DOĞU KARADENİZ DAĞLARI VE K-DOĞU ANADOLU SEYAHATİ 1843

KİTAP TANITIMI

Yazar: Prof. Dr. Karl Koch.

Çeviri: Mehmet Nuri Sunguroğlu

DOĞU KARADENİZ DAĞLARI VE K-DOĞU ANADOLU SEYAHATİ 1843

İki yıllık zor bir çalışmanın sonunda beklenen kitap baskıdan çıkarak satışa sunulmuştur. Cinius Yayınlarının emeğiyle ilk baskısı yapılan eser, aşağıdaki adresten olduğu gibi tüm kitapçılardan temim edilebilir.

https://cinius.shop/cevirmen/mehmet-nuri-sunguroglu/

Kitabın içeriği hakkında kısa bilgi:

1836-38 ve 1843-44 yıllarında Güney Rusya’da araştırmalar yapan Prof. Dr. Karl Koch, Güney Rusya’ya ek olarak Anadolu, Hazar Denizi ve Kafkas Dağları’nı da ziyaret ettiği ikinci gezisindeki çalışmalarını 3 Cild olarak; “1843 ve 1844 yıllarında; “Şarkta Seyahatler” adlı eserinde yayımladı. II. Cilt olan bu eserin içeriği Trabzon, Rize, Artvin, Erzurum, Muş, Malazgirt, Kars ve Gümrü arasındaki vadileri, dağları, şehirleri, kasaba ve köyleri kapsamaktadır. Prof. Dr. Koch arkada bıraktığı bu eserle sadece bir seyyahın hatıralarını değil, ülkemizin 19. Yüzyılda içinde bulunduğu siyasi, idari, iktisadi, sosyal ve kültürel yapısını da işleyerek arkada kaynak bir eser bırakmıştır.

Çeviri: Mehmet Nuri Sunguroğlu. Pratik Alman dili edebiyatı

YERİM BEN SİZİN METAL YORGUNLUĞUNUZU!

„Ne koydun avucuma ki, ne süreyim yüzüne!“

Başbakan Binali Yıldırım üç gün önce sosyal medya dilinin perişan halinden bahsetti. Bozulmanın “çürüme” haline geldiğini, bu yeni dilin Türkçe’den ziyade “nevzuhur (yeni zuhur etmiş) bir kuş dilini andırdığını” ve buna “dur deme zamanının geldiğini” söyledi.

Buraya kadar güzel Sn. Başbakanım!

Peki…; son günlerde siyasilerden yazarlara kadar, hatta edebiyatçılarımız da dahil olmak üzere halkın dilinde dolaşan „metal yorgunluğu“ da neyin nesi dir?

Sözüm ona Batı terimlerinden aldığınız bu bozma dil; „metal yorgunluğu değildir, mental yorgunluktur. Yani; „zihinsel yorgunluktur“!

Metal yorgunluğu; adı üstünde zaten; bir metal eşyanın yada kullanım için üretilmiş araç ve gereçler için kullanılabilir; ama, insan için kullanılması ifade edilmek istenilenin tabiatına aykırıdır.

Dönelim insan için kullanacağımız yorgunluğun çeşitlerine.

Genel olarak „zihinsel yorgunluk“ diyebileceğimiz gibi, makam yorgunluğu, görev yorgunluğu da diyebiliriz. Bir örnek verecek olur isek: „Adam masada mühür basmaktan yorulmuş görünüyor.“ …ve buna benzer.

Sn. Başbakanım!

Şimdi söyleyin bakalım dilimizi kimler nasıl bozuyor?

Vatandaşın Türk dilini iyi kullanmadığını da hepimiz biliyoruz Sn. Başbakanım. Ne var ki; eskilerimizinm dediği gibi: „Ne koydun avucuma ki, ne süreyim yüzüne!“

Saygıyla

M.N.Sunguroğlu

18.08.2017

 

MEHMET AKİF ERSOY’UN ANISINA

MEHMET AKİF ERSOY’UN ANISINA
Kimsesizler gibi getirmişlerdi onu bir lokantanın önüne.
Hamallar indirmişti tabutunu musallanın üstüne.
Sonra açtılar tabutunu, baktılar o zarif yüzüne;
…kimdir bu yoksul, neden gariptir böyle diye.
Gördüler ki Akif yatar tabutta.
Kalemi kırılmış olsa da, izleri kalmış bu yurtta.
Ayyuka çıktı ki sesler sorma gitsin kulakların tıkanışında.
Utanmazlığın gölgesinde kalan tek sesli haykırışta.
Hak, helallik alındı, taşındı naaşı ebediyete.
Kimse sormadı ki hangi haktı O hak;
…gerekte kalmamıştı hiç bir diyete.

