlerin odağı olduğu” tescillenen bir partiye yerel seçimlerde yeniden güven oyu verir miydik? Halkın seçeneksiz olduğuna katılıyor olsam bile; kendi söyleyişleriyle, demokrasiyi araç olarak kullananların % 40 gibi, yarı yarıya oy almaları yukarıdaki tezi doğrulamaktadır… Her şeye rağmen bu günkü durumumuzun sorumluları gelmiş-geçmiş tüm yönetimlerdir, yani yumurtaların tavuklardan çıktığını söylemek yanlış değildir.
Kimi bilim adamlarımızın, giriş bölümünde aktarmaya çalıştığım serzenişlerine karşı ilgisiz kalmak yukarıdaki nedenlerle anlaşılabilir bir olgudur. Bu durum, onların yıllarca verdiği emeğin boşa gittiği anlamına gelmez. Bilim ve gerçek sanat bu günkü görüntümüzle ölçülemez çünkü. Basın organlarının da basımevlerinin de ilgi ve bilgi düzeyi bundan farklı olamaz elbette. Aynı kap içinde bulunan bütün kurum ve kuruluşların farklı bir evrim gerçekleştirmelerini beklemek hayalciliktir.
Bilgi Çağı, demokrasiyi bir bütün halinde içselleştiren ve bilgiyle beslenen ülkelerin çağıdır. Ve güç, bu nedenle onlardadır. Çağdaş olamayan toplumların sömürüye sürekli açık kalmalarındaki nedenler “kum kadar” çok olsa da, sonunda bütün savların “bilgi”ye, ya da bilginin kavranmasına (bilinç) dayanacağı kuşkusuzdur. Kısacası, bilgiyi üretenlere bağımlı olanların çırpınışları da serzenişleri de boşunadır; yine, bilgiye direnerek “düşünme eylemi”ni gerçekleştirmeyen toplumların bedel ödemeyeceğini düşünmekse kör olmak demektir…
Bilgiyi üretenlerin dili durup dururken değer kazanmıyor ve bilim dili bir anda oluşmuyor. Evrensellik çağdaşlığın çakışmasıyla ya da kesişmesiyle oluşan bir kavramdır. Bu yolculuğunu bilgi üreterek ve insana yakışan bir rejimi geliştirerek sürdürmeyen milletlerin çağdaşlık çizgisinde kesişmeleri olanaksızdır…
Kimi müzik adamlarımızın yaptığı organizasyonlarda 100 adet bağlamayla sergiledikleri gösterileri “çok sesli” müzik diye adlandıranlarla, “çok parti” var diye ülkeyi demokratik sayanlara cahil denilmez mi? Çok sazın bir araya gelmesiyle çok sesli müziğin olmayacağını bilmeyenlerle, demokratik zihniyeti barındırmayan bütün partilerin varlığını demokrasinin göstergesi diye adlandıranlar aynı bilgisizlerdir.
“Hem kel hem de fodul” değilsek eğer; kıyaslama yöntemiyle, o güzelim yılların boşa gitmediğini kanıtlayabilmeliyiz, diye düşünüyorum.
Ferruh Sidar
SON YORUMLAR