Ey koca şairim, İstiklal marşım benim!
Olmaz ki senin yazdığın gibi ne kadar emek versem de.
Affına sığınırım varsa kusurda hatam.
Bir anı olsun dedim yüceliğine hürmetle.
Kabul eyle koca şairim ki dualar sana olsun!
Bir Fatiha okusam kabul eder misin bin minnetim le!

Mehmet Nuri Sunguroğlu
27.12.2016
Ölümünün 80. yılında minnet ve şükranla anıyorum. Mekanın cennet olsun koca şairim!

MEHMET AKİF ERSOY’UN 79. ÖLÜM GÜNÜ ANISINA

Akif-1Edebiyatımızın büyük ustası, milli marşımızın yazarı Mehmet Akif Ersoy’u Ölümünün 79. yılında rahmetle, Minnetle ve şükranla anıyoruz. Mekanın cennet olsun büyük usta!

UYAN
Baksana kim boynu bükük ağlayan.
Hakkı hayatındır senin ey müslüman,
Kurtar artık o biçareyi Allah için.
Artık ölüm uykularından uyan.

Bunca zamandır uyudun kanmadın,
Çekmediğin çile kalmadı, uslanmadın.
Çiğnediler yurdunu baştan başa.
Sen yine bir kerre kımıldanmadın.

Ninni değil dinlediğin velvele,
Kükreyerek akmada müstakbele.
Bir ebedi sel ki zamandır adı,
Haydi katıl sen de o coşkun sele.

Karşı durulmaz cereyan sine-çak…
Varsa duranlar olur elbet helak.
Dalgaların anmadan seyrini,
Göz göre girdAba nedir inhimak?

Dehşeti maziyi getir yadına;
Kimse yetişmez yarın imdadına.
Merhametin yok diyelim nefsine;
Merhamet etmez misin evladına?

Ben onu dünyaya getirdim diye
Kalkışacaksın demek öldürmeye!
Sevk ediyormuş meğer insanları,
Hakkı-ı übüvvet de bu caniliğe!

Doğru mudur ye’s ile olmak tebah?
Yok mu gelip gayrete bir intibah?
Beklediğin subh-i kıyamet midir?
Gün batıyor sen arıyorsun tebah.!

Gözleri maziye bakan milletin,
Ömrü temadisi olur nakbetin.
Karşına müstakbeli dikmiş Hüda,
Görmeye lakin daha yok niyyetin.

Ey koca şark! Ey ebedi meskenet!
Sen de kımıldanmaya bir niyet et.
Korkuyorum, Garbın elinden yarın,
Kalmayacak çekmediğin mel’anet.

Hakk-ı hayatın daha çiğnenmeden,
Kan dökerek almalısın merd isen.
Çünkü bugün ortada hak sahibi,
Bir kişidir: ‘Hakkımı vermem’ diyen.

Mehmet Akif Ersoy

 

KARINCA YUVASI / YASEMİN UZUN

YASEMI~1[Kitap tanıtımı, mutlaka okuyun!]
KARINCA YUVASI / YASEMİN UZUN

Edebiyat; ilk insanlardan günümüze kadar kendini sürekli yenileyen, düşünen ve düşüncelerini kağıta aktararak geleceğe miras bırakan tüm insanlar için anlatım tarzıdır.
İnsanlar; edebiyatın farklı türleri sayesinde duygu ve düşüncelerini ifade ederek, başkalarının göremeyeceği duygularının üzerini açarak toplumun görmesine, duymasına ve daha da önemli olan, „hissedebilmesine“ yardımcı olurlar.
Bir insan yazar olarak her konuyu işeyebilir ama; şiir yazmak için duyguların yüklü olduğu farklı bir hayal dünyasına ihtiyacı vardır.
İşte böyle bir dünyanın sahibi olan, köyümüzün genç kuşaklarından; Akçaabat Güzel Sanatlar lisesinin başarılı eğitimcilerinden Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Yasemin Uzun, sahibi olduğu „O“ zengin hayal dünyasına bakabilmemiz için, düşüncelerini, duygularını kaleme alarak bir kitapta toplamış.
Adını KARINCA YUVASI olarak tanımladığı bu şiir kitabını tüm kitapçılardan ve ayrıca İnternet üzerinden temin etmek mümkündür. Google üzerinden: „karınca yuvası-yasemin uzun“ olarak yazarsanız, bir kaç tıklamadan sonra bir çok kitapçıya erişmeniz mümkündür.
**
[…..]
Köyümüzün „çocuğu“ Yasemin Uzun, verdiği bu eserle elbette ki hepimizin gururu olmuştur. Bu eser sadece Yasemin hocamızın değil, aynı zamanda köyümüzün de topluma kitap olarak sunulan ilk şiirsel eseridir. Umarım ki; hep beraber bu esere… „KARINCA YUVASI’NA“ sahip çıkarak, köyümüzün körleşmiş topraklarının yeniden işlenmesinde yardımcı olacak karıncaların çoğalmasına yardımcı oluruz.

Sevgili Yasemin hocam,
Karınca Yuvasında olduğu gibi,daha bir çok yuvaların da üzerini açarak görebilmemize yardımcı olabilmen umuduyla… Sevgiyle…

Mehmet Nuri Sunguroğlu
24.10.2015

ORHAN KEMAL 100 YAŞINDA ANISINA

Orhan_KemalOrhan Kemal aslında 56 yaşında aramızdan ayrıldı. Bir çok eserleriyle kültürümüze katkıda bulunan Orhan Kemal; aramızdan ayrılmış olsa da eserleriyle yaşayacaktır. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun!

Orhan Kemal’in 1940 yıllarında 5 sene hapis yattığı Bursa ceza evindeyken eşine yazdığı duygu ve hapiste sitem dolu şiirini yazının sonunda okuyabilirsiniz.

Gerçek adı Mehmet Raşit Öğütçü olan Orhan Kemal, milletvekili ve bakanlık yapmış Abdülkadir Kemali Bey ile ortaokul mezunu aydın bir kadın olan Azime Hanım’ın oğludur. 15 Eylül 1914’te Adana’nın Ceyhan ilçesinde dünyaya geldi. Babası siyasal nedenlerle 1931’de Suriye’ye yerleşince, orta öğrenimini kendi isteğiyle yarıda bıraktı ve Suriye’de bulaşıkçılık ve matbaa işçiliği yaptı. Bir yıl sonra tek başına Türkiye’ye dönerek Adana’da çırçır fabrikalarında işçilik ve katiplik yaptı. Bu yıllardaki birikimleri, ilerde romanlarına hayat vermiştir. 1937’de çırçır fabrikasında (Milli Mensucat) bir işçi olan Nuriye ile evlendi. Bir yıl sonra ilk çocuğu Yıldız doğdu.

1938’de Niğde’de askerliğini yaparken “Maksim Gorki ve Nazım Hikmet kitapları okumak”, “yabancı rejimler lehinde propaganda ve isyana muharrik” suçundan 5 yıl hapis cezasına mahkum edildi. 1940’ta, Bursa Ceza evinde tanıştığı Nazım Hikmet’in toplumcu görüşlerinden etkilendi; kendisinden Fransızca, felsefe ve siyaset dersleri aldı. Orhan Kemal’i şiir yerine roman ve öykü yazmaya teşvik eden de Nazım Hikmet oldu.

İlk öykülerini Bacaksız Orhan takma adıyla yayımladı. İlk kez 1943’te İkdam Gazetesi’nde “Asma Çubuğu” öyküsünde Orhan Kemal adını kullandı.

1943 ‘te tahliye olunca Adana’ya döndü. Amelelik ve hamallık gibi işlerde çalıştı. 1944’te doğan oğluna Nazım adını verdi. 1949’da üçüncü çocuğu Kemali’nin doğumundan sonra, 1950’de ailesiyle İstanbul’a yerleşti ve ölümüne kadar kitap ve makale yazarak geçindi. 1957’de dördüncü çocuğu Işık doğdu.

1958’de Sait Faik Hikaye Armağanını Kardeş Payı adlı öyküsü ile aldı.

1966’da “hücre çalışması ve komünizm propagandası” yaptıkları gerekçesi ile iki arkadaşı ile birlikte tutuklandı. “Suç teşkil eden bir cihet bulunmadığı” yolundaki bilirkişi raporu üzerine bir ay sonra serbest bırakıldı.

1967’de 72. Koğuş oyunu ile Ankara Sanatseverler Derneği tarafından en iyi oyun yazarı seçildi. 1969’da Türk Dil Kurumu Ödülü’nü ve Sait Faik Hikaye Armağanını Önce Ekmek adlı kitabı ile aldı.

Bulgar Yazarlar Birliğinin çağrısı üzerine gittiği  Sofya’da, tedavi görmekte olduğu hastanede 2 Haziran 1970 ‘te öldü.

Anısını yaşatmak için İstanbul’un Beyoğlu ilçesinde, Cihangir semtinde Orhan Kemal Müzesi açıldı.1972’den bu yana adına bir roman yarışması (Orhan Kemal Roman Armağanı) düzenlenmektedir.

Orhan Kemal aslında 56 yaşında aramızdan ayrıldı. Bir çok eserleriyle kültürümüze katkıda bulunan Orhan Kemal; aramızdan ayrılmış olsa da esereleriyle yaşayacaktır. Allah rahmet eylesin, mekanı cennet olsun!

Orhan Kemal’in 1940 yıllarında 5 sene hapis yattığı Bursa ceza evindeyken eşine yazdığı duygu ve hapiste sitem dolu şiirini buraya ekliyorum.

KARIMA

Karıma Erikler çiçek açtı,

ilkbahar geldi karım.

Yıllardır,

bu insanı büyüleyen dünyaya

penceresi demirli odalardan bakarım.

Bana,

bırak diyorsun cigarayı zarardır.

Halbuki kara gözlüm,

onunla senden gayri

gözlerimin önünde kül olan

kimim vardır.

Kulağımdan gitmiyor

“beni unutma” sesi

Birtanem,

aramızda dağlar, taşlar olsa da

sen uzaklarda değil

göğsümün içindesin.

Kulağını,

göğsümün çarpan köşesine koy.

Dinle,

anlatsın sana ne türlü sevdiğimi.

Oy kilitli kapılar,

kilitli kapılar oy.

Orhan Kemal

Mehmet Nuri Sunguroğlu

22.09.2014

KİTAP OKUMAK GÜNAHMIDIR?

Korkmayın; kitap okumak günah değildir…! Eğer kitap okumak günah olsaydı, Kur’an-ı kerimin ilk kelimesi “oku” olmazdı. Ikra (Alak) suresinin ilk ayeti vahiy olduğunda; Kur’an-ı kerim henüz yoktu. Yoktu ama; oku emriyle başlamıştı ilk ayet: “İkra = Oku”! olarak inmişti.

Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla 

1.Yaratan Rabbin adıyla oku.
2.O, insanı bir alak’tan yarattı.
3.Oku, Rabbin en büyük kerem sahibidir;
4.Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir. 

5.İnsana bilmediğini öğretti.
Demek ki, kitap okumanın günah olmadığı açık ve seçik ispat edilmiştir.

Şimdi soracaksınız ki…bu yazıya neden böyle başladım?

Böyle başladım; çünkü içimde bir sızı var; kanayan bir yaranın oluşturduğu bir sızı. Bu kanayan yaranın daha bir çok insanların içinde olması beni teselli etmiyor. Aynı “sızıyı” paylaşmak; yaranın derinliğinin bir kanıtı olmaktan öteye gidemiyor.

Ülkemizin insanları kitap okumaktan “nefret” eder gibi bir durum sergiliyor. Kitaptan korkuyorlar mı bilinmez ama; gerçekten çok az kitap okuyan bir milletiz. Alttaki istatistiklere bakıldığında insanın içi burkuluyor.

TÜRKİYE VE DÜNYADA KİTAP OKUMA ORANLARI ARAŞTIRMASI…!

Bir Fin atasözü:

” Kitaplıklar demokrasinin kaleleridir” demekte.
Kaleleri ve muhafızları olmayan ülkelerdeki idarenin zarfı demokrasi olsa da buna mazrufsuz demokrasi denmezse başka ne denir!…
2000 yıl öncesinden Ovidius’da(İ.Ö. 43 – İ.S. 17) “Gençlerini kitapla beslemeyen toplumların sonu acıdır.” uyarısını yapmış….
Ülkemizde henüz tam gelişmemiş bir demokrasi olduğunu düşünürsek; kitap okumanın daha da zorunlu olması gereklidir. Okumayan bir toplum kendisini geliştiremediği gibi, demokrasisini de geliştiremez bir toplum olur.

Kitap okumak bizleri medeni toplumlar arasına katar. Farklı dünyaları tanımak imkanımız olur. Kelime hazinemiz zenginleşir. Karşılaştığımız problemleri çözmekte zorluk çekmeyiz. Daha sayılıp ta bitmeyecek kadar faydası olan kitap okumayı çocuklarımıza aşılamak ebeveynlerin “mecburi” borcudur.

Dünya üzerinde yapılan bir araştırmanın sonucuna göre:
• Kitap, Türkiye’de ihtiyaç maddeleri sıralamasında 235 nci sırada yer alıyor.

• Japonya’da toplumun yüzde 14’ü, ABD’de yüzde 12’si, İngiltere ve Fransa’da yüzde 21’i düzenli kitap okurken, bizim ülkemizde sadece on binde bir kişi kitap okuyor.

• Türkiye’de günde ortalama beş saat televizyon seyredilirken, kitap okumaya yılda sadece altı saat ayrılıyor.

• Türkiye’de okunan kitaplar genellikle siyaset, aşk, cinsellik konularını işliyor.

• 8 milyon Azerbaycan’da kitaplar ortalama 100 bin tirajla basılırken, 75 milyona yakın Türkiye’de bu rakam ortalama 2 bin – 4 bin dolayında. Çünkü Türkiye’de okuma alışkanlığına sahip kişilerin sayısı 70 bin dolayında.

• Japon’lar yılda ortalama 25, İsviçreli 10, Fransız 7 kitap okurken, Türkiye’de bir kişi on yılda bir kitap okuyor.

• Birleşmiş Milletler araştırmasına göre kitap için Norveçli 137, Alman 122, Belçikalı ve Avustralyalı 100, Güney Koreli 39 dolar ayırıyor yılda. Dünya ortalaması da 1,3 dolar. Ülkemizde ise bir kişi kitaba yılda ancak 0,45 dolar yani 45 sent ayırabiliyor.

• Türkiye’de dergi okuma oranı yüzde 4, gazete okuma oranı yüzde 22, radyo dinleme oranı yüzde 24, televizyon izleme oranı yüzde 95.

• Biz Türklerin kitap okumaya ayırdığı zamanı, Norveçli 300’e, ABD’li 210’a, İngiliz 87’ye, Japon 97’ye katlıyor.

• Birleşmiş Milletler’in insani gelişim raporunda ülkeler kitap okuma oranına göre sıraya dizilmiş. Türkiye 86 ncı sırada.

Evet…Dünya sıralamasında; İnsan gelişiminde 86 ıncı sırada saymaktayız. Ama laf ebeliğine gelince birinci sıralarda olma ihtimalimiz haylı fazladır.

Şimdi anlıyormusunuz içimdeki sızıyı?

 

Gelecek nesillerin birer „kitap faresi“ olmaları umuduyla….

Kalın sağlıcakla

Mehmet Sungur

 

 

 

 

ÖĞRETMENLER GÜNÜ KUTLU OLSUN!

ÖĞRETMENLER GÜNÜ; 16 MART’mı, 5 EKİM’mi, ya da 24 KASİM’mı…?

Ülkemizde üç ayrı gün ve tarihte Öğretmenler günü kutlanmaktadır. Bunların tarihine bir göz atmakta fayda vardır diye düşünüyorum.

İlk önce kişisel görüşümü söylemek istersem; Bence her doğan yeni bir gün Öğretmenler günü olmalıdır.

1) 16 Mart Öğretmenler günü neden vardır?

Eskiden öğretmene “Muallim”, öğretmen yetiştiren okula da “Muallim Mektebi” denirdi. Ülkemizde Öğretmen okulu ilk kez 16 Mart 1848′de açıldı. İlk açılışı yapıldığı tarih 16 Mart 1848 yılı olduğu için bu önemli gün Öğretmenler tarafından Öğretmenler günü olarak kutlanır. Öğretmen yetiştirmek için ülkemizde ilk defa kurulan Muallim mektebinin bir diğer adı olan Darülfunun (Darülfünun (veya Dar-ül Fünun,  Arapça: dar (ev) ve fünun (fenler) sözcüklerinden türetilmiş, “üniversite” anlamında kullanılan bir sözcüktür ve 1900 yılında II. Abdülhamit’in iradesiyle Avrupa üniversiteleri tarzında kurulan Darülfünun-ı Şahane veya İstanbul Darülfünununu ifade eder. Bu kurum 1933 reformuyla İstanbul Üniversitesi’ne dönüştürülmüştür.)

2) 5 Ekim’de kutladığımız Öğretmenler günü neden vardır?

5 Ekim de kutladığımız Öğretmenler günü ise;  Dünya öğretmenler günü “5 Ekim 1966 tarihinde ILO-UNESCO Ortak Belgesi’nde, ‘Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Tavsiye Kararı ile hayata geçirilmiştir. 5 Ekim tarihi UNESCO tarafından da 1994 yılında Dünya Öğretmenler Günü olarak ilan edilmiştir.  Bu gün de ülkemizde Öğretmenler günü olarak kutlanmaktadır.

3) 24 Kasim Öğretmenler günü  („yılın son Öğretmenler günü“)  kaynağını nerden almaktadır?

T.C. Bakanlar kurulu 11.11.1928 günü yaptığı toplantıda Ata’ya Ulus Okullar Başöğretmenliği sanını verdi. 24 Kasım Atatürk’ün Millet Mektepleri Başöğretmenliğini kabul ettiği gündür.

Öğrencileri, öğretmenleri, okulu çok seven Atatürk yurt gezilerinde okullara uğrardı. Sınıflara girer, sıralara oturur, ders dinlerdi. Öğrencilere sorular sorardı. Öğretmenlerle konuşur, her yerde öğretmenliğin üstün bir meslek olduğunu anlatırdı.

Atatürk, öğretmenlerin Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda nasıl canla başla çalıştıklarını yakından izlemiştir. Yurdumuzun düşman tarafından paylaşıldığı sırada öğretmenler Öğüt Kurulları oluşturarak halka ulusal bağımsızlık, Ulusal Kurtuluş Savaşı düşüncelerini yayıyordu. Öğüt Kurulları dışında öğretmenler 14 eğitim kuruluşu ile birlikte Milli Kongre Cephesini kurdular. Milli Kongre Cephesi, düşmanların İzmir’i işgal ettikleri günlerde Sultanahmet Mitingi’ni hazırladı. Bu mitingin konuşmacılarından çoğu öğretmenlerdi.

Başöğretmen Atatürk, öğretmenlerin Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda gösterdikleri etkinliği hep övmüştür. Atatürk yeni Türkiye’nin yaratılmasında öğretmenlere büyük görevler düştüğü inancındaydı. Çağdaş bir ulus olmamız için eğitimin yaygınlaşması gereğine inanıyordu. Bu nedenle Atatürk “Milletleri kurtaracak olan yalnız ve ancak öğretmenlerdir.” sözleriyle öğretmene verdiği önemi ve duyduğu saygıyı en güzel biçimde belirtmiştir. Atatürk’ün 100. doğum yıl dönümü olan 1981 yılında, 24 Kasımın her yıl Öğretmenler Günü olarak kutlanması kararlaştırıldı.

Bu gün ülkemizde 24 Kasımda kutladığımız Öğretmenler gününün öyküsü böyle.

Bazı çevreler bu tarihin inkilap yapan bir rejim tarafından sabitleştirildiği için kutlanmasını istemiyorlar. Bu konuyu kişisel ya da grupların isteğine birakmanın bir anlamı olmamalıdır.  MEB. Bu konuya acilen bir çözüm üretmelidir.

Öğretmenlerimiz Dünya’nın neresinde olurlarsa olsunlar, her zaman saygıyı ve sevgiyi hak etmiştirler. 24 Kasım Öğretmenler günü ülkemizde 12 Eylül rejiminin sabitleştirdiği bir tarih olmasına rağmen… önemi ve özelliği daha eskiye dayandığı malumunuzdur. 24 Kasım 1928 de Türkiye Büyük Millet Meclisi, Atatürk’e Millet Mektepleri Başöğretmenliği unvanını vermiştir. Bu önemli günün, sevemediğimiz bir rejim tarafından hayata geçirilmesi bizleri rahatsız edebilmeli mi? Dünyanın diğer ülkelerinde de, farklı tarihlerde kutlamalar yapılıyor, 5 Ekime rağmen.

Örneğin:

Arjantin; 11 Eylül

Avustralya; Eylül ayının son Cuma günü

Brezilya; 15 Eylül

Çin; 10 Eylül

Kolombiya; 15 Mayıs

Macaristan; Haziran ilk Pazar günü

Suudi Arabistan; 28 Şubat

Bence üzücü olan hangi günde kutlandığı değil, Öğretmenlerimizin her gün biraz daha hak etmiş oldukları saygınlıklarından kaybettikleri değerlerdir. Bu değerlerin, kayıp olmasında Devletin, milletin, günahı olduğu kadar… Öğretmenlerimizin de payı vardır. Öğretmenlerimiz her şeyden önce; sosyal, ekonomik ve manevi değerlere kavuşturulmalıdırlar.

Tüm Öğretmenlerin Öğretmenler günü nü yürekten kutlarım. Benim için her gün Öğretmenler günüdür!

Saygılarımla…

UMUT KIRAN YANSIMALAR – Boşa Geçen Yıllar

YAZAR: FERRUH SIDAR

Bir gurup Türk akademisyenin Batılı ve Uzak Doğulu bilim adamlarıyla birlikte, uzun yıllar çalışarak gün yüzüne çıkardıkları kimi bulgular kaç kişinin umurundadır, bilmiyorum. “Köklerimize” ilişkin bilgileri bir çok belgeye dayandıran bilim adamlarımız, Türklerin Anadolu’ya gelişinin sanıldığından çok daha önceleri olduğuna dikkat çekiyorlar. Geçmişte, Orta Asya’dan gelişimizi 1071’e dayandırmak fikri kimi nedenlerle (bilgi yetersizliği vb.) anlaşılır olsa da, bu konuda halen ısrar etmek anlaşılmaz bir dayatmadır,diyen araştırmacılarımız, bu durumu; bazı nedenlerin yanında, özellikle o dönemlerde bilim adamlarımızın bulunmayışıyla açıklıyorlar ve tarihimizin yeniden yazılmasını dillendiriyorlar… Pek çok eşyanın,  bilgi ve yaşam tarzının tespit edilmesiyle birlikte, 10.000 yıldır burada olduğumuzu vurgulayan açıklamalarında; daha önceki kurguların, yani Orta Asya’dan Anadolu’ya gerçekleştirilen göçe ait bilgilerin kısmen olsa da tamamen doğru olmadığını pek çok belge ve ayrıntıyla kanıtlıyorlar…

Bizi heyecanlandırması gereken bu çalışmalara ilişkin bilgilerin derlendiği kitaplar ne yazık ki depolarda çürümeye terk edilmiş durumda; söz konusu kitaplara devletin ve yayınevlerinin ilgi göstermiyor olması “tez” konusu olabilecek nitelikte olsa da, bu durum sosyolojik özelliğimiz nedeniyle pek de şaşırtıcı değildir. Henüz yeni kurulan devleti hakkında bile bilgi sahibi olmamaya direnen, yine Cumhuriyet’in kuruluş felsefesini oraya buraya sündürmeye çalışan insanların geriye dönük ayrıntıları öğrenme, anlama ve değerlendirme gibi bir niyeti olabilir mi? Sıkı sıkıya bağlı bulunduğunu iddia ettiği “dini”ne ilişkin bilgileri bile kaynağından okumayarak; o böyle söyledi, bu böyle söyledi, diye direten ve guruplara bölünerek birbirini inciten insanlardan oluşan kalabalıklar el kadar “anayasa” kitapçığını niye okusun ki? Yine, “nutuk”u okuyarak Cumhuriyet’in kuruluşuna ilişkin bilgileri ne diye öğrensin ki…?  Asıl sorun, bu yansımanın ışığından esinlenerek çağdaş bir yolculuğa çıkma konusundaki anlayışın ürememesidir. Başka bir söyleyişle,  geçmişe dair  (doğru ya da yanlış) kulaktan duyma bilgilerle yetinmeyi yeğleyen bir halkın evrim sürecindeki hastalıklarını tam da burada aramanın gerekliliğine inanmamaktır…

Çok partili  döneme geçtiğimiz yıllarda anayasal haklarımıza sahip çıkarak geleceğimizi belirleyebilirdik belki. Bunu gerçekleştiremedik. Büyük ölçüde eğitim ve öğrenim düzeyimizle açıklamaya çalıştığımız ilk yanılgılarımızın anlaşılabilir yanları vardı kuşkusuz. Ayrıca, varlığını faşizan baskılarla sürdürmeye çalışan ve ülkeyi babasının çiftliği gibi yönetenler de demokrasi adına iyi örnek değildiler. Bağrından çıktığı bir partiye ve onun taraftarlarına ve de basına uyguladığı baskılarıyla, ülkeyi abuk-sabuk yatırımlar yüzünden borçlandırmasıyla, dinî cemaatleri şahlandırmasıyla, evli barklı kadınları ilişkiye zorlayarak “üç aile”yi yıkmasıyla ünlü; eline, diline ve beline sahip olamayan bir lideri baş tacı etmiş olmaya birçok gerekçe de yaratabiliriz; ancak, o lideri hâla kutsuyor olmamızı ise yukarıdaki nedenler dışında nasıl açıklayabiliriz ki?

Hiç değilse sonraki dönemlerde, dramatik bir ölümden beslenen ve o partinin devamı olduğunu söyleyerek popülist yaklaşımlarla ve dini argümanlarla iktidarını sürdüren diğer partilerin oyuncağı olmamalıydık. Demokratikleşmenin önünü açmak yerine; “dün dündür, bugün bugündür,” diyerek yasaları keyfine göre tanımlayan, “bir kez delindi diye anayasa’ya bir şey olmaz,” mantığıyla yasalarla alay eden ve de “egemenlik kayıtsız şartsız Allah’ındır” zihniyetiyle ülkeyi yönettiklerini zanneden  liderlerin kulluğuna soyunmamalıydık. Dahası, bunca sürede demokrasinin ne anlama geldiğini öğrenmiş olmalıydık ve 1924 anayasasını mumla arayacağımıza, daha iyi bir anayasa yapmalıydık. İnsan ve insan haklarına ilişkin yasaların pazarlık konusu yapılmasından utanmalıydık. Kendi iş adamını, kendi basınını, kendi kolluk gücünü, kendi hukukunu ve kendi dünya görüşünü dayatan partileri baş tacı ederek durduğumuz noktaya gelmemeliydik. Her bakımdan Norveç gibi olamayarak, onun bunun kapısında ve de güdümlü bir halde; ülkeyi nasıl bir gelecek beklediğini bilmeksizin, öylesine yaşıyor olmayı içimize sindirmemeliydik… Çok partili yaşama geçişimizden başlayarak, kar topu gibi büyüyen borçlarımızın altında eziliyor olmamızı ve maddi değerlerimizi (kazanımlarımızı) satarak günübirlik yaşadığımızı; en önemlisi, Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda bizimle aynı koşullarda bulunan ülkelerin şimdi hangi noktada olduğuna işaret ederek, ulusal mutsuzluğumuzun temelini derinleştirenleri sorgulayabilmeliydik, “iğne-iplik” edebiyatıyla başarısızlıklarını örtmeye çalışanlara; kahreden veriler ışığında matematiksel   yanıtlar vererek akılsız olmadığımızı göstermeliydik…

Gerçek bilim “metot” dan ibaret değildir, onun  kendine özgü yöntemleri vardır, bu nedenle metot kullanarak bilime ulaşma olanağı yoktur. Demokrasiler de öyledir, onun kurumları ve kuralları yalnızca sistemden oluşmuyor; işlevsel olacak düzeye ulaşmamışsa eğer, hiçbir anlam taşımaz… Temelleri “ulu önder” tarafından atılmış bulunan medeni bir sistemi geliştirmeyerek rejimin içler acısı, bu günkü görüntüsünden o’nu sorumlu tutmaya çalışmak gerçekten hüzün vericidir; 65 yıldır lider diktasındaki partilerin demokratik kuruluşlar olamamasını “bozuk evrimimizle değil,” onunla ilintilendiriyoruz …! Yine, kendimizle çelişecek bir biçimde “güç erki”nin her iktidar tarafından birleştirme çabalarına tanıklık ede ede, “ayrılık ilkesi”nin bulunduğunu söylüyoruz. Hangi projeye ve kime oy attığımızı fark etmeden (çağdaş olma yönünde bilinçli bir dayatma olmaksızın) seçme hakkımızı kullandığımızı sanıyoruz…

Ne geçmişte ne de şimdi, hiçbir zaman demokrasi talebi olmayan bir toplum yaratmak yalnızca yönetimlerin becerisi değildir. El birlikteliği olmaksızın bu günkü bulanıklığı sağlayamazdık. Öyle olmasaydı eğer, demokrasinin vazgeçilmezi olan “laiklik ilkesine karşıt hareketlerin odağı olduğu” tescillenen bir partiye yerel seçimlerde yeniden güven oyu verir miydik? Halkın seçeneksiz olduğuna katılıyor olsam bile; kendi söyleyişleriyle, demokrasiyi araç olarak kullananların % 40 gibi, yarı yarıya oy almaları yukarıdaki tezi doğrulamaktadır… Her şeye rağmen bu günkü durumumuzun sorumluları gelmiş-geçmiş tüm yönetimlerdir, yani yumurtaların tavuklardan çıktığını söylemek yanlış değildir.

Kimi bilim adamlarımızın, giriş bölümünde aktarmaya çalıştığım serzenişlerine karşı ilgisiz kalmak yukarıdaki nedenlerle anlaşılabilir bir olgudur. Bu durum, onların yıllarca verdiği emeğin boşa gittiği anlamına gelmez. Bilim ve gerçek sanat bu günkü görüntümüzle ölçülemez çünkü. Basın organlarının da basımevlerinin de ilgi ve bilgi düzeyi bundan farklı olamaz elbette. Aynı kap içinde bulunan bütün kurum ve kuruluşların farklı bir evrim gerçekleştirmelerini beklemek hayalciliktir.

Bilgi Çağı, demokrasiyi bir bütün halinde içselleştiren ve bilgiyle beslenen ülkelerin çağıdır. Ve güç, bu nedenle onlardadır. Çağdaş olamayan toplumların  sömürüye sürekli açık kalmalarındaki nedenler “kum kadar” çok olsa da, sonunda bütün savların “bilgi”ye, ya da bilginin kavranmasına (bilinç) dayanacağı kuşkusuzdur. Kısacası, bilgiyi üretenlere bağımlı olanların çırpınışları da serzenişleri de boşunadır; yine, bilgiye direnerek “düşünme eylemi”ni gerçekleştirmeyen toplumların bedel ödemeyeceğini düşünmekse kör olmak demektir…

Bilgiyi üretenlerin dili durup dururken değer kazanmıyor ve bilim dili bir anda oluşmuyor. Evrensellik çağdaşlığın çakışmasıyla ya da kesişmesiyle oluşan bir kavramdır. Bu yolculuğunu bilgi üreterek ve insana yakışan bir rejimi geliştirerek sürdürmeyen milletlerin çağdaşlık çizgisinde kesişmeleri olanaksızdır…

Kimi müzik adamlarımızın yaptığı organizasyonlarda 100 adet bağlamayla sergiledikleri gösterileri “çok sesli” müzik diye adlandıranlarla, “çok parti” var diye ülkeyi demokratik sayanlara cahil denilmez mi? Çok sazın bir araya gelmesiyle çok sesli müziğin olmayacağını bilmeyenlerle, demokratik zihniyeti barındırmayan bütün partilerin varlığını demokrasinin göstergesi diye adlandıranlar aynı bilgisizlerdir.

“Hem kel hem de fodul” değilsek eğer; kıyaslama yöntemiyle, o güzelim yılların boşa gitmediğini kanıtlayabilmeliyiz, diye düşünüyorum.

Ferruh Sidar

YENİ YILINIZ KUTLU OLSU!

 

Her geçen yıl bir iz bırakır arkasında
Gönüllerden silinmeyen izler
Mutluluklar, umutlar
Acılar, burukluklar
Bazen sevinç, bazen hüzün
Yanağımızdan dökülen
Iki damla tomurcuklar
İleriye…öne doğru; eğilmeden!
Umutlarımızı umutsuzluğa
Sevgimizi hicrana
Dostluğumuzu hüsrana
Döndürmeden
Mesafe olsun alnımızla
Göğsümüzün arasında.
Dik tutalım başımızı
Diklenmeden
Eğilelim
Eğilmeden
Gülelim
Bazen zor olsa bile
Umutlarımızı Kaybetmeden

Mehmet Sungur

31. Aralık 2011